Kategori arşivi: Kişisel Gelişim

Af dilemek, “insan” olmanın ayrıcalığıdır.

Günahlarımızın bizi O’nun dergahına götürmesi, günahsızlık sandığımız şımarıklık hallerinden daha hayırlı olabilir. Rabbimizin hatalarımızı affetmesi, O’na ibadet yollarımızı açık tutmak içindir.

Bana yazarak, kendini çok günahkâr görüp, artık varlığından utandığını, Rabbinin karşısına çıkmayı da iki yüzlülük gibi gördüğünü söyleyen kardeşlerim var. Bu kardeşlerimi ümide davet ediyorum; Allah’ın rahmetinden umut kesmemeleri gerektiğini hatırlatıyorum. Unutmayın ki, bu konuda kimse kimseden daha aşağıda ya da yukarıda değildir. Defterlerimiz açılmadan ‘iyi’ ya da ‘kötü’ olduğumuza karar veremeyiz. Çünkü kimse kimsenin gerçekte işlediği günahı bilmiyor; herkes hataları konusunda kendisine sırdaştır. Öyleyse, kendimizi çok günahkâr bilme halini umutsuzluk sebebi değil, Rabbin af dergâhına daha çok yakınlık kazanma fırsatı olarak görelim.

Senden başka kime gideyim ki..’ çaresizliğini ancak o utanç ve pişmanlık halinde yaşarız. Çarenin yalnız O’nda olduğunu içten içe bilme halini samimi tazarrularımız için, gözü yaşlı yakarışlarımız için başlangıç eyleyebiliriz.

Böylesi günahların ağırlığının bizi O’nun dergahına götürmesi, hiç günahsızlık sandığımız şımarıklık hallerinden daha hayırlı olabilir. Sonunda kibir ve kendini beğenmişlik üreten bir hatasızlık değil de, bizi mahcup eden, kusurumuzu itiraf ettiren bir hata Rabbimize daha doğrudan bir yakınlık vesilesi olabilir.

Tövbe etmek özür dilemektir. Rabbimizin ancak biz insanlara takdir ettiği bir nasiptir özür dilemek. Belki de meleklerden üstün olabileceğimizin sırrı burada saklıdır. Çünkü, melekler hiç hata etmedikleri/edemedikleri için özür dilemeleri gerekmez. Şeytan ise hatasını hata olarak kabullenmediği için özür dilemez. Ancak insan, hata eder, hata ettiğini kabul eder, özür diler.

Özür dilememizin Rabbimizce hoş görülmesi, çokça hata edelim de çokça özür dileyelim şımarıklığını da beslememeli. Artık olmuş bitmiş günahlardan, omuzumuzda pişmanlığını ağır bir taş gibi taşıdığımız hatalarımızdan söz ettiğimizde, hoşnut olunan özürden söz edebiliriz. Yani, geçmişe doğru özür dileriz. Geleceğe doğru özürler saklayarak, günahlar planlayamayız. Ki gelecekte yapmamaya azmetmek, karar kılmak, geçmişe dönük özrümüzün de içtenlik göstergesidir. Yoksa, rahmete güvenip de günah işlemiş oluruz. Geçmiş günahlarımız için rahmete sığınmalıyız ama rahmete sığınıp gelecek günahlara niyetlenmemeliyiz.

Rabbimizin hatalarımızı ve kusurlarımızı affetmesi, günah ve isyanlarımızı bağışlaması O’na ibadet yollarımızı açık tutmak içindir. Yüzümüzü rahmetine ve bağışlayıcılığına dönük tutmak içindir. Üstelik Rabbimiz bizi affetmekle kalmıyor, bize hatalarımıza rağmen yine şefkat ediyor, merhametini gösteriyor; sanki hiçbir şey olmamış gibi bizi sevmeye devam ediyor. Bize darılmıyor, bizi gözden çıkarmıyor, bizi kendisinden uzaklaştırmıyor. Yoksa, O’na ibadet etmeye yüzümüz tutmaz, O’nun rahmetinden ümidimizi keser, huzuruna varmaya utanırdık. Tövbenin varlığı ve Rabbimiz katında hoşnutlukla karşılanması, bize eşsiz bir nezâketle şunu hatırlatıyor: Rabbinize pişmanlığınızı arz ettiğiniz sürece, Rabbinizden rahmet umduğunuz sürece, O’na giden yolları açık tutarsınız. O tövbe etmenizi sever, size çok merhamet eder. Rabbiniz sizden günahsızlık beklemiyor, ancak içten özürler bekliyor. Sizi O’ndan uzaklaştıran günahınızın çokluğu değil, özrünüzün yokluğudur.

İnsan kendi günahını başka herkesten iyi bilir. Başkalarının günahlarına kendi günahımız kadar aşina değilizdir. Öyleyse en çok günahkâr bildiğimiz kişi kendimiz olmalıyız. Şüphesiz Allah kendi günahlarımızı kendi bildiğimizden daha iyi bilir; O’ndan bir şey saklayamayız. Allah ki rahmet sahibidir; rahmeti gereği kusur işleyip yine kendisine dönmemizi ister. Kendimizi hiç günahsız sanmamızdansa, hatamızı bilip pişmanlık ve gözyaşıyla O’na dönmemiz O’nu daha çok hoşnut eder. Şu halde, günahlarımızı en iyi bilen, günahlarımızı bilmemizden hikmetiyle hoşnut olan Rabbimize dönüp O’ndan af dilemeliyiz. Ne kendimizi masum zannedip O’nun affına muhtaç olmadığımızı sanalım, ne de kendimizi çok günahkâr bilip O’nun affından ümidimizi keselim.

Dr. Senai DEMİRCİ

Bir Yanda Mahşer, Bir Yanda Dertler…

—Yiğit, düştüğü yerden kalkar.

Gece, bir uçurum gibi. Düşersin içine birden. Hiçbir şey anlamadan. Anladığını da anlatamazsın zaten. Düşersin işte. Bir derdin varsa, inlersin. Elini böğrüne kor, kanlı bir bıçak gibi saplarsın bir yanına. Akan kanın da sızısını duymazsın ya… Gecenin karanlığı kan olur, akar üstünden. Bıçak gittikçe saplanır içine, tâ derinine… Gece, karanlık ve bıçak… Kucak kucak derdi olanın ıztırabı, ondan da beter.

Elleri böğründe nice insan var. Elleri göğüslerine kapanmış, dar bir düşüncenin koridorunda yürürken, çıkacak bir kapı, bir yol ararlar.

Dizlerinin bağı da çözülmüştür. Yapacak bir şeyi de yoktur. Yürüyemez. Yıkılır kalır olduğu yere. Ağlamak istese, gözyaşları çare değil. Pınarlar kurumuştur. Eller titremekte, birbirine zor kenetlenmekte. Göğüs, işte öyle… Çarpıyor, ama ne için çarptığından habersiz. Bir dâvâsı olmadı mı, yüreği yüksek bir hakikat için çarpmadı mı insan, paranın pulun, onun bunun, hayatımızı kirleten ne varsa her türlü tehlikeli gelişmenin kirlerini üzerinde hisseder. Önce düşünceler kirleniyor, sonra insanlar. Ardından da dünyalar.

Nereye kaçmalı? Bu kirlenmeden kurtulmak için nereye sığınmalı?

Bir çadırda mı yaşamalı? Yoksa zindanda mı, yer altında bir mağarada mı? Yoksa… Siz söyleyin. Nerede yaşamalı insan?

Çıkarların, menfaatlerin, riyaların, alkışların, desinler, görsünler hastalığının kol gezdiği, Allah’ın istemediği her şeyin cirit attığı bir dünyada, ulvî bir ıstırapla inleyen bir kalp ne yapsın?

Yazmakla susmak arasında kalınca, sarkacın ucu nereye gitsin, nerede dursun?

Bu halde bir insan ne yapsın? Bir gün, iki gün değil, yıllar boyu sussa, hiçbir şey yazmasa, konuşmasa da, bu yürek buna ne kadar dayanır? Bir gün olur coşmaz mı? Çağlamaz mı?

Olanca hızıyla kirlenen ve ruhların kirlenip öldüğü bir dünyada, bedenlerin ölümü ne kıymet ifade eder ki? Üç kuruşluk basit çıkarların, menfaatlerin, faydasız hazların ve zevklerin uğruna ne canlar telef oluyor, ne idealler batıyor…

Elleri böğründe bir insan ne yapsın gecenin bir karanlığında? Kalbine bir bıçak sokuluyorsa, ıstırabın bıçağı saplanıyorsa iyiden iyiye, ne yapsın?

İnsanlığın bütün derdi, bazen bir insanın omzunda titrer.”

Öyle dermiş bir bilge. Taşınacak yük ne kadar ağır olursa olsun, onu yüklenen omuzlar da ona uygundur. Çünkü Allah taşıyamayacağı yükü, hiçbir kulun omzuna koymaz.

İnsan mukaddes bir hamaldır. Hamal ise yüküyle güzeldir. Bu yük, büyük. Yükü de taşıyandan mukaddes. Ya taşımalı, ya doğrulup kalkmalı, ya yazmalı, ya susmalı, ya konuşmalı… Ama asla yatmamalı, görevden kaçmamalı.

Tercihler çok. Birinden birini yapmalı. Birinden birini seçmeli. Gecenin karanlığı ebedî değil ya… Her derdin, her ıstırabın yine nefes alacağı bir delik vardır mutlaka. Anahtar deliği kadar da olsa. Işık, vefalı ışık, yetişir imdada. Nereden olursa olsun, karanlığın kendisi bile bir zaman ışık oluverir. Yanar, aydınlatır. Karanlıkta kalmak istemeyeni taşır bir nur, bir aydınlık, en berrak iklimlere.

Hiç kimsesi olmayan yalnızları da bir düşünelim. Bütün insanlık ailesini tek tek… Binleri, milyonları, yüz binleri… Hiçbiri bizden uzak yerlerde değildir onların. Her birinin kendine mahsus derdi vardır. Yarın mahşer arkadaşımız olacak bizim onlar. Her birinin bir hesabı var. Geçmişte yaşayanların, şu anda yaşayanların… Mahşer arkadaşlarımız olacak onlar. Bugünkü insanlar da, yarın yaşayacak olanlar da… Hepsi birlikte duracaklar divana, Allah’ın huzuruna. Birlikte hesap vereceğiz.

O zaman aralarından bir adım öne çıkacak olanlar, başkalarının dertleriyle dertlenenler, onların dertlerini yüreğinde hissedenler olacaklar. Bıçağın sıcaklığını, ıstırabın sesini yüreğinde duyanlar, kalbinde duyanlar, gözyaşını kanla, kanı gözyaşıyla yıkayanlar olacak.

Vakti yok artık. Ne insanın ne de kâinatın boş şeylerle oyalanmaya, vakti yok artık.

Bir yanda mahşer, bir yanda küçük dertler…

Öyle bir ayna koymalı ki önüne, dertler utanmalı dert olduğundan. Hesabın, o çetin günün yanında… Mahşerin yanında her şey küçülmeli. O kadar küçülmeli ki, görünmez olmalı, yok olmalı.

Hayatı iki eli böğründe yaşamaya mahkûm değildir insan. Doğrulmalı. Yattığı yerden doğrulmalı. Silkinip kalkmalı. Yeleleri altından parlayan bir küheylan, bizi bekliyor. Eşiniyor, sabırsızlanıyor. Miraç öncesi Burak gibi. Yakışır mı yatmak? Dört bir yanı saran ateşlere bîgâne kalmak yakışır mı? Yangınlar seyredilmez. Hele sende onu söndürecek su varsa, aşk varsa…

Haydi bre… Topuğunu geçmeyen suları tepele. Zincirlerini kır da gel. İçinin tutsaklığından kurtul da gel. Bekleniyorsun… Sensiz olmayacak, biliyorsun… Haydi bre… Tut paçasından, ser yere. Tuş et nefsini, kurtar kendini ve kendin gibi nicelerini.

Çamlıbel yaylalarında Köroğlu’nun atı gibi, dörtnala giderken bile çamur sıçratmayacaksın. Hiç kimseye, hatta kendine bile bir leke atmayacaksın. Kimseyi kırmayacak, hiç kimseye çamur sıçratmayacak ey kahraman! Nerdesin?

Nerdesin? Günün başlamak üzere. Senin için döner bu devran. Ey küheylan! Ey isimsiz kahraman… Sen nasılsan, öyle gel. Boşluğu dolduracak kadar güzelsin. Gel… Ardından geleceklerin de işareti ol, öyle gel. Kalksın iki eli böğründe yatanlar, gözyaşını kanla yıkayanlar, kanı gözyaşıyla yuyanlar… Kalksınlar. Binilecek küheylanlar geldi, bekliyor… Bu asrın, bu zamanın kahramanları buradalar. Belki de aramızdalar.

Geceden sonradır aydınlık. Karanlıktan sonradır ışık. Zahmetlerden sonradır rahmet. Zorluğa, darlığa düşenin ışığa ulaşması çok daha kolaydır. Zorun karnındadır, zorun içindedir rahmetin çekirdeği ve müjdesi. Bayrağı taşıyacak kahraman artık gelsin. Hepimizin gözdesi nerdesin? Onu beklemek müjdeler müjdesi. Hz. Peygamber’in (asm) müjdesi, her asır üstatlarının ve dahi son asır üstadının da müjdesi…

Gelsin bakayım yeleli bir küheylan. Kıskıvrak yakalasın bir yanından. Atsın şöyle üstüne kahramanını. Binmesini beklemeden tutsun, o atsın onu üstüne. Kahramanını seçer gibi. Tıpkı Medine-i Münevvere’ye teşrifinde Ebâ Eyyüb el-Ensarî’nin hanesini seçtiği gibi o mübarek devenin…

Evet, o küheylan da seçer kahramanını. Nerede olursa olsun, bulur. Çevik ve çalak bir rüzgâr gibi eser, kaldırır önündeki setleri. Işık, o gözü, o kalbi, o ruhu en karanlık bir gecede aydınlatır işte.

“Bak” der, yatma zamanı geçti. Kalk! Eli böğründe olanların devri geçti. Kalk, sahte kahramanlara meydanı terk etme. İnsansan kalk! Sahtelerin dünyasında hakikati haykırmak görevini yüklen. Yiğitsen kalk… Kahramansan kalk… İnanıyorsan kalk…

Yiğit düştüğü yerden kalkar…

Kalk da yattığın yerler de seninle beraber kalksın. Belki de içinde bulunduğun kâinat seninle beraber kalksın, uyansın. Bir kişinin ayağa kalkmasıyla başlar her şey. Kalk! Sen kalk. Kalkacak olan daha çok kahraman var. Hele bir kalk! Hele bir doğrul! Ellerini böğründen aşağı çek. Gözyaşlarını sil. Kirpiklerinin üstündeki o incileri elinin tersiyle sil. İstersen iç. Ama yeter ki, sen dâvânı bir hiç uğruna satma hiç…

Kibrin, riyanın, gösterişin ve kendi içine kapılıp gitmenin o basit ve fasit dairesinde dolanıp durma. Bırak! Allah’a teslim ol. Allah’ın bir kuluna neler yaptıracağını ibretle seyret. Seyret acizlerin ne kadar güçlü olduğunu. Seyret, bir karıncanın Firavun’un sarayını nasıl harap ettiğini. Bir sineğin Nemrut’u nasıl yere serdiğini…

Seyret fakirlerin zenginliğini. Seyret hiçbir şeyi olmayanların, her şeyin sahibi olacaklarının işaretlerini seyret. Sahteler çekilip giderken, günün ilk ışıklarıyla her şey rengini belli eder. Kahramanlar ise çoktan işlerini bitirip yine yerlerine yurtlarına dönmüşlerdir. Kimsenin görmeyeceği ve bilmeyeceği köşelerine çekilmişlerdir. Sen onu seç. Onlarla ol.

Atla küheylanın arkasına. Bin sırtına bakalım. Yolda sana açılan ne varsa topla güzellikleri bir bir. Yaralı kalplere deva ol. Gözü yaşlılara merhem ol, yeter. Yüzünü bile görmesinler isterse, tanımasınlar, adını da bilmesinler. Yeter ki kalk şöyle etrafına bak.

Silkin bakalım gafletin tozlarından. Üzerindeki o uzun yılların getirdiği ağır tembellik uykularından hele bir sıyrıl bakalım. Hele bir “Bismillah” de…

Bir zelzele gecesi gibi, bir bahar sabahı gibi, birden bir diriliş, bir uyanış, bir ışık içinde yansın. Bahar seninle başlasın. Kalpte iz bırakan günahlar, tövbelerle yıkansın. Uyanışlar ve dirilişler senle başlasın.

Hadi bakalım… Hadi aslanım…

Hele bir doğrul yattığın yerden. Bak, sen ayağa kalkınca, sen haydi “Bismillah” deyince, seninle beraber daha pek çok kimse ayağa kalkacak, pek çok evde ışıklar yanacak, pek çok kalplerde nurlar yanacak. Uyuyanlar uyanacak. Kendini kaybetmekle dünyayı da kaybediyorsun, hayatı da, sana bakan hayatları da…

Eh, bu kadarı da hakkın değil hani. Şimdi naz değil, niyaz faslındayız.

Kader her zaman üstündür. Kader konuşunca insan susar, konuşanı dinler. Kaderin her şeyi güzeldir. Allah var, keder yok. Allah var, dert yok…

Selim Gündüzalp

selimgunduzalp@hotmail.com

BİR KISSA:

Dertlerin Arkası

Hz. Mevlânâ bir gün eve gelir, oğlunu üzgün görür. Sebebini sorar. Oğlu: “Hiç…” der. Hz. Mevlânâ dışarı çıkar. Kapıda asılı bir kurt postu vardır, onu alır üstüne giyer. Ellerini havaya doğru açıp ulumaya başlar. Oğlu babasının bu haline bakıp güler.

Hz. Mevlânâ:

Evlâdım, gördün mü?” der. “Dünya dertleri de işte böyledir. Kurt, aslında korkutucu bir hayvandır. Ama sen o postun arkasında babanın olduğunu bildiğin için korkmadın ve güldün. İşte bütün dertlerin arkasında da Rabbinin olduğunu bil ve ona güven.

www.zaferbilimarastirma.com / 2011 – Eylül Sayısı

Başarının sırrı mı varmış?

Einstein, dört yaşına kadar konuşamamış. Müzik hocası Beethoven’i kabiliyetsiz bulmuştu. Mimar Sinan sıradan bir acemioğlandı. Baltacı Mehmed Paşa oduncu çırağıydı. Ve Sokollu Mehmet Paşa…

Başarının bir sırrı var mı?..

Var…

Yakınmak yerine gerekeni yapmaktır, başarının sırrı.

Tarih gerekeni yapan insanların başarı öyküleriyle doludur.

Meselâ, meşhur fizikçi Albert Einstein, dört yaşına kadar konuşamamış, okumayı yedi yaşına gelene dek sökememişti…

O kadar ki hem öğretmenleri, hem de ailesi Einstein’in “zihinsel özürlü” olduğundan kuşkulanmışlardı…

Yani başarısızlığın tüm şartları hazırdı…

Ama çalıştı, çabaladı, inandı, umdu, tüm engelleri yendi ve sonunda çağının en büyük fizikçisi oldu.

Meşhur bestekâr Ludwig Van Beethoven de öyle…

Beethoven’in müzik öğretmeni, bir gün aileyi ziyaret etti ve oğullarının müziğe kabiliyetinin olmadığını, boşuna emek sarf etmemelerini söyledi…

Beethoven buna hiç aldırmadı: Çok çalıştı, çabaladı, inandı, umdu; karşısına çıkan güçlükleri bir bir yendi ve dünyanın “en iyi bestekâr”larından biri haline geldi.

Ya Walt Disney?..

Disney, “Gereksiz şeylerle uğraştığı, onlara fazla vakit harcadığı, bu yüzden işe yaramadığı” gerekçesiyle çalıştığı gazetelerden kovulmuştu…

Çalıştı, çabaladı, inandı, umdu ve dünyanın tartışmasız en tanınan ve en çok para kazanan ressamı oldu.

Şimdi “içimizden biri”ne, Koca Mimar Sinan’a bakalım…

Sinan sıradan bir “acemioğlanı” olarak Yeniçeri Ocağı’na girmişti…

Çalıştı, çabaladı, basamakları bir bir çıktı, önüne gelen fırsatları değerlendirdi ve binlerce “acemioğlanı” arasından sıyrılıp yükseldi…

Nihayet “Koca Mimar Sinan” oldu, Selimiye gibi eşsiz bir mâbede imza attı.

Bir “içimizden biri” daha: Sokollu Mehmed Paşa…

1519 yılında Devşirme Sistemi ile çocuk yaşta Edirne Sarayı’na getirilen küçük Mehmed, başlangıçta kimsesiz bir garibandı. Hiç kimseyi de tanımıyordu. Yani arkasında “dayı”sı filan yoktu…

Kendi emeği, kararlılığı, çabası ve gücü ile yükseldi. 1541’de Kapıcıbaşılığa, 1546’da saray hizmetlerinde başarılı olanların dış göreve atanmaları yolundaki gelenek uyarınca Kaptan-ı Deryalığa geldi.

Görevde iken Trablusgarp Seferi’ne katıldı, İstanbul Tersanesi’ni genişletti ve yeniledi. 1549’da vezirliğe gelerek Rumeli Beylerbeyliğine atandı.

Nihayet Kaptan-ı Derya ve Sadrazam oldu.

Osmanlı donanması İnebahtı’da (07 Ekim 1571) yanıp kül olduktan bir sene sonra dünyanın en büyük donanmalarından birini kuran Sokollu Mehmed Paşa’dır…

Buna başlangıçta inanamayan Kaptan-ı Derya Ali Paşa’ya şöyle demiştir:

Bak a Paşa!.. Kaptan-ı Deryası olduğun devlet öyle muazzam bir devlettir ki, isterse bütün donanmanın demirlerini gümüşten, halatlarını ibrişimden, yelkenlerini atlastan yapabilir. Hangi geminin malzemesi yetişmezse, gel onu benden al!

Ve “İnebahtı Deniz Savaşı’nda donanmanızı nasıl da mahvettik!..” diye böbürlenmeye kalkışan Venedik elçisine:

Biz, Kıbrıs’ı almakla sizin kolunuzu kestik, siz İnebahtı’da bizi yenmekle, sakalımızı tıraş ettiniz. Kesilen kol yerine gelmez, fakat kesilen sakal daha gür çıkar!..” diyerek, dersini vermiştir.

Ve Baltacı Mehmed Paşa…

Baltacı Mehmed Paşa (Prut Savaşı’nda Rus Çarlığı ordularını dize getiren komutan) Osmanlı Sarayı’na “oduncu çırağı” olarak girmişti. Yani balta (baltacı unvanı buradan gelir) ile odun kırıyor, ocaklara taşıyordu…

İşini iyi yapması, odun kırmada pratik ve uygun yeni metotlar geliştirmesi sonucu dikkat çekti. Enderun’a alınıp eğitildi. İğnenin deliğinden geçirildi. Önce “Baltacı Halifeliği”ne terfi etti.

Sesinin güzelliği yüzünden musikiye teşvik edildi, “müezzin” oldu. Oradan yazıcılığa terfi etti. Basamakları hızla çıkarak 1703 Aralık ayında “Mirahurluk”a yükseldi.

Çok zeki ve son derece çalışkandı. İlme karşı müthiş bir merakı vardı. Durmadan okuyordu. Bu çabası onu 1704 yılı Kasımında “vezir”liğe, hemen ardından “Kaptan-ı Derya”lığa (Deniz Kuvvetleri Komutanlığı), 21 Aralık 1704’te de “Sadrazam”lığa (başbakanlık) taşıdı.

Prut Savaşı’nın kahramanı işte bu eski “saray oduncusu”dur.

Onlar başardıysa, biz neden başaramayalım?

Yavuz BAHADIROĞLU

Kaynak: www.NurDergi.com

Nihayetsiz Özgürlük

Evet hadisat-ı alem 6 cihetten tazyik ediyor, dünya bazı kişisel gelişimcilerin dediği gibi toz pembe değil. Ama bu nefsin gördüğü zahir ve maddesel, dünyevi tarafta böyle. Yoksa kalp ve ruh cihetinde hiçbir hadise özgürlüğümüzü elimizden alamıyor; çünkü ruh ve kalbin cevelan sahası Allah’a intisap yani o intisabın(iman bağının) kavileşmesi, derinleşmesi, farklı manalarda kurulması olduğu için dış tazyik ancak buna vesile oluyor, kolaylaştırıyor, belki insanı mecburen o intisabı kuvvetlendirmeye itiyor; işte o cihette insan denen mahluk NİHAYETSİZ özgür.. Zaten manevi terbiyelerin gayesi de insanı bazı meşakkatlere mecbur ederek o içerdeki vicdan, kalp, ruh gibi mekanizmaları tetiklemek.

Biz bilinçli olarak böyle bir terbiyeye girsek de girmesek de Rububiyet-i ilahiye bizi evirip çevirip iç alemimizi çalıştırmaya sevk ediyor. Dünya hayatı ve hadisatı bu manada istihdam ediliyorlar şeklinde değerlendirmek kader risalesinden çıkan bir netice diye anlıyoruz.

Yani özgürüz.. Kendimizi sıkıştırılmış hissettiğimiz noktalar nefsimizin Rububiyet iddia etmek isteyip de eline geçmeyen varlık yanılgıları.. Herşeyin sahibi olan Zatı, Malik-ül Mülkü bulmamız, mevhum varlık iddiamızdan kurtulmamız için sıkıştırılıyoruz.Çok bunaldığım, ağır bir imtihandaydım, bir kardeşim söylemişti : “at seccadeni, istediğin kadar namaz kıl, kim tutar seni..” demişti. İstediğimiz kadar yana yana Allah diyelim, kim tutar bizi..

Aliye Yüksel

Kendimizi Hesaba Çekme Zamanı..

Bugün tv de 2011 yılında yaşanan ve medyada önemli olarak yayınlanan haberlerden bahsedildi. Program geçtiğimiz yılda vefat eden meşhur insanlarla başladı. Sonrasını takip etmedim ama klasik olarak gelişme, değişmelerle devam etmiştir diye tahmin ediyorum.

Vefat edenlerden biri benim yaşıtım olan genç bir hanımdı.. Hayatı yaşayış tarzı zahiren çok farklı olan bu hanımın haberi beni biraz duraksattı. Yaşıtımdı ve dünyadan onun gitmesi benim de kalmam açısından bir fark yoktu.. O zaman içimde bir muhasebe başladı.. Neler olmuştu 2011’de benim için? Neler ölmüş, neler doğmuş, neler değişmişti.. Koskoca bir yılda neler yapmış, neler öğrenmiş, neler unutmuştum.. Sonra bunları listelemek ve geride bıraktığım 2011le yani amellerimle yüzleşmemin iyi olacağını düşündüm. Gerçekten koca bir yılı nasıl geçirmiş, manen maddeten nereden nereye gelmiştim.. Bütün bunlar zihnimden süratle geçerken vicdanımdan gelen pişmanlık hissi yapamadıklarım, kaybettiklerim, kıymetini bilmediklerim için ta’zib etmeye başladı. Ve köklü bir telafi çabasına başlamadan bu hissin beni terk edeceği de yok.

Öyleyse kalem kağıt başına.. Önce temiz bir istiğfarla kusurumu itiraf edip, yeni ve hayırlı ameller için Rabbimin tevfikini isteyip, yıllık bir hedef tayin etmeli. Geçmiş hataları tekrar etmemek için stratejiler bulmalı, değiştirmek istediğim huylarımı, dengelemek istediğim hassasiyetlerimi incelemeli, zihnen ve hissen doyuracak faaliyet ve araştırmalarımı netleştirmeli ve etrafımda bulunan, hayatıma dahil olan herkese “Sizi seviyorum” diyerek Rabbimin rahmet hediyelerine şükretmeliyim.

“Ya Rabbi! Bu yıl dünya gemisinde güneşin etrafında bizi daim şükreden, zikreden, fikreden bir halde döndür; defter-i amelimizi lutfunla hayırlarla doldur” duasıyla bitirmeliyim..

Aliye Yüksel