Kategori arşivi: Hikayeler

Hikayeler

İnsan Kamerden Güzeldir

Harunresid’in hanımı, Hasan Basri hazretlerinin arife müridi Zübeyde Hanım ile Halife Harun, sarayın muhteşem bahçesinde mehtabı ve yıldızları seyrederlerken, Harun manzara karşısında duygulanır ve

“Acaba dünyada şu manzaradan daha güzel bir şey varmıdır?” der.

Derin bir irfan sahibi olan hanımı “ben ondan daha güzelim” deyince, Harun hiddete gelmiş,

“Kadın! Sen kendini ne sanırsın. Eğer bunun ikna edici cevabını vermezsen, ben de seni boşar sarayımdan tardederim” demiş.

Bu durum karşısında pişmanlıkla iki gözü iki çeşme olarak sürekli ağlarken, meşhur Behlül Dana duruma şahid olur.

“Hayrola Zübeyde Hanım efendi nedir bu keder? Başına bir felaket mi geldi?” diye sorunca durumu Behlule anlatır.

“Zübeyde sultan! Sen merak etme ben biiznillah bu işi hallederim” der.

Akşam namazı için saray camiine giden Behlül namazı kendisinin kildirmak istediğini söyler, hükümdar da kabul eder. Namazda birinci rekatta “Vettuni vezzeytuni”s üresine zammı süre olarak başlar ve şöyle okur;

“Vettuni vezzeytuni ve turisinin ve hazelbeledilemin, lekas haleknel kamer fi ahseni takvim” deyince arkada hükümdar düzelmek için

“halekel kamer degil, insane olacak” diye ikaz eder . Behlül tekrar aynen, hatalı okur, tekrar ikaz edilince namazı bozar ve hükümdara dönüp
“Madem insane olacaktı ben ondan güzelim diyen Zübeyde hanımı neden boşamaya kalkarsın? Elbette insan kamerden (mehtap) güzel yaratılmıştır” deyince hükümdar hanımının irfanına hayran olup ona tarziye verir.

Abdülhamit Oruç

Kuyu Başında İki İnsan

Bir gün yağız atlara binmiş, siyahlar giyinmiş ve yüzleri örtülü efendiler, kuyunun yanına yoksul iki insan bıraktılar. Pelerinlerinin altındaki silâhlarının üstündeydi bir elleri. Bir ellerini de tehditle sallayıp:

“Yeriniz burası. Peşimizden gelmeyin. Yiyin birbirinizi. Burada yaşayın, burada ölün!” deyip gittiler.
Kuyunun başında iki insan. Bıraktılar onları orada, oracıkta. Yoksul, çaresiz, fakir, bıraktılar gittiler. Yanlarına hiçbir şey bırakmadan…

Kuyunun dibinde bir avuç su, bir de kovasız ip vardı. İp eskiydi. Suyu içmek için kuyunun içine girmek gerekti. Bir daha çıkamamak da vardı dışarıya.

İki insan ne yapsınlardı? Birbirlerine güvenmekten başka ne yapabilirlerdi ki bu ıpıssız çölde? Sıraya koydular. Biri indi, suyu çıkardı; öbürü indi, suyunu çıkardı. Birbirlerine su taşıdılar avuçlarıyla. Çöl sıcağına da alıştılar. Ciğerlerini delen susuzluğun ateşini kana kana içip dindirdiler. Epey müddet suyla idare ettiler. Sonra çevredeki yaprakları yediler. Bir nebze açlıklarını giderdiler.
Sonrası mı? Düşünün hele bir… Efendiler neler yerken, onlar neleri yediler. Acıları yediler, ateşleri içtiler. Onlara hiçbir şey bırakmadılar. İçlerini boşaltıp da gittiler. Sadece kelimeleri bıraktılar, sözleri bıraktılar.

Aynı dili de konuşmuyorlardı… Biri kendi diliyle bir şeyler anlatıyordu, öbürü kendi diliyle. Ama dillerin üstü bir dil vardı, onu öğrendi bu iki insan orada. Kuyu başında iki insan, kalbin dilini öğrendiler, onu konuştular. Diller üstü diller vardı, hâller üstü hâller… Duyguların üstünde, o duyguların sahibinin yarattığı, anlaşmalar üstünde anlaşmaların olduğu, vicdanların, kalplerin tanıştığı, bildiği, yabancısı olmadığı duygular vardı.

Aynı havayı soludular, aynı yollara baktılar. Birileri gelip de kendilerini buradan kurtarsınlar diye.

Her yer çöldü. Çölün ortasında bir kuyu, iki insan vardı. İki insan çölü göle dönüştürdüler. Yeniden başlayacaktı insanlık macerası belki de. Tam da burada, bu kuyunun başında.

Bir şeyler anlatmak istiyorlardı, çabalıyorlardı, ama anlatamıyorlardı. Şükür ki, birbirlerini dinlemeyi öğrenmişlerdi. Seslerini yükseltmeden konuşuyorlardı O kendi diliyle, diğeri kendi diliyle.

Konuştukları kelimelerin sesine, rengine, ahengine hayran kaldılar. Anlamasalar da sevdiler birbirlerinin dillerini.
Sonra birbirine benzeyen kelimeleri fark ettiler kendi dillerinde. Bir, iki, üç… Çoğaldı o kelimeler. Anlaşmayı kolaylaştıran kelimeleri seçtiler, onlarla konuşmaya başladılar.

Anladılar ki; dillerini bilen biri var. Konuştukları dillerin içine anlaşacağı kelimeleri koyan biri var ki, kendilerini biliyor, görüyor, duyuyor. Yalnız değillerdi o kuyunun başında, onu bildiler.

Yalnız olan efendilerdi.

Allah ile olan, yalnız değildi.

Birden bir güç geldi ellerine, yeni bir şevk doğdu içlerine. Ellerine, yüzlerine baktılar. Birbirlerine ne kadar da benziyorlardı. Kendi ortak kaderlerini okudular. Hayatlarını yeniden yaşamaya koyuldular bu kuyunun başında.

Aklın alacağı işler değildi bunlar. Nasıl da değişti, değişiyordu birden her şey. Kuyunun suyuydu bu, kuyunun huyuydu bu.
Birdi artık kaderleri. Kaderlerini beraber yaşadılar.

Tozu dumana katarak giden efendiler, yağız atlara binmiş efendiler, sadece yüzlerinde gözlerini gösteren efendiler çekip gitmişlerdi ya, o toz dumanın ardından, başka bir şey kalmamıştı hatırlarında.

Köle miydiler? Kurban mıydılar? Nereden gelmişlerdi? Niçin buradaydılar? Hatırlamıyorlardı artık. Mazi yoktu onlar için. Bugünden itibaren geleceklerini yaşamaya ve yazmaya başlayacaklardı bildikleri kelimelerle, inandıkları ve kalplerinde taşıdıkları o güzel duygularla.

Kim bilir, kaç defa bu kuyu başında bu macera başlamış, kim bilir kaç defa devam etmişti. Yeniden başlamış, yeniden devam etmişti acaba kim bilir kaç defa… Bu sırrı anlamaya başladılar. Kendi kaderlerini yeni baştan en güzel şekilde yaşamaya karar verdiler, azmettiler.

Her gün lâzım olan suyu çıkarmak için, ümitle aşağı iniyordu biri. Diğeri de ona en güzel şekilde el veriyor, yardım ediyordu. İlk günlerin korkaklığı, güvensizliği, yerini güvene terk etmişti. İnanıyorlardı artık. Birbirlerine güveniyorlardı. Birbirlerini seviyorlardı. Birbirlerine benziyorlardı.

Çölün yıldızlı gecelerinde düşünmeye başladılar. Düşüncelerini çerçeveleyen sahneleri birbirlerine göstermeye başladılar. Yıldızlardan bir demet yaptılar. Birbirlerine sundular.

“Çölün baharı da olur mu?” demeyin. Her gece yıldız çiçeklerinden baharlar yapılır burada. Baharlar gerçekleşir, baharlar oluşur çöllerde, yıldızlı gecelerde.

Çölde de bir hayat vardır.

Çöl, bazen içimiz olur. Bazen şehrin ortasında, küçük bir evin içinde bir oda olur. Bazen anlayabildiğiniz dilden konuşan bir kitabın başında olur o kuyu başı. Ve siz uzaklarda da olsanız, yakın olursunuz, yakın durursunuz birbirinize. Kuyu başındaki iki insan gibi…
Her şeyinizi alırlar, size sadece kelimeleri bırakırlar. Kelimelerden yeni cümleler yaparsınız. Konuşmayı öğrenirsiniz. Kâinatın dilini öğrenirsiniz. O yeni kelimelerle birbirinize baktığınızda, anladığınız cümleleri kurar, anladığınız dilden konuşursunuz. Ortak bir dilden hareketle, kâinatın dilini anlamaya çalışırsınız. Siz kendi dilinizce, o kendi dilince…

Ayrı – gayrı yoktur artık. Razı olursunuz hâlinize. O zaman kaplar dökülür; sırlar, sular bir olur, diller bir olur. Herkes kendi kabını doldurmaya bakmaz. Bencillik yok burada. Herkes kendi kabından diğer kaplara sular döker, kaplar bir olur. Ayrı duranlar omuz omuza verir, arkadaş olur, dost olur. Daha da ötesi kardeş olur.

Kelimeler, cümlelere dönüşür. Kelimelere ruh gelir, hayat gelir, mânâ gelir. Kelimeler, söz olur. Sözler; etrafında toplanan çöl yolcularına, kuyunun başındaki o insanlar gibi, susuzluğunu giderecek sırlar, bengisular sunar.

Ve bir gün, bir insan, diğerine kendi dilinden bir kelime söyler. O güne kadar söylenmedik bir kelimedir bu. O da ona bir kelimeyle cevap verir. Ne söylediği o kadar önemli değildir. Ama yürekten dedikleri için, ne dediklerini ikisi de anlamıştır. O kuyunun başında öğrendikleri en güzel kelimeyi söylerler. Biri kendi diliyle “kardeşim” der; öbürü kendi diliyle “keko” der. Kucaklaşırlar.

Çölün sıcağına, soğuğuna, korkutuculuğuna, ürkütücülüğüne aldırmadan birlikte yollarına devam ederler.

Kendilerini oraya bırakan yağız atların üstündeki o meçhul efendileri aramaya, sormaya, soruşturmaya başlarlar. Onlar çoktan sinmişlerdir bir yerlere. Yine yeni oyunlar peşindedirler yeni kurbanlarına. Ama bu defa maskeleri düşmüştür, yakayı ele vermiştir, korku içindedir efendiler. Kendi kurdukları tuzaklara düşmüştürler efendiler.

Onları zorlu yokuşlara, çöllere sürmüşlerdi bir zamanlar, sürgün etmişlerdi, kuyu başlarına terk etmişlerdi güya. Bir daha asla çıkamaz, gelemez zannetmişlerdi onları güya.

Öyle bir geldiler ki… El ele, gönül gönüle geldiler…

Düşman bıraktıklarını kardeş buldular karşılarında. O kelimeyi söylemiştir dudakları, dudaklarından o sözler dökülmüştür ikisinin de. Kardeşçe, dostça…

Kelimeler de birdir artık, mânâlar da birdir. Diller de, kalpler de, gönüller de birdir.

“Bir” olanın birliğinden gelir bunlar. “Bir”den birlik gelir ancak.

Ve bazen birden gelen, birden gelir. Ayrı gibi zannedilen diller, biri söyler, bir olur ve “Bir”in sırrına varır. Ayrı ayrı duran birler, birde birleşir giderler…

Kuyunun suyu bu, kuyunun huyu bu…

Evet, ne güzeldir diller, dillerdeki kelimeler ve sözler. O korkunç efendiler, sömürgeci, istilâcı efendiler ne güzel kelimeler bırakmışlardır bize. Her şeyimizi yuttular, inançlarımızı, geleneklerimizi, kutsallarımızı… Nereye uğradıysa yolları, arkalarında harabeler bıraktılar bu topraklarda. Ama onların alıp götürdüklerinden bize pırıl pırıl kelimeler kaldı, sözler kaldı.

Sonunda onlar kaybetti. Sonunda biz kazandık.

Madenlerimizi, yer altı, yer üstü zenginliklerimizi, altınlarımızı aldılar.

Bize altından daha değerli olan kelimeler, sözler bıraktılar.

Ve bunları anlayabilecek altın kalpli nesiller bıraktılar. Her şeyi aldılar, ama hiçbir şeyi götüremediler, her şeyi bıraktılar. Bize kelimeleri, sözleri bıraktılar. Sözlerin gücü, kuyunun başındakileri kardeş etti, efendilerin tuzaklarını yerle bir etti.

Kuyunun suyu bu, kuyunun huyu bu…

Selim Gündüzalp

sorularlaislamiyet

Bisikletim

Benim bisikletim yoktu çocukken.

En sevdiğim şeylerden biri arkadaşlarımın bisikletlerine dokunmaktı. Bisiklet demirinin, parmaklarıma o soğuk ve yumuşak dokunuşu bilmem kaç gece rüyalarıma girmişti. Uyandığımda, sanki bisikletim varmış gibi heyecanla gözlerimi açtığım sabahları hatırlıyorum hâlâ.

Bisiklet zilinin kendine has çınlaması çok hoşuma giderdi.

Bir sabah, arkadaşımın bisikletinin peşinden koşarken annem görmüş beni. Çok üzülmüş. Rahmetli babama “Şu çocuğa bir bisiklet alsan… Arkadaşlarının peşinden koşarken içim acıyor.” demiş.

Babam, “Ya bisiklete binerken araba çarparsa” korkusu ile almak istememiş.

Hiç unutmam, bir gün, komşumuzun oğlu ile duvar dibinde sohbet ediyorduk. Bisikletine yaslanmıştı. Elinde yeşil erik vardı. Hem yiyor hem de bisikletinin ne kadar hızlı gittiğini anlatıyordu. Elindekileri bitirip bisikletine binmişti ki “Bisikletinin zilini bir kere çalabilir miyim?” diye izin istemiştim.

Arkadaşım, “Şimdi olmaz, bir tur atıp geleyim ondan sonra.” demişti…

Bugün olmuş, o günkü bana hâlâ üzülürüm. Ne vardı ki sanki zili çalmama izin verseydi…

Çocukluk işte…

Babam o sırada bizi balkondan izliyormuş…

Beni eve çağırdı…

Yanına gittim. “Sana bir bisiklet alacağım.” dedi. Birden donakaldım. “Valla de…” dedim. Tebessüm etti, “Vallahi” dedi. Nasıl sevindiysem, “Yaşasın!” diye kapıya koşuyordum ki babam, “Ama iki şartım var…” diye arkamdan seslendi. Geri döndüm. “Ne dersen yapacağım, söz” dedim. “Bir daha kimsenin bisikletinin peşinden koşmayacaksın.” dedi… “Tamam söz” dedim… “İkincisi de karnende notlarının hepsi 5 olacak.” dedi.

Derslerim çok iyiydi. O yıl belki bir tane dersim 4 gelebilirdi ama diğerlerinden emindim, hepsi 5’ti… “Tamam, söz” dedim, fırladım dışarı. “Babam bana bisiklet alacak” diye, sokakta deli gibi bağırarak koştum durdum…

O günden sonra, artık arkadaşlarımın bisikletlerinin peşinde koşmadım, yol kenarında seyrettim hep onları…

Karne zamanını iple çektim… Hatta öğretmenime bile “Bütün notlarım 5 olursa babam bana bisiklet alacak” diye söylemiştim. O da “Bakalım” deyip tebessüm etmişti…

Karne günü geldi… Öğretmenim tek tek karneleri dağıtırken, kalbim duracak gibiydi… İsmim okununca koştum, aldım karnemi, hızlıca gözden geçirdim… Bütün notlarım 5’ti… Nasıl sevindim, öğretmenime sarıldım… O da “Hadi koş, babana söyle, sen artık bisikleti hak ettin” dedi…

Nasıl fırladım dışarı, ayakkabımın biri çıkmıştı koşarken… Koşa koşa eve vardım… Anneme karnemi gösterdim… “Babam bugün mü alacak bisikleti?” diye sordum, annemin gözleri doldu… “Bilmem, babana soralım” dedi… “Babam kaçta gelecek!” dedim. “Bugün gelmeyecek” dedi… “Neden?” dedim… Babamın uzunca zamandır bir hastalığı varmış, bizden gizliyorlarmış hep… O gün, durumu ağırlaşmış, hastaneye kaldırılmış… Hayal kırıklığı yaşadım birden… Babamın hastaneye yattığına değil, bisikletim ne olacak diyeydi hayal kırıklığım, çocukluk işte…

Birkaç gün sonra babamı ziyarete gittik, ameliyat olmuş… Yorgundu yüzü… Beni görünce gözleri doldu… Yanına gittim… Kısık bir sesle “Karneni aldın mı?” dedi. “Aldım bak” dedim, notlarımı gösterdim… Tebessüm etti, biraz gözlerini kapatıp dinlendirdi, tekrar açtı. “Ben de sana bisiklet alacağım” dedi…

Babamdan duyduğum son söz bu oldu…

O günden sonra benim bir bisikletim olmadı…

Çocuklarımın oldu ama benim bisikletim hâlâ yok…

Bazen, çocuklarımın bisikletlerine dokunuyor, tebessüm ederek zilini çalıyorum… Bilmem verdiğim sözden dönmüş oluyor muyum ama onların bisikletinin peşinde koşuyorum, kimse görmeden ıslak kirpiklerimi silerek…

Anne babalara “Çocuğunuza verdiğiniz sözü vakit geçirmeden yerine getirin” diye söylediğimde, bazen onların “Ama onlardan istediklerimizi yapsınlar da ondan sonra” dediklerinde, aklıma hep bu hatıram geliyor…

Ne karne notu, ne de akıllı uslu durma şartı olmasın… Çocuğunuza verdiğiniz sözleri yerine getirin… Bezen yarın gerçekten olmuyor… Olsa da çocukluk yıllarındaki o tatta olmuyor…

Uzman Pedagog Dr. Adem Güneş

“ON BİR  AYIN SULTANI RAMAZAN HOŞ GELDİN”

“ON BİR  AYIN SULTANI RAMAZAN HOŞ GELDİN”

Oruçlu için iki sevinç vardır: Biri,orucu açtığı zamanki sevincidir; diğeri de Rabbine kavuştuğu zamanki sevincidir. (Buhari, Savm, 2)

 

Hoş Geldin Gönlümüzün Nuru, Ruhumuzun Süruru Ramazan Hoş Geldin…

Ah nerede o eski ramazanlar nidalarını duymaya başlarız daha ilk günlerinde ramazanın,

Büyüklerimizden özellikle.

Oysa içinde bulunduğumuz ramazanları yaşatmak, yaşatmaya çalışmak dahi mana mana yaşanır kılmak ve bırakmaya çalışmak daha evla olmaz mıydı, gelecek nesiller adına…

Oruç; Rahmettir Cennet vesikadır, berekettir ömre, tertemiz sayfalar açmamıza vesile-i himmettir Rahmeti Sonsuz Rabbimiz den.

Kavuşma zamanıdır en Sevgiliye hasretle, vuslattır ayet ayet, secde secde arınmak şuuruyla Muştu dur oruç Kevser-i Firdevs-e ümmetçe, çokluğu paylaşmak adına yokluklardan, yoksunluklardan…

Günahları sevaplara,

sevapları iman-ı ihlasa,

ihlası ise nefislere devşirme vaktidir.

Katibe Meleklerinin amel defterlerine itina ile nakşedilen”

İnşallah Elhamdulillah Subhaallah…

Huzurdur sonra, libası ruhlara biçilen,

Felahı sükunetin koynu, sahurlardan iftarlara.

Tüm ruhumuzla tââf edilen hasadımız dır sonsuzluğa

İnşallah Ezanı Muhammedi ile nice iftarlara…

“Oruç, en çokta yetimin, kimsesizin, mazlumun sevindiği sevindirildiği ve bu kutsal vazifeden istifa edebilmenin en mübarek fırsatıdır Rahmandan kullarına”…

Ham-du Senalarla yine kavuşurken bir ramazana daha, Elhamdulillah diye başlar tatlı bir telaşe, pelesenk olmuştur, ah nerede o eski ramazanlar nidaları dillerimize…

Özlenen ramazandan ziyade, her geçen zamanla birlikte azalan, komşu, akraba, dost muhabbetleridir aslında. Çünkü en çok ramazan ayında bir araya gelirlerdi, yüz yüze diz dize ahvallerini paylaştıkları, hem hal oldukları, mis gibi çaylarını yudumlarken, faslı menkıbeler kıssalar anlatıkları. Adı üstünde bereket ayı olduğundan, dost muhabbetlerinde de gösteriyordu kendini, ramazanın bereketi.

Oruç ruhlara manevi bir değer kazandırdığı içindir ki, kalbi muhabbet bağlarını daha bir güçlendirir Elhamdulillah. Dolaylı yoldan fakiri fukarayı araştırır birlikte iftar yemekleri düzenlenir akabinde zekat fitre verilecek aileler belirlenirdi. Dini ve vicdani sorumluluğu yerine getirmekti hasıl olan ve insana mukaddes-i ulvi bir huzur bahşeder her zaman. Dahi yapılan hayır hasenatlar yüz yüze olduğundan, vicdana daha bir tesir ederdi. Özellikle çocukların görerek yaşayarak ve örnek alarak öğrenmesi, dini, vicdani, merhamet duygularının ve sorumluluklarının olgunlaşmasına vesile olurdu…

Hatırlanma hatırlatma ayıdır ramazan. Mesela, yaradılış gayemizi gözden geçirmek adına, dünyevi olanı uhrevi olandan arındırmak ve nefis muhasebesi yapmak.

Her ne kadar eleştirmeyi veya kusur görmeyi istemese de insan, ince eleyip sık dokuma müslüman. İbadet hassasiyeti gereklidir dinimizde, tabi ayıplamadan kusur aramadan dahi aşağılamadan. Hayrı şerden, kaderi nasipten ayırt edebilmeli mümin olan. Her adem; kendi nispetinde, iradesinde, beklentisi ve inanç seviyesine göre nasiplenecektir dinimizce. Rahmanın, kullarının arınması için bahşettiği Rahmet ve bereket aylarından…

Ve asıl hakikat Kaderi Mutlaktır, Cüz-i Kaderi Kullarına Lütfetmişti Yaradan. Dolayısıyla adem oğlu meşrebine göre seçecekti kaderini…

Diğer yandan ramazan ve bayram tatilerinil eğlence ayı gibi fırsata çeviren ve bu mübarek ayın

rahmetinden bereketinden bihaber tatil rezervasyonu telaşına düşen ihlas iman yoksunları da, dini ve manevi değerlerimize gölge düşürmeye devam edecektir dünya döndükçe.

Yukarıda da değindiğimiz gibi hayrın şerden şerrin hayırdan ayrılması ve kulluk sınavından geçtiğimizden dolayı, iyi de kötüde var olmaya devam edecektir, dünyanın miladı dolmadan…

İftar sofrası adı altında, daha çok oruçsuz iftarların ağırlandığı göz boyayıcı davetlerle, manevi değerlerimize gölge düşürenlerde olacaktır, ramazanı en ihlaslı manevi bir şekilde icra etmeye ve geçirmeye çalışanlarda hayat sınavında…

Velhasıl-ı kelâm yukarıda da değindiğimiz gibi ademoğlu kendi meşrebine göre yaşayıp sonunu belirleyecektir. İnşallah-u Rahman, bu manevi yolculuğu yüzümüzün dahi ruhumuzun akıyla kazanmayı nasip Kılsın İlahi Yaradan, cümle müminlere yürekten sonsuz aminlerle, vel dua vel muhabbet ile vesselam…

“Resulu Ekrem Efendimizin Duasi “

“Resulu Ekrem Efendimizin Duasi “

 

Rasulullah sallallahü aleyhi ve sellem’in hayatında duanın çok büyük bir yeri vardı. Zira “De ki, eğer dualarınız olmasaydı Rabbim size değer vermezdi.”(1) ve “Onlara de ki “Kullarım sana benden sordukları zaman Ben onlara çok yakınım. Dua ettiği zaman dua edenin çağrısına icabet ederim.”(2) ayetleri onun kalbine vahyedilmişti. O bu ayetlerin ne anlama geldiğini çok iyi biliyordu. Bu nedenle hayatının her alanında, o alanın konumuna uygun ve o alana büyük bir mana yükleyen çok geniş kapsamlı dualar ederdi.

Evinden dışarıya çıkarken; Allah’ın adıyla (dışarıya çıkarım). Allaha tevekkül ettim (güvendim). Hiç bir kuvvet ve hareket Allah’ın izni olmadan gerçekleşemez. Allahım, (dışarıdaki hayatımda) dalâlete düşmekten (bir şeyin en mükemmel şekli varken onun bir düşüğünü yapmaktan) veya başkasının beni delâlete düşürmesinden sana sığınırım. Ayağımın (sırat-ı müstakimden) kaymasından veya bir başkasının benim ayağımı sırat-ı müstakimden kaydırmasından sana sığınırım. Bir kimseye zulmetmekten (haksızlık etmekten) veya bir başkasının bana haksızlık etmesinden sana sığınırım. Yapmam gereken bir işi unutmaktan, veya bir başkasının benim hakkımda yapması gereken bir işi unutmasından sana sığınırım.(3)

Yeni bir elbise giydiğinde o yeni giydiği elbisenin ismini zikrederek şöyle derdi; Allahım, hamd yalnızca sanadır. Bu elbiseyi sen bana giydirdin. Senden bu elbisenin hayrını ve yapılış maksadının hayrını isterim. Bu elbisenin şerrinden ve yapılış maksadının şerrinden sana sığınırım.(4)

Rasulullah sallallahü aleyhi ve sellem yemeği bitirdikten sonra, yatağa giderken, yataktan kalkarken, bir binite bindiği zaman, tuvalete girerken-çıkarken bir yere otururken-kalkarken, hatta zevcesi ile beraber olurken bile bu ve buna benzer bir çok dua etmiştir. Bu duaları inceleyen bir kimse Rasulullah sallallahü aleyhi ve sellemin, hayata ne kadar büyük manalar yüklediğini, ne kadar zengin bir iç dünyaya ve ne kadar derin bir anlayışa sahip olduğu açıkça görür.(5) Meselâ bir meclisten kalkarken devamlı yaptığı şu dua ne kadar mühim ve ne kadar anlamlıdır. “Allahım senin korkundan bize günah işlememize engel olan bir pay ver. Sana itaattan bizi cennete götüren bir parça ver. Dünya musibetlerini bize hafifleten yakini bir iman ver. Allahım, bizi yaşattığın müddetçe kulaklarımızdan, gözlerimizden ve kuvvetimizden faydalandır. Ölümümüze kadar onları devamlı kıl. Bize zulmedenlerden öcümüzü sen al. Bize düşamanlık edenlere karşı bize yardım et. Bizi dinimizde musibete uğratma. dünyayı en büyük düşüncemiz ve gayemiz; ilmimizin de ulaştığı son nokta yapma. Bize merhamet etmeyenleri üzerimize yönetici ve otorite tayin etme.(6)

Senin korkundan bize günah işlememize engel olan bir pay ver; Allahın emir ve yasaklarını çiğnemek insanı hem dünyada hem de ahirette felaketlere sürükleyen büyük bir suçtur. Günahlar insanı dünyada korkunç zarara uğrattığı gibi ahirette de insanın ebedi hayatını mahveder. Bu günahlardan dolayıdır ki insan, bir kıvılcımı dünyayı kül eden cehennemi hak eder. Bu günahlardan dolayıdır ki, insan cenneti veya cennetin daha güzel yerlerini kaybeder. Bu günahlardan dolayıdır ki, insan iç dünyasını ve ruhunu tahrip ettiği için dünyada işlemediği suç, haksızlık ve zulüm kalmaz, böyle önemli ve hassas bir mesele karşısında beşerin efendisinin bizlere öğretmek için Rabbine yakarışı: Allahım, kalbime senin korkundan öyle bir pay ver ki, nefsim günah işlemeye yöneldiğinde o korku benimle günahın arasına girsin ve günah işlemekten uzak durayım. Temiz tertemiz bir insan olayım. Bembeyaz bir defter ve parlak bir yüz ile sana döneyim..

Sana itaatten, bizi cennete götüren bir parça ver; Kalbime sana itaat duygusunu yerleştir. Beni cennete ulaştıracak kadar sana itaat etmeyi bana nasip eyle.. O cennet ki, orada hiç bir gözün görmediği, hiç bir kulağın duymadığı, hiç bir insanın aklına hayaline gelmeyen güzellikler, nimetler, zevkler ve tadlar var.. Zira O sevgili bir başka duasında Rabbine şöyle yakarıyordu “Ey kalpleri evirip çeviren Allahım benim kalbimi sana itaata çevir..”

Dünya müsibetlerini bize hafiflettirecek yakini bir iman ver; Yakîn, kesin bilgi demektir. Kuran-ı Kerim ölüme “yakîn” ismini vermektedir. Çünkü insan öldüğü zaman melekleri ve perde arkasındaki dünyayı gözüyle gördüğü için ahiret, cennet, cehennem, yaratıcı ve alemin hakikatı hususunda kesin bilgiye ulaşır. İşte dünyada, bu yakini bilgi ve imandan pay alan bir kimseyi, cenneti ve cehennemi görüyormuş gibi inanan bir kimseyi nakillerde perde arkası hakkında verilen haberlere yakinen bağlanan bir kimseyi, dünyanın hangi bir musibet ve belası üzebilir ki?!

Ey güzel peygamberim! Bize ne yüce bir anlayış, ne geniş bir ufuk, ne büyük bir talep öğretiyorsun!.. Allahım, perde arkası hakkında bana öyle bir iman ver ki, başıma dünyanın hangi musibet ve belası gelirse gelsin, o belalar bana bu imanla hafif gelsin, beni üzmesin..

Bu duayla Efendimiz aleyhissalat-i vesselam, Rabbinden, dünyanın sıkıntılarına karşı bir nevi ruhî donanım istemektedir. Zira bu gücün zayıflığından dolayıdır ki bir çok insan kendisine isabet eden bir bela, bir musibet karşısında ezilmekte, yıkılmakta ve ruhsal bunalımlara düşmektedir. O nedenledir ki bu dua, dünyanın her türlü acılarını, belalarını ve sıkıntılarını, çeşidi ve şiddeti ne olursa olsun, büyük bir müjdeye, kolaylığa ve rahatlığa çeviren engin bir muhtevaya sahiptir.

Allahım bizi yaşattığın müddetçe, kulaklarımızdan, gözlerimizden ve kuvvetimizden faydalandır; Bu da çok önemli ve büyük bir taleptir. Zira bir çok insan bazen gözünü kaybederek, bazen işitmesini yitirerek, bazen kendisine felç isabet ederek başkalarına muhtaç hale düşmektedir. Hele “yaşlandığımda eğer elden ayaktan düşersem ben ne yaparım?” sorusu hepimizin en büyük endişesidir. İşte günümüzde bir çok insanın kendisine sahip olamayacak duruma gelince en yakınlarının bile kendisini terkettiğini görünce bu cümlelerin ne büyük değer taşıdığını daha iyi anlıyoruz. Bize bu acıyı tattırma Allahım..

Bize düşmanlık edenlere karşı bize yardım et; Haksızlıklar ve zulümler günden güne artmaktadır. İnsanlar, başkalarının haklarına ve hukukuna saygı göstermemektedir. Böyle olunca da hayatta bir çok haksızlıklar ortaya çıkmaktadır.

İşte böyle durumlarda Allah’ın yardımını talep etmek bizim için büyük bir teselli, huzur ve sevinç kaynağıdır. Zira bir başka hadis-i şerîfte sevgili peygamberimiz “Mazlumun bedduasından kork. Zira mazlumun bedduasıyla Allah arasında hiç bir engel yoktur.”(7) buyurmaktadır.

Bizi dinimizde Musibete uğratma; Musibet ve belamızı dinde verme. Namaz kılmamak, oruç tutmamak, günah işlemek, inancı bozuk olmak, Allah’a ve Rasulü’ne itaat etmemek vb. gibi şeyleri dinde musibete uğramaya misal verebiliriz. Dünya işlerinde musibet ve belaya uğrayan bir kimse, dünyanın en büyük acılarını çekse bile, ölüm ile bütün bu acılardan kurtulur ve ahirette mutlak mutluluğun kaynağına ulaşır. Oysa dinde musibet ve belaya uğrayan bir kimse bir yandan dünya hayatını mahvettiği gibi, öte yandan ahiret hayatını da zehir eder, işte bundan daha korkunç bir felaket olamaz!.. Dininde musibet ve belaya uğramayan ve dini hayatı düzgün olan bir kimse ise hem dünyasını hem de ebedi hayatını cennet eder. O nedenle bu dua son derece mühimdir.

Dünyayı en büyük düşüncemiz ve gayemiz yapma; En önem verdiğimiz, öncelikli meseleler arasına dünyayı yerleştirme. Günümüzde milyonlarca insanın en önem verdiği öncelikli meseleler arasında hep dünya gelmektedir. Dünyaya önem verip ahireti bir kenara atan bir kimse dünyayı doğru yorumlayamadığı için bir çok haksızlıklara sapar. Oysa ahireti unutmayan bir kimse ise dünyayı doğru yorumladığı için onu ebedî güzelliklere ulaşmaya bir vesîle yapar. Bu nedenle Sevgili Peygamberimiz (s.a.v) dünya hayatını, bir yerden başka bir yere yolculuk yaparken bir ağacın gölgesi altında dinlenen, sonra kalkıp yoluna devam eden bir adamın ağacın gölgesi altındaki durumuna benzetmiştir. Akıllı bir insan ömür sermayesini ağacın gölgesinde harcayarak ebedi yolculuğunu perişan etmez.

Dünyayı ilmimizin ulaştığı son nokta yapma; Burada dünya ile kast olunan fizik âlemidir. Duyularla hissedilen madde alemi, şuhûd alemidir. Bir de fiziğin ötesinde, perdenin arkasında (metafizik) bir alem var.. Gayb alemi… İşte Efendimiz bu duayla şöyle demek istiyor. Ey Rabbimiz! Bizim ilmimizi bu fizik (şuhûd) alemiyle sınırlandırma.. Perdenin arkasındaki alemden de bize bilgiler ver.. İlmimiz maddeyi de aşıp madde ötesine taşsın..

Günümüzde bile pozitif bilimler dünya kadar bilimsellikle boğuşurken ondört asır önce çölün ortasında okuma yazma bilmeyen bir ümmi’nin fiziğin ötesine taşan bir ilmi Rabbinden talep etmesi ve “Allahım mevcudâtı hakikatine uygun olarak bize göster” diyerek yakarması derin bir anlayışı gösteren muazzam bir olaydır. İşte bu dualara icabet eden Rabbimiz Ona perdenin arkasından bir çok ilim vermiştir. Bu nedenle Efendimiz şöyle diyordu; “Hiç şüphesiz ki ben sizin görmediğiniz şeyleri görüyorum. Sema çatırdadı. Çatırdamakta da haklı, zira semada dört parmak miktarı boş hiçbir yer yok ki bir melek alnını oraya koyup Allaha secde etmiş olmasın. Allah’a yemin ederim ki şayet siz benim bildiklerimi bilseydiniz az güler çok ağlardınız. Yataklarda kadınlardan lezzet almaz, dağlara çıkıp Allah’ın yardımını isterdiniz.(8)”

Bize merhamet etmeyenleri üzerimize otorite yapma; Bize merahmet etmeyen bir yöneticiyi üzerimize musallat etme. Bize acımayan, şefkat ve nezaket ile yaklaşmayan kimseleri bizim üzerimize güç, kuvvet ve iktidar sahibi yapma.

Her insanın üzerinde bir otorite vardır. Bu otorite anne, baba, koca ve öğretmenden tutun da siyasi iktidara hatta uluslararası güç odaklarına kadar uzanabilir.

Bir işçinin veya memurun kendisine acımayan zalim bir patronun veya amirin altında ne sıkıntılar çektiğini müşahade ettiğimiz dünyamızda – zira bu durumdaki bir kimse ne işi bırakabiliyor ne de devam edebiliyor- halkına merhamet etmeyip sadece kendi çıkarları için çalışan yöneticilerin altında ızdırap çeken halkları gördüğümüz günümüzde ey yüce Peygamber! Senin öğrettiğin bu duanın ne demek olduğunu çok iyi anlıyoruz. En güzel selamlar senin üzerine olsun.

Rabbim Efendimiz’in (S.A.V) Dua’ları ile sana iltica ediyoruz. Rabbim Efendimiz (S.A.V)  duası ile onun ummetim kardeşlerim duasına nail olmayı nasip eylesin RABBİM AZZE VE CELLE…

HATİCE BAŞKAN

Dipnotlar:

1) Furkan: 77.

2)Bakara: 186.

3) Ebu Davud, Edeb 103, Tirmizi Daavat 34.

4) Ebu Dâvud, Libas 1, Tirmizi, Libas 28.

5) Maalesef günümüzde bir çok insan manasız ve anlamsız bir hayat yaşamakta, böylece duygu anlam ve his yoksulu bir nesil türemektedir.

6) Tirmizi, Daavât 80.

7) Buhari, Megazi 60, Müslim, İman 29.

8 ) Tirmizi, Züht 9