Kategori arşivi: Kişisel Gelişim

Özgüvenim var ama yüzüm kızarıyor

Çevremde hep özgüvenli olarak tanınırım. İnsanlarla hoş sohbet, sosyal diye gösterilirim. Ama son zamanlarda benim de anlam veremediğim bir yüz kızarmasıyla karşı karşıyayım. Şimdi soracaksınız bir şey mi oldu psikolojini bozan; hayır her şey gayet normal. Nedenini çözemedim. Topluluk önünde konuşmak benim için sorun değil ama yüzüm kızarınca söylediklerimin etkisi kaybolur diye bazen konuşmuyorum. Yüzüm kızarmasa hiçbir sorun olmadan konuşabilirim. Kendimce kararlar aldım. Bunu yeneceğim diye. Sakız çiğnemeye başladım dershanedeyken. Sonra insanlarla doğal halimden daha rahat konuşmaya çalıştım ve oldu da.. Son derece umursamaz ve rahat konuşabiliyorum ama yüzüm bütün karizmayı çiziyor bazen. Bende ilk defa olan bir şey, hiç heyecanlanmadığım yerde kızarması beni çıldırtıyor. Heyecanlanmadığım halde neden kızarıyorsun diyorum. Eğer bu sorunumu giderirseniz gelecekte çok ünlü bir oyuncu, hatip olacağıma dair söz veriyorum.

CEVAP: KARAKTERİN ZAMANLA OTURDUKÇA, BEDENİN DE BU OTURMUŞLUĞA EŞLİK EDECEKTİR

Genç Arkadaşım, İNSAN çok acaip ve karmaşık bir varlık. Bedenimiz bizim zannediyoruz, onu istediğimiz gibi kullanabileceğimizi düşünüyoruz. Ama basit bir yüz kızarmasına bile çözüm bulamayıp bundan son derece mutsuz olabiliyoruz bazen. Bedenimizin denetleyemediğimiz o kadar çok detayı var ki! Herhalde ”yaratılmış olmak” böyle bir şey. Bu yüzden, ”insanlık hali” denilen kavramı çok iyi anlamalıyız. Öyle şeyler olur ki, insan öyle hallere girer ki, kendisi bile anlamaz ne olduğunu çoğu zaman. Sanırım, burada biraz hepimizin yaratılmış olduğumuzu ve nasıl yaratıldıysak o şekilde bir parça kendimizi kabul etmemiz gerektiğini hatırlamamız yerinde olur kanaatindeyim. Anlattıklarına gelince: Yüzünün kızarmaması senin için çok önemli. Çünkü neredeyse bütün hayat planların veya hayallerin buna bağlı gibi görünüyor. (Ama burada hayallerin ile yüz kızarması arasında hakikaten birebir etkileşim söz konusu mu? Buna sonra değineceğim.) Üstelik, çevrenin seni kendine güvenli olarak tanıdığını söylüyorsun. Sen de zaten öyle olmak istiyorsun ve öyle olduğunu düşünüyorsun. Fakat şu yüz kızarması, hem senin kendine ait hislerini hem de başkalarının senin hakkında düşündüklerini ezip geçiyor. En azından görüntü olarak, yüzü kızaran biri olarak, kendine güvenen birisi değilmişsin gibi bir imaj sergiliyorsun. Bu da iç dünyanda ciddi bir çatışma ortaya çıkarıyor. Hatta belki de bu çatışma yüzünden, yüzün daha fazla kızarıyor. Bana göre ”insanlarla konuşurken rahat davranma” isteğin de ayrı bir sıkıntı kaynağı. Çünkü bunu hiç kimse her zaman başaramaz. Sana ters gelebilir ama bazen kişi içindeki rahatsızlığıyla da barışık olmalıdır. Örneğin, o sırada rahat hareket edemiyorsun. O zaman rahat hareket etme. Zaten istesen de rahat hareket edemeyeceksin. Neden o sırada bu ”insanlık hali”ni kabul etmeyi denemiyorsun bir kere de? Acaba başkalarının gözünde ve kendi hayallerinde kendine ”yüksek bir pozisyon” belirlemenin bu olanlara katkısı yüzde kaç? Bunu hiç düşündün mü? İstediğin pozisyonda olamadığın her seferinde rahatlığın kaybolup gitmeyecek mi? Ne dersin? Unutma, gerçek rahatlık ve huzur, insanın kendisini olduğu gibi kabul edebilmesindedir. Sonuçlar üzerinde ipotek koymaya çalışmasında değil! Kişi kendisindeki yüksek meziyetleri görebildiği gibi, zaaflarıyla da barışık olabilmelidir.

Bununla birlikte, ben şahsen ”yüz kızarması”nın ciddi bir zaaf olduğu kanaatinde de değilim. Mesela, hatip olma isteğini ele alalım. İyi bir hatibin özellikleri nelerdir? Yüzünün kızarmaması mı, yoksa söyleyecek bir şeyi olup bunu samimiyetle ve etkileyici biçimde söyleyebilmesi mi? Ve karşısında oturan insanların bu söylenenlere ihtiyacı olması mı? Üniversitede Amerikalı bir hocamız vardı. Politics 301 kodlu derste, ne yüz kızarması, adam sucuk gibi terlerdi. Arkasını döndüğünde gömleğinin terden ıpıslak olduğunu görürdük. Her derste bir selpak bitirirdi. Ama Eflatunun metinlerini sanki kutsal bir metinmiş gibi o kadar aşkla okur ve sınıfa anlatırdı ki, etkilenmemek mümkün değildi. Hatta o hocanın terlemesini, biz bir zaaf olarak değil, samimiyetinin bir parçası olarak değerlendirirdik. İnan, ben öğrencilik hayatım boyunca onun kadar iyi bir hatip öğretmen hatırlamıyorum. Demek, hatip olmanın başka esaslı ilkeleri var. öyle değil mi? Biliyorum, epey aykırı bir yerden cevap veriyorum anlattıklarına. Ama insanların bu tarz meselelere bu açıdan da bakabilmelerinin önemli olduğunu düşünüyorum. Aksi takdirde, fiziksel özelliklerimize veya ”zaaflarımıza” çok fazla mahkum olup soluğu ya kozmetikte ya hekimde alıyoruz. Onlar da zaten reklamlar sayesinde bu yaraları durmadan kaşıyıp duruyorlar. Buna da direnç göstermemiz gerekmez mi? Son olarak, bu tarz sorunların genelde gençlikle ilgili olduğunu da bilmemiz lazım. İlerleyen yıllarda, duyguların ve düşüncelerin oturdukça, bedeninin de bu oturmuşluğa eşlik edeceğini ve belki de istesen de yüzünün kızarmayabileceğini bilmeni isterim. öyle bir çağdayız ki, insanın yüzünün kızarması belki de bir meziyet olacak.

DOKTOR ŞİFA

Zafer dergisi / Nisan 2009

Kişilik Gelişiminde Ene ve Zerre’nin İki Yüzü EGOSANTRİZM ve EGOİZM

ÇOCUK, okul öncesi, 2-6 yaş arası dönemde benmerkezli (egosantrik) bir düşünce yapısına sahiptir. Dünyaya ve olaylara kendi açısından bakar. Kendisini dünyanın merkezinde görür, her şey onun için yaratılmıştır, anne baba ona hizmet etmek için vardır. Herkesin, hatta her şeyin, kendisi gibi düşündüğüne inanır. Benmerkezli düşünce yapısında çocuk başkalarının farklı düşünceleri ve duyguları olduğunu kavrayamaz. Başkalarının düşünceleri ve duyguları onun için önemli değildir. Konuşmalarında hep kendisinden bahseder. Paylaşmayı bilmez. Oyuncağıyla bir başka çocuğun oynamasına izin vermez. Mülkiyete saygı duygusu gelişmemiştir. Kendi oyuncağını başka bir çocuğa vermediği gibi onun elindeki oyuncağa da sahip olmak ister. “Benim, benim” diye tutturur. Anne babanın yalnız kendisiyle ilgilenmesini ister, bu yüzden yeni doğan kardeşini kıskanır. Her isteğinin yerine getirilmesini isteyen egosantrik çocuk, “yok”tan anlamaz. İsteklerinin ertelenmesinden hoşlanmaz. Belediye otobüsünde üç yaşlarında bir çocuğun “su, su!” diye annesini ne kadar bunalttığına şahit olmuştum. Anne “burada su yok, eve gidince içersin, otobüsten inince alırız” dediyse de çocuk “bana ne, bana ne, su istiyorum!” deyip başka bir şey demiyordu.

Her isteği yerine getirilen, davranışlarına sınır konmayan çocuk egosantrik düşünce yapısını aşıp sosyalleşemez. Bedensel olarak büyüse de zihinsel ve duygusal olarak çocuk kalır. Egosantrizmi egoizme dönüşür, kendisinden başka kimseyi düşünmez. Herkesten yardım ve anlayış bekler. Anne baba çocuğun sosyalleşmesi için, baskı yapmadan, her isteğine her zaman kavuşamayacağını, bazen sabretmesi gerektiğini; paylaşmanın, yardımlaşmanın, iş birliğinin, başkalarının düşüncelerine ve haklarına saygının önemini anlatmalı, kendi yaşantılarıyla örnek olmalıdır. Her isteğini yerine getirerek egosantrizmine yenik düşmemelidir.

Çocuğun sosyalleşmesinde oyun ve arkadaşın önemi büyüktür. Sokaktan ve arkadaştan tecrit edilen, dört duvar arasında büyüyen çocuklar dış dünyaya uyum sağlamakta zorlanır.

Kişilik Gelişiminde Egosantrizmin Önemi

İLK BAKIŞTA bencillik gibi görünen egosantrizm, çocuğun kişilik gelişiminde çok önemlidir. Anne babanın kendisiyle ilgilendiğini, tehlikelere karşı koruduğunu, ihtiyaçlarını giderdiğini, onu sevdiğini görüp yaşadıkça kendisini değerli hissetmeye başlar, yaşama sevinci artar. Anne babaya güvendiği için gelecek kaygısı duymaz. Bu düşünce, dini bilgi ile beslediği zaman, ileri yaşlarda kolayca “Rabb’ine güvenme” şeklinde gelişecek; Allah’ın özellikle Rahman, Rahîm ve Rezzak isimlerinin kainattaki yansımalarını (cilvelerini) müşahede edebilecektir.

Egosantrik düşüncenin animizm ve finalizm şeklinde iki tezahürü vardır. Çocuk canlı cansız ayırımı yapmaz, her şeyin canlı olduğunu ve onu anladığını düşünür. Tahta atıyla canlıymış gibi konuşur. Bu düşünce ileri yaşlarda atomdan güneş sistemine kadar yaratılan her şeyin Allah’ı tanıdığına ve O’nun emrine itaat ettiğine inanmasını kolaylaştırır. Finalist düşüncede çocuk her şeyin bir amaç için var olduğuna inanır. Anne baba çocuğun isteklerini yerine getirmek, güneş ısıtmak, ağaç meyve vermek için vardır. Finalist düşünme biçimi ileri yaşlarda Allah’ın hiçbir şeyi boşuna yaratmadığına dair inancın temelini oluşturur.

Çocuk Kalan Yetişkinler

ÜSTAD Bediüzzaman’ın izahlarından Peygamber(ASM) öğretisiyle desteklenmeyen, felsefe ile beslenen egosantrizmin zamanla egoizme dönüşeceğini anlıyoruz. Toplumumuzda bu tip insanlara çok sık rastlıyoruz. Bu insanların çoğu Allah’ın varlığını kabul ettikleri halde, gerçek Allah bilgisinden (marifetullahtan) yoksundur. Sahip oldukları sağlığa, zekâya, ilme, yeteneklere, makama, mal ve mülke kendi gayretleriyle, şu veya bu sebeplerle, sahip olduklarını iddia ederler. Allah’ın kendileri üzerindeki isim ve sıfatlarının cilvelerini (yansımalarını) göremezler.

Ailesi tarafından her isteği yerine getirilen, terbiye edilmeyen, sınır konmayan, sorumluluk yüklenmeyen, gerçek din bilgisinden mahrum büyüyen bir çocuğun Allah inancı da aldığı hatalı eğitimin etkisi altındadır. Fiziksel olarak büyüdüğü halde, zihinsel ve duygusal olarak çocuktur. Doğan Cüceloğlu’nun ifadesiyle buna “çocuk yetişkin” diyoruz. Anne baba nasıl onun her isteğini yerine getirmek zorunda ise, Allah da onun her işini yoluna koymak ve yardım etmek zorundadır. Bilgisizliğinden ve beceriksizliğinden işleri ters gittiğinde önce Allah’ı sonra sırayla anne babayı, müdürü, patronu ve iş arkadaşlarını sorumlu tutar. Çocuk yetişkinler başkalarının haklarına saygı duymayı bilmezler. Bencildirler, başkalarının duygularını önemsemez, empati yapmayı bilmezler. Emek ve dikkat isteyen, kurallara uymayı, sabretmeyi, paylaşmayı, işbirliğini gerektiren işleri sevmezler. Fazla emek vermeden, kısa yoldan zengin olmayı (köşe dönmeyi) isterler. Nasihatten, eleştirilmekten hoşlanmaz; hemen savunmaya geçerler.

Geçenlerde ters yönden gelen bir sürücüyü el işaretiyle uyarma cesaretinde bulundum. Hemen durdu, el frenini çekti, arabadan indi, “dur” işareti yaptı. Bana doğru öfke ile gelen takım elbiseli, yarım sakallı, saçları jöleli genç sürücünün özür dilemek için durmadığını anladım, ama artık yapılacak bir şey yoktu. Her ihtimale karşı kapıları içeriden kilitledim. Cama yaklaştı, yüksek sesle: “Neden el kol hareketi çekiyorsun!” diye bağırdı. “Belki farkında değilsin ama, ters yola girmişsin,” dedim. Kapıyı tekmelemeye başladı. Yine yüksek sesle: “Sana ne ulan, trafik polisi misin? İn aşağı da sana ters yolu göstereyim!” diye bağırıp meydan okumaz mı. Polisi aramaktan başka çarem kalmamıştı. Polisi aradığımı anlayınca işi uzatmadı, kapıya iki tekme daha atıp gitti. Polis gelinceye kadar bizim “çocuk yetişkin” çoktan kayıplara karışmıştı. Büyük şehirlerde, arabasıyla işe gidip gelenler, kalabalık trafikte neler yaşandığını iyi bilir. Hatalı sollayanlar, kırmızı ışıkta geçenler, sıra beklemeyip yandan girenler, yeşil ışık yanar yanmaz öndekine yürü diye kornaya basanlar, küfredenler, gece şehir içinde uzun farla gelenler, hız limitini aşanlar… Bunların hemen hepsi ailenin hatalı eğitimi sonunda çocuk kalan yetişkinlerdir. Temizliğin iyi bir şey olduğu, çevremizi temiz tutmamız gerektiği hem okulda hem ailede anlatılır. Müslüman’ın, inancından dolayı, temiz olması gerektiğini bilmeyen yoktur. Ancak, gelin görün ki, sokaklarımız, çöp bidonlarının çevresi, umuma açık park ve bahçeler, piknik alanları, hatta cami avluları ve şadırvanlar dahi çöple doludur. Yetişkin bir insan, tekrar gelip piknik yapacağı alana çöpünü atıp gider mi? Eğer bu bir “çocuk yetişkin” ise atar. İnancımız gereği topraktan geldik toprağa döneceğiz. Bunun içindir ki, ona “toprak ana” demişiz. İnançlı bir yetişkin hiç kendi mayası ve anası olan toprağı kirletir mi? Eğer bu bir “çocuk yetişkin” ise kirletir. İslâm kültüründe “ekmek” çok kutsaldır, Allah’ın nimetidir. Anadolu’da yemin ederken “ekmek çarpsın” derler. Yolda bir ekmek parçası bulduğumuzda basmayız, alıp kenara koyarız, kuşlar veya kedi-köpek yesin diye. Ancak aynı kültürün insanları sofradan arta kalan ve bayatlayan ekmeği çöpe atıyorlar. Sağlık Bakanlığı tarafından hazırlanan ”Sağlıklı Beslenme ve Gıda İsrafı” raporu Türkiye’de her gün 12 milyon ekmeğin atıldığını ortaya koyuyor. Buna göre, üretilen her on ekmekten biri atılıyor ve en çok ekmeği İstanbullu atıyormuş. Yoksa, ekmeği çöpe atanların çoğu Allah’ın: “Yiyin, için, ama israf etmeyin. Şüphesiz Allah israf edenleri sevmez,” emrini bilmiyor mu? Her zaman dediğimiz gibi, çocuk ailenin aynasıdır. Çocuğun kişiliği ailede şekillenir. Çocuğa bakın, ailesini görürsünüz. Ailesine bakın, çocuğun yetişkinliğini anlarsınız. Öyle ise, eğitime aileden başlamamız gerekiyor.

Ali Çankırılı

Zafer Dergisi: Ocak/2008

 

Gençler soruyor “Ben Kendim Olamıyorum!”

Umarım, soruma bir cevap verirsiniz. Aslında nasıl anlatacağımı bilemiyorum. Bir genç olarak bir kararsızlık içindeyim. Nerede nasıl davranacağımı bilemiyorum. Arkadaş çevresinde başka, evde başka birisi gibi davranıyorum. Böyle davrandığımın farkındayım aslında. Ama kendime engel olamıyorum. Kendim olamadığımı hissediyorum. Bu halim beni çok rahatsız ediyor. Bana yardımcı olur musunuz lütfen?

“KENDİNE KARŞI HOŞGÖRÜLÜ OL!” SEVGİLİ genç kardeşim, Gençlik yıllarında bu tarz kararsızlıkların, gelgitlerin yaşanması doğaldır. Zamanla kişiliğin oturdukça, bu konuda daha bir istikrar yakalayacağını sana şimdiden müjdelemek isterim. Zaten yaşadıklarından rahatsızlık hissediyor olman, şahsiyet noktasında bir istikrar arayışı içine girdiğinin bir alâmeti. Her tohum kendini çatlatırken sancı yaşar. Şimdilik bu sancının ne işe yaradığını göremeyip kızıyorsun. Ama o vicdanî ses, esasında kendin olmak yolunda sana en büyük yardımı yapacak bir rehberdir. Düşünsene, eğer insanlar içinde bulunduğu halden rahatsızlık duymasalardı, kendilerini değiştirmeye ihtiyaç hissederler miydi?

AYRICA bu zamanda kendin olabilmenin hakikaten çok zor olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Baskıcı bir toplum içinde yaşıyoruz. Herkes, seni kendisine benzetmek istiyor. Farklı olana tahammül, az bulunur bir fazilet oldu. Bu şartlarda bir hareket yaparken, kendi iç dünyana kulak vermek yerine, etrafa kulak kesilmek zorunda kalıyorsun. Evde “babana göre” okulda “öğretmene göre” sokakta “arkadaşa göre” hareketlerini ayarlıyorsun. Zamanla bu o raddeye varıyor ki, “Ben bu hayatın neresindeyim?” “Ben kimim?” sorusunu sormak zorunda kalıyorsun. Bir tür kaybolma duygusu nefesini kesiyor ve kalbini bunaltıyor. Her şeye rağmen, bu kuşatmayı kaldırmak senin elinde. Sen ortaya “şahsiyetini” koyabilirsen, etraftan yönelen baskıları belli bir mesafeye itebilirsin. Çünkü karşı tarafta bir saygı uyandırırsın. Yani sorun, bir “şahsiyet sorunu.” Ne demek bu? İnsanlar senin hakkında belli kanaatlere sahip olmalı. Onlara bu kanaati verecek bir istikrar sergilemelisin. Diyebilmeliler ki, Ahmet dürüst biridir, ne kadar zor koşullarda olsa da yalan söylemez. Ahmet, izzetli birisidir; küçük bir menfaat için kimseye yaltaklanmaz. Ahmetin kendi prensipleri vardır, onlardan kolay kolay ödün vermez. Ahmet, sorumluluklarını bilir; başka birisinin ona sorumluluklarını hatırlatmasına ihtiyaç yoktur. Ahmet akıllı birisidir; onu kandırmak hiç de kolay değildir. Ahmet yardımseverdir; gerektiğinde kendi işini bırakır sana yardımcı olur; vs. İşte böyle bir şahsiyet profili ortaya koyabildiğin anda, etrafındaki kişilerin senin üzerinde baskıları azalacak ve sana olan saygıları artacaktır. Böylece sen onlara göre hareket etmek yerine, belki de onlar sana göre hareket etmeye başlayacaktır. En azından, senin varlığın ve tercihlerini hesaba almaya başlayacaklardır. Eğer iç dünyanda anlamlı ve istikrarlı bir yapı kuramazsan, dış dünyada esen rüzgarlar seni biçimlendirmeye devam eder ve daha kötüsü, bunu yapmaya kendilerinde hak bulurlar. Çünkü karşılarında, kendi iradesiyle hayatına bir düzen getirememiş birisi durmaktadır. İç dünyanın inşasına gelince, aslında hayat boyu süren bir çabadan söz ediyoruz. Ama yine de, binanın temelleri gençlik yıllarında atılır. Tüm mesele şu: Nefsinin istek ve arzuları peşinden mi gideceksin; yoksa kalbinin ihtiyaçlarını rehber edinip ve kendini bir parça zorlayıp ahlâkî faziletleri (yukarıda altını çizdiğim şahsiyet özelliklerini hatırla!) nefsine benimsetmeye mi çalışacaksın? Bana göre şahsiyetin yolu, ikincisinden geçiyor. Ve bu yolu tercih edersen, zaman ve mekânı aşan saygıdeğer bir şahsiyet sahibi olursun diye düşünüyorum.

TABİ bir de, “Ben kendim olamıyorum” derken, kullandığın cümleye dikkatini çekerim. Bir “ben” ve bir “kendim”den bahsediyorsun. Yani, kendini gözleyen ve değerlendiren bir ben’in var. O gözleyici ve şuurlu ben, “kendim” dediğin şeyden memnun değil. Tüm sorun da burada. O zaman şu soruyu sormak icap ediyor: “Sen” nasıl bir “kendin” olmak istiyorsun? Başka bir ifadeyle, şu dünyada nasıl biri olmak istiyorsun? Ne yaparsan, hayatının anlam kazanacağını düşünüyorsun? Şahsiyeti oluşturan önemli bir unsur da işte bu sorulara vereceğin cevaplarla ortaya çıkacak. Meselâ kendine kimi örnek alıyorsun? Bu soruya vereceğin cevap çok önemli. Yanlış kişiyi örnek alırsan, hiçbir zaman seni mutlu edecek bir şahsiyet oluşturamayabilirsin. Yanlış örnek, yanlış bir hayata malolabilir çünkü. DOĞRU örnek ise, uğruna hayatını adayabileceğin sağlam bir hedef anlamına gelir. Böyle bir hedef, şahsiyetini toparladığı gibi enerjini doğru yerde harcamanı sağlar. Ama bir insanın kendi olabilmesinde en yüksek makam, hiç şüphesiz, Allah’a layıkınca abd olmuş bir insandır. Düşünüş ve davranışında kişinin, ancak Allah’a hesap verme gibi bir yüksekliğe erişmesi ve O’ndan başka mutlak otorite tanımaması, esas “kendin olma”nın yolunu açar. Gerçek şahsiyetin kapı eşiği de bu noktadır. Sana kendin olabildiğin bir hayat diliyorum.

Doktor Şifa

Mayıs 2008 / Zafer Dergisi

Üç çizgi

“Ne istiyorsun?”
Anne çocuğuna sorar. Arkadaş arkadaşa. Terapist danışanına.
Ya da insan kendine sorar: “Ne istiyorsun?”

İnsan ne ister, diye düşünüyordum. Ne istiyorum, diye de.

Ne istiyorsun, diye sormaya görün. Bu masum sorunun cevapları bir anda dört bir yanınızı sarmaya başlar. İstekler, arzular, emeller birbiriyle yarışır. Her bir istek bu hengâmeden sıyrılıp öne çıkmak ister. İtiş kakış arasında, “Ben, önce ben,” diye haykırır durur…

Onu tekrar görmek istiyorum. Âşık olduğum kızın da beni sevmesini istiyorum. Beni bırakmasın istiyorum. Benimle gurur duyulsun istiyorum. Hiç yaşamadığım çocukluğumu yaşamak istiyorum. Kanseri yenmek istiyorum. Yeniden genç olmak istiyorum. Mutlu olmak istiyorum. Adalet istiyorum. Hakkımı istiyorum. Saygı istiyorum. Yaşamımın bir anlamı olsun istiyorum. Bir şey başarmak istiyorum. Umursanmak, önemli olmak, anımsanmak istiyorum. Yaşlanmamak istiyorum. Ölünce ona kavuşmak istiyorum. Beni kimsenin incitmemesini istiyorum. Hiç ölmemek istiyorum. Zayıflamak istiyorum. Burnumun biraz daha küçük olmasını istiyorum. Beyaz tenli olmak istiyorum…

Birine ne istiyorsun diye sormaya görün. İstekler, arzular, emeller, bendini aşmış bir baraj gibi taşar insanın içinden.

Bütün konuşmalara, insan hikâyelerine, tüm anlatılara kulak kabartın, kelimelerin altını kaldırın: aynı çığlığın yankısını duyarsınız: “İstiyorum! İstiyorum!”.

Ne istiyorsun?

Her şeyi ama her şeyi. Hadsiz şeyi.

Bir gün, yere bir çizgi çizer Kâinatın En Değerli Varlığı. “Bu insanı temsil eder,” der.

Önümdeki bir kâğıda bir çizgi çizdim (siz de çizin). Yanına “insan” diye yazdım.

Sonra bunun yanına ikinci bir çizgi daha çizip, “Bu da ecelini temsil eder” buyurur.

Önümdeki kâğıttaki “insan” çizgisinin yanına bir çizgi daha çizip yanına “ecel” yazdım.

İkinci çizdiği çizgiden daha uzağa bir çizgi daha çizdikten sonra, “Bu da emeldir” der ve ilave eder: “İşte insan daha emeline kavuşmadan ona daha yakın olan eceli ansızın geliverir.”

Ecel ansızın gelivermeden geleceğini düşünmek bile emellerimizin ferini söndürür. Kim bu dünyada istediklerinin tümünü elde etmiş ki?

Emeller terazisinde bir aşağı bir yukarı yol alırız. Arzular, istekler bir sarmaşık gibi gelip gelmeyeceği meçhul bir geleceğe tutunarak sürgün verir. Akrep ve yelkovanlara tutunmuş arzular zamanın üzerinde yol alır. İsteğin dur durağı yoktur. Esnekliği ise sonsuzdur. Bir o yana bir bu yana eğilir arzular.

Çekişler dövmeye başlar emellerimizi.

Gölde günün son ışıkları gibi titreşip durur evrenin köşelerinde. Dünyanın dişlileri öğütür onları. Ufuktaki son çizgi gibi sönmeye yüz tutar. Gönlümüze gecenin ateşi düşer.

İkinci çizginin yanına “emeller” çizgisini çizerken aklıma şairin (Kaysın Kuliev) sözleri düşüverdi.

“Karanlığa nerde yakalanırsa kuş,/Durup dinlenirmiş, derler orda./Ya sen dur durak bilmeyen kuş/Yüreğim, sen nerde durursun acaba?/Denize kavuşan telaşlı ırmak/Durup dinlenirmiş, derler orda./Ya sen, soluk almadan akan ırmak/Yüreğim, sen nerde durursun acaba?”

İnsan yüreği nerede durur?

Sorumun cevabını Zamanın Bedii’nden aldım: “Yine o şahıs, ebede kadar uzanıp giden emellerini, istidadlarını düşündüğü zaman, saadet-i ebediyeyi (sonsuz saadeti) tasavvur eder. O saadet-i ebediyenin mâ-ül hayatından (hayat suyundan) bir yudum içer, kalbindeki emellerini teskin eder.”

Sonra ölümün yanına “ebedi saadet” diye yazdım. Ölüm emellerimize bu dünyada ulaşmayı engellerken, ebedi hayatta onlara kavuşmak için bizi sırtlayıp oraya götürüyor diye düşündüm.

Mustafa ULUSOY

Okuyan Mutlu Okumayan Mutluluğa Hala Aday

Hayatın içindesin.
İnsanlarla berabersin.
Onlarla aynı havayı soluyorsun.
Aynı dünya memleketini paylaşıyor aynı suyu içiyorsun.
Herkesten kaçıyorsun ama kendinden kaçamıyorsun.
Herkesi kandırıyorsun ama kendini kandıramıyorsun.
Yoksa düşünmemek için kendine aman boş ver narkozunu mu enjekte ediyorsun?
Aynalarda kendini mi görüyorsun, yoksa yapmacık ifadelerini mi?
Kalbinde sonsuzluğumu yaşıyorsun yoksa karanlıkta boğuluyor musun?
İnsanlar seni anlamıyor mu yoksa sen mi onları anlamıyorsun?
Çok mu dertlisin yoksa dertler mi çok?
Aslında tek kelimeyle seni rahatlatacak bir şey diyeyim. Her şey çok güzel ya açıktan güzel ya manaca güzel ya hikmetçe güzel. Bocalayıp durduğun içinde kendini boğuluyor gibi sandığın çok mesele var ki izahlarını öğrendiğinde boşu boşuna kendime acı çektirmişim diyeceksin.
Ne gerek var ki gereği olmayan çok şeyler için acı çekmeye huzursuz olmaya. Ne diyor büyük üstad bu dünyanın cefasını değil sefasını çek.. bunu derken zindanda parmaklıklar arkasında.. neydi onu bu haldeyken bile keyfinize bakın dedirten GÜÇ..??
Sana müjdelerim var yeter ki yazılanları kendi kalbinden çıktığını düşünerek oku. Çok az bir empati kur. O zaman gerçekten şu yazıdan sonra sonsuz bir mutluluğa yürüyeceksin kimse ve hiçbir şey seni huzursuz edemeyecek.
İnsanların canını sıkan üzen ağlatan bütün duygularını sarsan o kadar çok etken var ki bunların manasını ve neden niçin ve sonucu nedir penceresinden baktığında keyifle gülecek dün ağladığına bugun güleceksin.
Sana birkaç ip ucu vereyim
Zorluklardan şikayet edenleri görürsün ben ise ZOR kavramının varlığına inanmıyorum.
Zor yapılması mümkün olup ta yapılmayan işin adıdır.
Zor kendi önüne koyduğun engellerin adıdır.
Sananeleri, bananeleri çok işitirsin belki sende aman banane aman sanane dersin. Halbuki aynı havayı aynı küpün içinden soluyorsun. Banane diyemesin sanane diyemezsin. Ben senden ne kadar sorumluysam sende benden o kadar sorumlusun. Benim nefesimin kokusu seni rahatsız edeceği gibi senin nefesinin kokusu bana gelecektir. O halde aynı küpün içinde nefeslerimizi temiz tutmalıyız.
Nedir o nefes.. her nefes de kurduğun cümle her nefeste kurduğun düşünce her nefeste yaptığın iş.. evet nefesleri temizlemek kendine faydası olanı herkese fayda vermesini sağlayacak şekilde sayılı nefeslerini alıp vermektir… evet sayılı nefes.. son kaç kaldı bu nefeslerde…??
Sana huzur ne verir biliyor musun kendine gelen kazançların sende kalacağını senin kullanacağını düşünmek. Ama bu huzur sana her zaman geçici bir lezzet verecek. Çünkü bir gün bakacaksın ki elinden bütün kazançların gitmiş.
O halde gerçek huzuru istiyorsan hiçbir şeyin senin olmadığının bilincinde olarak yaşamalısın.
Üzülmek istemiyorsan hüzün duyduğun hiçbir şeyin senin olmadığını anlamalısın.
Öyle ya bana sana ait olan her şeyi say saya bildiğince.. şuan sesini duyuyorum bana diyorsun ki
Gözlerim benim, Dilim benim,Dudağım benim,Ayağım benim,Elim benim,Saçım benim,Kirpiklerim benim,Göz kapaklarım benim,Kaşım benim, elbiselerim benim saydıkca sayıyorsun hepsinin sana ait olduğunu söylüyorsun.

Ben ise seni yalanlamıyorum. Evet bütün bu saydıkların görünüşte senin. Ama işin özünde senin değil. Sana ait değil. Saydıklarının ve sayamadıkların her şeyin sahibi sonsuz bir güç sahibinin.
Bir gözün var ki görebileceğin her güzellik gözünün karşısında…
Bir dilin var ki tadabileceğin her tad o dilin ucunda..
Ayakların çıplakmı yürüyorsun cadde bayırda. Hayır değil mi. Ayaklarına bir ayakkabı giyiyorsun. Gözünede bir göz kapağı giydirilmiş farkında mısın. Diline de bir dudak giydirilmiş farkında mısın. Yağ ve et kandan oluşan bedeninde ne kadarda o ette ve kanda olmayacak hünerler var farkında mısın. Diline tad alma özelliğini veren bir güç, gözüne görme yeteneğini veren bir güç aslında hiç bir şeyin sana ait olmadığı mesajını çoktan vermemiş mi?
Düşünce ekzersizi yap.. kendini en az 3 dakika dinle. Al eline kağıt kalemi yaz yazabildiğince. Saçmaladığını düşünsende yaz.. hep başkalarıyla geçiyor vaktin düşüncelerin başka şeylerde esir olmuş. Artık yetmedimi 3 dakikanı kendine ayır ve kendine ait olmayan her şeyin farkına varmaya başla. Ne kadar çok şeyin sana ait olmadığını keşfettinse işte o kadar sonsuz mutluluğa erişeceksin.
Bir gün mutsuz olmak istersen bir şeylerin sana ait olduğunu idea etmen yeterli olacaktır.
Birini çok mu seviyorsun senin mi olsun istiyorsun. Halbuki sen senin değilsin ki o senin olsun. Her şeyin sahibi herşeyi en mükemmel şekilde sanatlı yapan sonsuz GÜÇ ündür.
Mülkü varlığı sendekileri sana onu kim verdi ise ve kısa bir süre sonra ölüm ile hepsini senden geri alacak kimse işte o senden almadan sen emaneti acilen sahibine ver. Bütün emanetleri vaktinde teslim et o emanetleri sana verene… işte o zaman sonsuz bir mutluluğun içinde kendini bulucaksın. Çünkü sende onunsun o ise mutluluk kaynağı. Ver kendini hadi ona ver.. ver ki mükafatı sadece“O” olsun.
İstersen bana tek bir cümle yaz.. yaz ki bu sohbetimizin devamı olsun…
Empati kur herkesle…
Elmayı aldığın ağaçla kurduğun empatide o ağacın sana neler anlattığını sayfalarca bana yazacaksın..

Araştırmacı Yazar
Süleyman Yasin AKDENİZ