Kategori arşivi: Kişisel Gelişim

‘Pencerelerden seyret içlerine girme’

Aslında bütün mesele, evet bütün mesele şu:
Varlıklar kimin? Biz kime aidiz? Şu dalların üzerinde hışırdayarak salınan yeşil ve sarı yapraklar kimin? Rüzgâr kimin? Yer kimin? Gök kimin?

Ya şu biten ömür?

Tırnaklarını kim uzatıyor günbegün? Bedeninin takatini kim söküp alıyor da yaşlılık veriyor sana? Ateşin üzerindeki yemeği kim pişiriyor? Başını kim ağrıtıyor? Sen yürüdükçe bacaklarını kim yoruyor? Kim hayat veriyor kurumuş ağaçlara? Tepeden tırnağa incelik akan bir kedinin yüzü kimin şaheseri?

Kim hayat kadar bir nimet olan ölümün sahibi? Kim ruhlara ceset giydiriyor, kim cesetleri ruhlardan soyuyor?

Kim senin sahibin?

Biz kimin kölesiyiz?

Kimin mülkünde yaşatılıyoruz?

Kimin mülkünde çalışıyoruz?

İnsan hayatını istediği gibi yaşamalıdır; ne safsata…

İnsan kendine aittir; büyük yalan…

Kim yaratıp sofrana koyuyor bir havucu? Marullara o fırfırlı tazeliği yerleştiren kim? Kim bir yıldızı ateş topu gibi alev alev yakarken bir diğerini söndürüyor? Kim pişiriyor fırında mis gibi kokan o simitleri? Ateşi harlayan kim? Dünyayı kim güneşin etrafında pervane ediyor? Güneş patlamaları kimin eseri? Kim rahmet bulutlarını muhtaç olanların imdadına koşturuyor?

Kim şu an binlerce bebeği rahimlerde yaratan, koruyan, kollayan? Kim bazılarına da hayat fırsatı vermeyen? Kim doğar doğmaz bir bebeğe ölümü verip yanına alan ve sonra cennetine koyan, cennette hazır tuttuğu melekleri onlara arkadaş kılan?

Kim bazılarına çocuk vermeyen? Kim bazılarına hastalık veren, bazılarını iyileştiren, bazılarını yanına alan? Kim kıl payı ciddi bir kazadan kurtaran, bazılarının da ölümünde karar kılan?

İnsan kendine yeter düşüncesi: parçalanmış efsane…

Ne karışıyorsun öyleyse, hayatın akışına? Doğuma ve ölüme… Ayrılığa. Gelip gitmeye. Canlılığa ve solmaya.

Sızlanma hakkını nereden alıyorsun? Neden şikâyet üstüne şikâyet biriktiriyorsun?

Yaşarken kullandığın sözcükler de mezarına koyulacak bir gün.

O zaman bu mızmızlık neden?

Sahi ne zannediyorsun kendini? Dünya senin isteklerinin etrafında mı dönecek belliyorsun?

Neden emanet etmiyorsun kendini O’na? Sahibine. Sonsuz kudreti olan Mutlak Varlığa. Kendini, sevdiklerini, çoluğunu çocuğunu ondan daha fazla mı düşündüğünü sanıyorsun? Ondan daha fazla mı seviyorsun sevdiklerini? Sen kendini bile O’ndan daha fazla sevip değer veremezken?

Gölgeyle üzerine serinliği örten kim? Ses tellerini titretip seni konuşturan? Bir akarsuyun dibindeki çakıl taşını saydamlaştıran? Yorulmak nedir bilmez dalgalarla binlerce yıllık bir sabırla o kıyılardaki çetin keskin kayaları yumuşatıp köşelerinden eden? Ya göklerdeki milyonlarca kilometre uzaktaki devasa gezegenlerin ve ateş topu yıldızların ışığını, bize siyah kadifeden bir örtü üzerinde ziyafet diye sunan?

Başını çıkar, daldırdığın o hayal âleminden ve o başı kurtar imgelerden. Pencereden bak. Dışarıdaki âlemi seyret. Bak neler oluyor orada? Oradaki devinimi seyret. İhtişama dik gözlerini. Kendi âlemindeki karanlığın yalancı vehim ve vesveselerin, hakikatsiz kuruntularının eseri. Çık o kasvetli âlemden. Çık ve gözlerinin penceresinden hakiki âlemin hakikatlerine dal.

Bırak kendini, gevşe biraz. O’nun rahmetine bırak geçmişini, anını, geleceğini. Sahibine bırak kendini. İnan senden daha fazla düşünüyor seni, önemsiyor, seviyor, değer veriyor, kaile alıyor, merhamet ediyor, şefkat besliyor, önemsiyor.

O’na güven yeter. O’nun verdiklerine güven. Vermediklerine güven. Verdiklerini alıyorsa, yine güven. Mutlaka ama mutlaka; mutlak bir nedeni, hikmeti, gayesi ve amacı vardır bunun. O hangi şeyi abes, gereksiz, anlamsız, boşu boşuna yapıyor, söylesene?

Aklının ermediği şeylere karışma. Haddini bil. Sahibine güvendiğinde kazançlı çıkacak yine sensin. Yoksa hayatın tepeden tırnağa yorgunlukla dolup taşacak.

Sevdiklerinin mezarının üstünde otları bitiren kim?

Nasıl oluyor da aklına güvenip hayatınla ilgili hükümler veriyorsun bu iyi oldu, bu kötü oldu diye? Nereden biliyorsun karanlığın içinden aydınlığın çıkmayacağını? Bu acele niye? İstediğin ya da istemediğin şeyin senin için hayırlı olduğunu iddia eden benliğinin gururundan başka ne var elinde?

“Beyhude ızdıraba düşüp azab çekme, mülk başkasınındır.”

Ne karışıyorsun ki O’nun mülkünde yaptığı tasarrufa? “Ben her şeyi bilirim,” diye iddia ediyorsan tabii, o zaman başka. Halbuki görünen başka, aslı başka. Gene de tutamayacağım kendimi söyleyeceğim işin aslını, hoşlansan da hoşlanmasan da: Sen sadece O’nunsun, O’na aitsin, O’nun eseri ve mülküsün.

Yorgun dünyanın içine girme. O girdaplı su kimleri yuttu bir bilseydin korkardın. Sen sen ol, âlemin penceresinden seyret yine âlemi. Bir tren vagonundaymışsın misali daya başını cama, akıp giden görüntüler nehrini izle bir seferi gibi…

“Mülkü sahibine teslim et, ona bırak.”

Kendinin üzerinden elini çek, teslim et sahibine yok yere sahiplendiğin ne varsa.

Bir adım geri çekil de bak. Bak gördüğün aynı sen mi, aynı gerçek mi?

“O hem Hakîm’dir, hem Rahîm’dir. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder, çevirir. Dehşet aldığın zaman, İbrahim Hakkı gibi “Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler” de, pencerelerden seyret, içlerine girme.”

Ey nefis, inan bu senin de hayrına olacaktır.

Hadi kalk bir yürüyüşe çık. Düşün düşün, bu işin sonu yok. Soğuk sokakların ayazı işleşin içine de, belki çıkarsın biraz muhayyilenin çıkmaz sokaklarından. Kaygılı dudaklarına neşeli bir şarkı konar belki o zaman.

Ha bir de yürürken manasız şeyleri dert edip kara kara düşüneceğine, Zamanın Bedii’nin şu cümlelerinin üzerinde tefekkür et biraz:

“Hem bir misafirhanedir. Öyle ise onu yapan Mihmandar-ı Kerim’in izni dairesinde ye, iç, şükret. Kanunu dairesinde işle, hareket et. Sonra arkana bakma, çık git. Herzekârane (saçmalarcasına) fuzulî bir surette karışma. Senden ayrılan ve sana ait olmayan şeylerle manasız uğraşma ve geçici işlerine bağlanıp boğulma.”

İşte böyle nefsim…

 Mustafa ULUSOY

Piyangodan zengin olanlar mı?

Yapılan araştırmalara göre, piyangodan en büyük ikramiyeyi alanların genelde ruh sağlıkları bozulmuş, hastanelere düşmüş!

Kimisinin tedavisi devam etti, kimisi tımarhaneye düştü…

Piyango kumardır ve gafil insan için büyük bir mantıksızlık, akılsızlık hâlidir aynı zamanda.

Bediüzzaman, bu ‘akıl dışılığı’ şöyle ifade eder: “Bin adamın iştirak ettiği bir piyango kumarına yarı malını vermek, akıl kabul ederse—halbuki, kazanç ihtimâli binde birdir—sonra yirmi dörtten bir malını yüzde doksan dokuz ihtimâl ile kazancı musaddak bir hazîne-i ebediyeye vermemek, ne kadar hilâf-ı akıl ve hikmet hareket ettiğini, ne kadar akıldan uzak düştüğünü kendini âkıl zanneden adam anlamaz mı?”(1)

Gazete manşetlerinden, televizyon ekranlarından, radyo programlarından inmeyen “kirlilik” ve dehşet saçan inançsızlık, yalan-dolan, hile, rüşvet, yolsuzluk, hırsızlık, dolandırıcılık, israf, fâiz, tefecilik, kumar, AIDS, uyuşturucu, alkol, fuhuş, boşanma, cinâyet vs. gibi fenalıkların sebeplerinden birisi de, piyango kumarıdır.

Aldatmaya yönelik bir davranıştır kumar. Zararı, yalnızca zaman öğüten bir çark, başkasını aldatarak parasını almak veya para kaybetmekle sınırlı değil. En tehlikeli tarafı, bağımlılık yapmasıdır. Bu sûretle nice servet, mal, mülk, âile şerefi, nâmus, hatta hayat elden gidiyor! Zira, iş cinâyetlere kadar varabiliyor.

Kumar, insanı tenbelliğe iter. İnsanlar arasındaki güven ve dayanışmayı sarsar. Emeğin, hile veya şans yoluyla el değiştirmesine sebep olur. Bundan ötürüdür ki, bir âyet-i kerîmede, kumar açıkça zikredilerek, ondan uzak durulması emredilir:

Ey imân edenler! İçki, kumar, putlar ve kısmet çekilen zarlar hep şeytanın işinden birer pisliktir; ondan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.”2

Bir diğer âyet de şöyle:

Ey îmân edenler! Birbirinizin malını haram şekilde yemeyin; ancak karşılıklı rıza ile yaptığınız ticâret başkadır. Birbirinizi ve kendinizi öldürmeyin; canlarınızı da boşu boşuna tehlikeye atmayın. Muhakkak ki Allah size çok merhamet edicidir.”3

Kumar, hayatı anlamsız yapar ve çekilmez hâle getirir. İslâm medeniyeti, insanı, maddeten ve mânen bir bütün olarak ele alır. Duygu ve kâbiliyetlerini en ince teferruatına kadar tahlil eder. Neyin nereden kaynaklandığını iyi tespit edip, tedbir yollarını gösterir.

Böylece nefsi terbiye olmuş, duyguları tatmin olmuş bir insan, piyango ve kumara değil, çalışmaya, meşrû dairede kazanmaya, helâl rairesinde yaşamaya çalışır.

Zirâ bilir ki, helâl dairesi keyfe kâfîdir, gayr-i meşrû daireye, harama girmeye lüzum ve ihtiyaç yoktur.

Dipnotlar:

1-Sözler, s. 41.

2-Kur’ân, Mâide Sûresi, 90.

3-Age, Nisâ Sûresi, 29.

Ali Ferşadoğlu (19.12.2010)

Kaynak : saidnur.de

Sanal dostluklar “gerçeğin” yerini tutmuyor!

Ne kadar “sosyal”iz. Yakınlarımızla, akrabalarımızla ilişkilerimiz nasıl? Ne ölçüde iletişim kurabiliyoruz? Yani toplum olarak birbirimize olan düşkünlüğümüz artık internetten bile belli oluyor.

Nasıl mı?

Geçenlerde Facebook Teknoloji Başkanı Bret Taylor, New York’ta düzenlenen Web 2.0 Expo konferansınde Türk gazetecilerin sorularını cevapladı. Bizim acar muhabirler, yabancı ellerde bu tür bilişim konferansı oldu mu hemen “Türkler”in istatistiki durumunu sorar.

Taylor, Türkiye’nin sosyal iletişim ağlarına olan ilgisini baya baya övmüş, ardından, “Türkiye’de yüksek oranda friendfeed ve facebook kullanıcısı var. Oldukça sosyal bir ülke olmalısınız. Bu çok ilgi çekici bir durum” demiş.

Yani: Türkiye, 22.6 milyon kullanıcısla ABD, İngiltere ve Endonezya’dan sonra facebook’ta 4’üncü sıraya yerleşmiş.

Yani: Dünya geneline bakılırsa, 500 milyonu aşkın kullanıcıya sahip sosyal paylaşım sitesi facebook’un en gözde ülkeleri arasında Türkiye var. Taylor, medya aracılığıyla yöneticilere kur yapıyor ve: “Türkiye bizim ekonomimiz ve ürünlerimizin başarısı için önemli bir ülke” diyor.

Ee, bu değirmen hangi suyla dönecek. Şaka bir yana: Sosyal paylaşım sitesi facebook’a göre, biz birbirimizin değerini bilen sınıfa giriyoruz. İnternetten çok önce…

Televizyonun ülkemize geldiği günleri hatırlayanınız var mı?

Hani, bir mahallede 10 ev varsa, bir evde mutlaka televizyon bulunuyor ve kuruyemişi kapan soluğu komşuda alıyordu. Çoluk çocuğuyla ekran karşısına oturup bir yandan çekirdek çıtlatıyor, bir yandan da komşuluk ilişkilerini geliştiriyorduk.

Sosyal yanımız televizyonun ilk günlerinde çok gelişmişti!

Televizyon yaygınlaşınca bu sefer, birbirimizden koptuk.

Programlar, maçlar bizi evimize bağladı, komşu ziyaretleri bile dizilerin gününe göre şekillenir oldu.

Dahası: Teknoloji gelişti. Geliştikçe tüketim arttı. Zaruri ihtiyaçlar çoğaldı. Bilgisayar da buna dahil oldu. Bilgisayarsız ev yok denecek kadar azaldı. Şimdi “MSN” i olmayan ayıplanıyor, Facebook’un yoksa kimliğin de yok! Twitter’siz hayat olur mu?

Ancak bunlar “sosyal” olduğumuzu göstermez.

Asıl olan insanların akrabaları ve dostlarıyla yüz yüze görüşerek bir arada bulunmasıdır. Yani sanal değil canlı bir dostluk gerçek bir değer ifade ediyor.

Sanal ortamdaki yazışmalar, hiçbir zaman gerçek sosyal olgunun yerini tutmaz. Teknolojinin gelişmesi, insan ilişkilerini arttırmıyor, bilakis kendi içinde bir yalnızlık meydana getiriyor. Bu da teknolojiye bağımlı ama yalnız insan portresi oluşturuyor.

Arkadaşlarımızı bilgisayar yönetmemeli. İnternet merkezli dostluklar “gerçeğin” yerini tutmuyor.

Belki günümüz koşullarında daha çok insanla irtibat kurabilmek, bilgi paylaşımında bulunmak açısından sanal dostluklar önemsenebilir.

Ancak, gerçek dostluğun yerini hiçbir şeyle dolduramazsınız.

Kendimizi bundan mahrum etmeyelim..

Davut ŞAHİN

kaynak: nurdergi.com

Her Halin Öğrettiği

MODERN ZAMANLAR yoksulluğun yerildiği, varsıllığın övüldüğü zamanlardır. İnsan için cesedini daha konforlu yaşatabilmek dışında bir gayeyi meşru görmez. Maddi veya kapital olarak kendi skalasında, kendi değer ölçeğinde anlamlandıramadığı çalışmaları hoş görmez, beyhude görür; mistik, metafizik gibi isimlendirmelerle değersizleştirdiğini, fantastik bir uğraş haline dönüştürdüğünü düşünür.

Modern zamanların lügatinde fakirlik ve acziyetin, içerisinde kaale alınır bir değere işaret ettiği bir anlam veya kavram yoktur. Başarmanın ölçüsü fakirlikten uzaklaşmanın derecesidir. “İhtiyaç hissetme” halinden ne kadar uzakta kalırsan ve “sahiplik, malikiyet” hisleriyle ne kadar hâllenirsen o kadar başarılı olursun.

Modern zamanların hayat ve dolayısıyla insan tasavvuru tek-tiptir. Hayatı tek bir formda okur. Yoksul bir hayat bu formun içerisinde ihmal edilmeye değerdir onun için.

Oysaki mü’min hayatı ve eşyayı tek bir formda okumaz. Zıtların kardeşliğinde ve tezatların buluşturduğu noktada Rabbinin şuunatına mazhar olma halini yaşar. Mü’min varsıl iken şükür ve şefkat vurgulu bir ubudiyet kurgusuyla, yoksul iken ise sabır ve izzet vurgulu bir ubudiyet kurgusuyla hayatı okuması ve muhatap olması gerektiğini bilir; bilmekle de yetinmez, o hali dünyasına taşır, aklındaki bilgiyi kalbindeki marifete ulaştırır ve dönüştürür. Her halükarda insan ister sabır, ister şükür yoğun ubudiyetle mükellef olsun, dünyasını acz ve fakr ile yoğurmak ve beslemek durumundadır.

Şükür halinde “Ben acizdim, fakirdim iktidarım kısıtlı idi, Sen (Muhsin olan Rabbim) bu nimetleri bana ihsan ettin, kudretinle (Kadir olan Rabbim) bana yardım ettin, benim fakirliğim Senin gınana (Ganiyy olan Rabbim) benim acziyetim Senin kudretine işaret eder” bilinci vardır. İnsanın şükür hali dünyasında bu anlamların varlığına işaret eder. Sabretmenin dili de dünyamızda “Ben acziyet ve fakr içindeyim, ancak Senin kudret ve ihsanınla aczimin ve fakrımın perişaniyetinden kurtulabilirim” manasının yerleştiğini gösterir.

Yani modern zamanlar veya zamanın ahiri bizi fakirliği yok sayan bir hayat tasavvuruna çağırır, başarı ve itibar ölçüsü olarak zenginliği koyar önümüze ve dünyamıza. Modern zamanlar için fakirliğin, başarısızlığın ve yenilginin tek formlu hayat tasavvuru içinde yerleri yoktur. Başarısızlık ve sonucu olarak fakirlik bu hayat içerisinde hiçbir anlamsal kalıba tekabül etmemektedir ve bu anlamda işaret ettiği bir değer kesinkes yoktur.

Oysa ubudiyet hali, adı üzerinde bir “hal”dir ve hayatın içerisinde yok saydığı, değersizleştirdiği, ihmal ettiği hiçbir durum söz konusu değildir. Allah Kâbıd ve Bâsıt’tır. Dilediğini genişlendirir, dilediğini daraltır, her halükarda rızkı veren Allah’tır. Hayat ve eşya Rabbinin yazar bozar bir tahtasıdır. Her yazmak ve bozmak bir esma talimine, en nihayetinde ise bir şuunata işaret eder. İnsan ise hem mülktür, hem memluktur, hem de mülkünde çalışmaktadır. Dolayısıyla insanın nefsine ve enesine hiçbir açık kapı kalmamaktadır.

Ubudiyet hali Rabbinin şuunatından nasiplenebilme halidir. Bu halde makbul olan başarmak değildir. Bilakis bazen makbul olan yenilmek de olabilir. Makbul olan “akıbet sahibi” olabilmektir. Ve akıbet muttakilerin olacaktır. Muttakiler ister başarısızlık, fakirlik ve yenilgi ile sabır vurgulu bir ubudiyet halinde olsunlar, ister başarı, zenginlik ve galibiyetle şükür vurgulu bir ubudiyet halinde olsunlar, her ne halde olurlarsa olsunlar, enfüsî âlemlerinin merkezinde fakirlik ve acziyet marifeti vardır. Bu marifetle Rabbinin ihsan etme, şefkat etme, rızıklandırma şuunatına muhatap olur. Varsıllığın veya yoksulluğun, başarının veya başarısızlığın, yenilginin veya zaferin her halin içerisinde bu şuunattan nasiplendirecek bir ubudiyet tavrı vardır. Aslolan hayatı bu ubudiyet tavrını merkeze alan bir duruşla okuyabilmektir. Bunun için modern zamanların zihnimize ve dünyamıza berkittiği, başarıyı her halükarda yücelten, zenginliği de başarının tek ve sarsılmaz ölçüsü olarak sunan duruşuna karşın, zenginliği ve fakirliği de “takva hali”nin farklı renkleri haline getiren “akıbet sahibi muttakilerin” duruşunu dünyamıza taşımalı ve hakim kılmalıyız.

Aslolan şu dünya hayatında modernizmin tamamen maddi ölçüleriyle “dünya hayatından bir zahir bilenler”den olmamak, bir müttaki olarak küfür ve dalalet dışında her halin kalbimize ve vicdanımıza ulaştırdığı şükür derslerinin muhatabı olabilmektir.

Ey talib-i hakikat, belki de bilsen Rabbinden, “yenilme”yi daha çok yenilmeyi, “fakirliği” daha çok fakirliği, “başaramama”yı daha çok başaramamayı talep edersin.

Kim bilir.. Alîm ve Hakîm olan Rabbin bilir.

© 2010 karakalem.net, Metin Ergöktaş

‘Üstün insan’ ‘insan-ı kamil’e karşı

Antik Yunan ve Roma’dan süzülüp gelen ‘üstün insan’ anlayışı ile bugünün Batı kaynaklı ‘kişisel gelişim’ kültürünün şekillendirmeye çalıştığı insan modeli arasında neredeyse birebir paralellikler göze çarpıyor. Mevcut kişisel gelişim kültürü, aynı zamanda bir seküler ahlâkın inşasıdır.

 

 

MEDENİYET DEMEK, çoğu kere, insan demektir. Hem medeniyetin mayasını karmak bakımından, hem de teşekkül eden medeniyetin baş aktörü olması bakımından, insanın yeri tartışılmazdır. Kadim geleneklerin de vurguladığı gibi, yaratılışının kapsamlılığı açısından bakıldığında, her bir insanın kendi başına potansiyel bir medeniyet olduğu bile söylenebilir.

İnsanlık tarihi, her medeniyetin teorik temelleri ve pratik yaşama biçimi ile inşa ettiği ve öngördüğü bir insan tipi olduğunu göstermektedir. Ünlü tarihçi Arnold Toynbee’nin belirttiği üzere, yeryüzünde tarih boyunca her millet medeniyet kuramamış, kurulan medeniyetlerin pek çoğu da ‘ölü’ hale gelmiştir. Kurulan bu medeniyetler arasında canlılığını, bugüne aktardığı mirası ile devam ettiren medeniyetlerin başında ise, birbirinin takipçisi olan Yunan ve Roma (elbette Yunan ve Roma’nın bugünkü temsilcisi olan Batı) uygarlıkları ile İslâm ve özelde Osmanlı medeniyeti gelmektedir.

Sözkonusu medeniyetler, varlıklarını ve kollarını günümüze kadar uzatabilmelerini bir ‘insan modeli’ inşa etmiş olmalarına borçludurlar. Bir insan modelinin inşa edilmesinde gerekli en temel faktör ise, içinde yaşanılan medeniyet havzasının, insanların kendilerini ve içinde barındıkları kâinatı anlayıp açıklamalarını sağlayacak, hayatın temel sorularına cevap bulmalarına yardımcı olacak, kültür ve teknik üretmelerine yol açacak, kendi şahsî ve kurumsal gelişimlerini gerçekleştirmelerine yarayacak bir âlem tasavvuru (ya da dünya görüşü) sunabilmesidir.

Konuyu daha da somutlaştırmak için, yukarıda isimlerini belirttiğimiz medeniyetlerin sundukları âlem tasavvuru ve insan modeline ilişkin kısa bir tasvirden sonra, sözü bugüne getirerek, antik Yunan ve Roma kültürünün kendisinde ilginç bir terkibini bulduğu Friedrich Nietzsche’nin ‘üst/üstün insan’ (über mensch) modeliyle, İslam ve Osmanlı tefekkürünün en parlak simalarından Abdülkerim el-Cîlî ve Azizüddin Nesefî’de karşılığını bulan ‘insan-ı kâmil’ anlayışına karşılaştırmak istiyorum. Zira, özellikle antik Yunan ve Roma’dan süzülüp gelen ‘üstün insan’ anlayışı ile bugünün Batı kaynaklı ‘kişisel gelişim’ kültürünün şekillendirmeye çalıştığı insan modeli arasında neredeyse birebir paralellikler göze çarpıyor. Mevcut kişisel gelişim kültürü, aynı zamanda bir seküler ahlâkın inşasıdır. Modern insana evde, sokakta, işyerinde bir yaşama stili sunmaktadır. İslâm ve Osmanlı’da billurlaşan ‘insan-ı kâmil’ ideali ise, bu zamanın şartlarında yeniden üretilmesi gerektiğini bir süredir vurguladığım ‘insanî gelişim’ ile yakın irtibatı bulunuyor. Ki, insanî gelişim, öncelikle dikey bir boyutta insanı bütün kâinata, ruhuna, âhirete, ıslah-ı nefse ve bir ahlâk-a’lâ’ya nisbet etmeyi öngörmektedir.

Kuşbakışı bakıldığında, antik Yunan ve onun devamı olan Roma’da dünya görüşünün omurgasını daima mitolojinin oluşturduğu görülür. Mitolojinin temelini ise, tanrılar, yarı-tanrılar ve tanrılaşmak isteyen insanlar şeklinde sıralanan katmanlı bir model belirlemiştir. Yani, mitolojinin şekillendirdiği dünya görüşü içinde, insan, yapıp etmeleriyle bir şekilde tanrılaşmak isteyen bir varlıktır. Buna karşılık, ta en başından beri, İslam medeniyetinin âlem tasavvuru ‘esmâü’l-hüsnâ’ya, tek olan Allah’ın sonsuz güzel isimlerine dayanmaktadır. Bütün varlık âlemi sürekli yaratılış içinde esmâü’l-hüsnânın bir yansımasıdır. İnsan bu ilâhî isimlerin kendisinde en yoğun biçimde yansıdığı varlıktır ve ‘Allah’ın ahlãkıyla ahlâklanmak,’ yani O’nun isimlerinin cilvesini kendi üzerinde yansıtmak, O’nun güzel isimlerine bir ayna olmak suretiyle, beşerîlikten kurtulup kemale doğru yürümelidir.

Osmanlı toplumuna bakıldığında, esmâü’l-hüsnâ merkezli bu insanî gelişim anlayışının, Tanzimat’la birlikte yükselişe geçen Batıdan ithal hümanizm akımının etkisini hissettirmesine kadar hâkim olduğu görülmektedir. Oysa Batıda, Roma’nın MS 312’de Hıristiyanlık’la evliliğe razı olmasından sonra mitoloji yerini yine mitolojinin tesirinde gelişen Teslis’e bırakmıştır. Teslis akidesi, tıpkı mitolojinin üçlü yapısında olduğu gibi (tanrılar, yarı-tanrılar, tanrılaşmak isteyen İnsanlar), üçlü ve vasıtalı bir model (Baba, Oğul ve Ruhu’l-Kuds) sunuyordu. Bu minvalde Hz. İsa’nın tanrılaştırılması, diğer insanların da tanrılaşabileceği gibi bir imayı içinde barındırıyordu.

Bugünden geriye bakarak, sözkonusu medeniyetlerin âlem tasavvuruna, dünya görüşüne ve sundukları insan modeline ilişkin temel kırılma noktalarını irdeleyecek olursak, Batı medeniyetine nisbetle İslâm medeniyetinde:

• mitolojinin karşısında esmâü’l-hüsnâ’nın,

• teslisin karşısında tevhidin,

• Tanrıya benzeme (teşebbühü bi’l-vacib) çabasının karşısında ise Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmanın (tahallik-ı bi ahlâkillah),

• dünya eksenli yaşayışa karşılık ahiret odaklı yaşamanın,

• herşeyi pratiğe indirgeyip kâinata egemen olma çabasının yerine, kâinatın âhengine katılmaya dayalı bir temaşa anlayışının hüküm sürdüğü söylenmelidir.

Şimdi, geldiğimiz noktadan yirminci yüzyıla sıçrayarak, felsefesini antik Yunan, pagan Roma ve Zerdüşt’ün şahsında sembolize edilen vahiyden mücerred Doğu mistisizmi üzerine kuran Nietzsche’nin çağdaş Batı adına coşkuyla sunduğu ‘üstün insan’ı ile İslâm medeniyetinin sebebi ve sonucu olan ‘insan-ı kâmil’in temel temel özelliklerini ve ayırıcı vasıflarını belirgin kılmamız gerekiyor.

Nietzsche’ye göre, ‘güçlü insan,’ güçlü iradesi olan insandır. İrade gücü, güçlü olmanın yegâne göstergesidir. O, irade gücünü herşeyin üstüne koymakla bütün geleneksel değerler dışlanarak bireysel özgürlüğe giden yolun açılacağını savunur. Bu yüzden, sadece irade gücüne sahip olan insanı âdeta yeniden oluşturmak ister. Ona göre, iyi insan, politik anlamda güçlü olan insan değil; metafizik ve ahlâk (elbette, dindışı ahlâk) anlamında güçlü olan insandır. Fakat, irade gücünün yönünün çok kolay bir şekilde politik güce çevrilebileceğini görmez. Üstün insan, ona göre, hiçbir zaman kendini küçük ve zayıf hissetmez. (Ki tam da bu noktada, insanın en temel iki varoluşsal yarası ve yasası olarak acziyet ve fakrıyetin inkârı sözkonusudur. Nietzscche için, yönünü bulamamış acz ve fakrı reddetmekten başka çare kalmamış gibidir.) Ona göre, ahlâkın işareti, iradenin gücüdür. Ahlâklı olmak, kendisinin efendisi olmaktır. Kendisinin efendisi olmaya giden yolun ilk adımı ise Tanrıyı öldürmekten geçer. Bir diğer adımda ise, onun ‘sürü ahlâkının temeli’ olarak gördüğü geleneksel ahlâk yıkılmalıdır.

Nietzsche, bu görüşünü Böyle Buyurdu Zerdüşt’teki “Üç Dönüşüm” başlıklı yazısında etraflıca açıklıyor. Buna göre, hayvanla Üstün İnsan arasında gerilmiş bir ip olan insanın şu üç basamağı aşması gerekir:

(1) İnsan önce bir deve olacaktır. Deve hayvanların en fazla yük taşıyanıdır. “Sen müstahak olduğun için bu yükü taşımalısın.” Başkalarının ortaya çıkarmış olduğu geleneksel değerleri yük gibi taşır. Bu devrede, gururunu kırabilmek için aşağılanmayı arzu eder. Deve de güdülmeye isteklidir. “Evet” der. Bu ‘evet’in anlamı, düşünmeden itaat edip görevini yapmaktır. Bu ise insan için bir tür esaret tablosudur. Yaşamak için başkasının yardımına ihtiyacı olanların görünümüdür.

(2) İkinci basamakta deve aslana dönüşür. Aslan, geleneksel değerlere karşı isyanın görünümüdür. Aslan “Hayır” der. Değerlerin değişmesini ister. Tanrıların düşmanı olur.

(3) Üçünü basamağa geçince, aslan çocuk olur. Çocuk da “Evet” der. Fakat bu ‘evet’ itaat etme isteğinden gelmez. Kendinin efendisi olma arzusunun ‘evet’idir. Çocuk oyun oynayabilme iradesinin gücüyle ve çocuk saflığıyla ‘evet’ der.

Nietzsche, ‘üstün insan’ın, aynı zamanda üst kültüre sahip olması gerektiğini de düşünmüştür. Böyle Buyurdu Zerdüşt’te bir ip cambazı hikâyesi vardır: Cambaz ip üzerinde yürürken, diğerleri yukarı doğru ona bakar. İp cambazı kayar ve düşer. Ölmek üzere son nefesini verirken, Zerdüşt yanına gelir ve ona doğru yolda olduğunu söyler. Çünkü ip, üstün insan olmaya doğru yürümeyi simgelemektedir. Özgürlüğe tam bir güvenlik içinde yürünemez. Güçlü insan, riskleri seven, riskleri göze alan insandır. (İşte burada, kişisel ve kurumsal gelişim üzerine yazıp konuşanların ‘risk alma’ vurgusunu hatırlayalım.) Zayıf insan ise güvenliği için sürekli dayanak noktaları arar. Güvenlik garantisi arar. İp cambazı simgesi aynı zamanda kendisinin efendisi olma isteğinin simgesidir. Bunun için de ip üzerinde yürüme gibi deneyler gereklidir. İp cambazı ip üstünde yürürken zayıflar sadece onu seyredebilirler; meleyen kuzular sürüsü gibi. Örnekte cambaz düşüyor. Sonuca ulaşamıyor. Fakat Nietzsche için bunun önemi yoktur. Ona göre, cambaz doğru yoldaydı, ilerlemek için ipte yürümesi gerekiyordu. Zaten ‘her zaman ölünmez’ ve ‘bizi öldürmeyen bizi güçlü kılar.’ (Nietzsche’nin ilerleme için ip metaforunu seçmesi de bir tesadüf olmasa gerektir. Çünkü ip mecazı, Batının doğrusal ilerleme anlayışının Nietzsche’de insana uyarlanmış karşılığıdır. Ki, Batı kaynaklı kişisel gelişim kültürü de insan için yatay ve doğrusal bir gelişim önermektedir.)

Nietzsche, ‘üstün insan’a giden yolda en büyük engelin sürü ahlâkı olduğunu söylüyor ve ahlâkı ikiye ayırıyordu: (1) Efendi ahlâkı: aristokratik ırkların, örneğin Romalıların ahlâkı; (2) Köle ahlâkı: aristokratik sınıfa boyun eğerek yaşamış sınıfların, örneğin Yahudilerin ahlâkı. Üstün insan, ona göre, iyinin ve kötünün ötesindedir; mevcut ahlâkî düzeni yadsıyarak kendi değerlerini silbaştan oluşturur.

Tablonun Batı tarafında bu şekilde idealize edilen ‘üstün insan’a karşı, İslâm medeniyetinin kemali hedefleyen insanı, Allah’ın hem yeryüzündeki halifesi (bkz. Bakara: 30) ve O’nun kuludur (bkz. Zâriyât: 56). Bu iki kavram arasındaki ilişkinin, İslâm’ın ortaya koyduğu insan anlayışının doğru anlaşılabilmesi için vazgeçilmez bir önemi vardır. Bu anlayışta insan gelişimini, yani kemalini ancak ve ancak tevhidin gölgesinde bulur. Her yeri ve her şeyi O’nun eseri olarak görüp Allah’ı birleyen insan, herşeyi tanrılaştırmanın yüklerinden kurtularak yükselir. (Zümer sûresindeki şu âyeti hatırlamanın tam sırası: “Allah, çekişip duran birçok ortağın sahip olduğu bir köle ile sadece bir kişiye bağlı olan bir adamı misal verir. Bu ikisi eşit midir? Hamd Allah’a mahsustur. Fakat onların çoğu bilmezler.”)

Bu noktada, Risale-i Nur müellifi, müthiş bir isabetle şöyle demektedir:

“Evet, sırr-ı vahdet ile insan, bütün mahlukat içinde büyük bir kemal sahibi ve kâinatın en kıymetdar meyvesi ve mahlukatın en nazenini ve mükemmeli ve zihayatın en bahtiyarı ve en mesudu ve Hâlık-ı Âlemin muhatabı ve dostu olabilir. Hatta, bütün kemâlât-ı insaniye ve beşerin ulvî maksatları tevhid ile bağlıdır. Ve sırr-ı vahdetle vücut bulur. Yoksa, eğer vahdet olmazsa, insan mahlukatın en bedbahtı ve mevcudatın en süflîsi ve hayvanatın en biçaresi ve zişuurun en hüzünlüsü ve azablısı ve gamlısı olur.” (bkz. “İkinci Şua”)

Hayatını tevhid ekseninde bir kul ve halife olarak algılayan insan ile, ilâhî olana başkaldırmış insan arasındaki fark açıktır. Birinci insan tipi, hakları itibarıyla kendisini bir halife olarak görürken, sorumlulukları itibarıyla kendisini bir kul olarak görür. Bütün âlem ve içindekiler onun nazarında birer emanet olarak kendisine verildiğinden ve dahası Allah’ın âyetleri olduğundan, o, çevresiyle, kâinatla, diğer insanlarla, kendisiyle ve asıl önemlisi Rabbi ile barışıktır. Bu bakış açısının bir neticesi olarak, Müslüman mütefekkirler, modern bilim ve felsefenin tersine, âleme cansız nesnelerden ibaret bir yığın olarak değil, canlı ve anlamlı birer varlık olarak yaklaşırlar. Bu yüzden, kuşlarla, ağaçlarla, rüzgârla, yağmurla konuşmayı öğrenmişlerdir. Sarı Çiçek’le söyleşen Yunus’u, insanının serencamını Ney sembolüyle anlatan Mevlânâ’yı, insanların ebedî saadeti için dünyasını da ahiretini de feda etmeye hazır olduğunu söyleyen Said Nursî’yi, bütün varını yoğunu ilâhî irade karşısında yağma eyleyen Niyazi-i Mısrî’yi bu manevî çerçeveyi bilmeden anlamak mümkün değildir.

Kendisini dünyaya adamış insan, normal bir ruh halinden mahrumdur. Zira, kendisini bir taraftan sıradan bir canlı, arzu ve güdülerine esir olmuş bir varlık olarak görürken öte yandan yeryüzünün efendisi ilan etmek, anormal bir ruh halini gösterir. Buna mukabil, kendisini hem kul hem de halife olarak gören denge insanı, hayatın anlam ve hedefi konusunda tutarlı bir bakış açısına sahiptir.

Yaradılışın nihaî gayesi dünyaya hükmetme değil, Yaratıcının rızasına yükselme olduğundan, denge insanı olmanın yolu ‘insan-ı kâmil’ yoludur. İlâhî isim ve sıfatların kendisinde tecelli ettiği insan-ı kâmil, insan oluşun standardını belirleyen örnek modeldir. Bir başka ifadeyle, insan-ı kâmil, yücelikle acziyetin, halife ile kulun, irade ile teslimiyetin, celâl ile cemalin birleştiği model insanı ifade eder.

İslâm ve Batı medeniyetlerinin taşıyıcısı olan iki insan tipine ilişkin yorumlarda, genellikle modern Batılının aktif ve üretken, geleneksel Doğulunun ise pasif ve taklitçi olduğu söylenegelir. Oysa, bir düşünürün altını çizdiği gibi, Doğu muazzam bir mirasın üzerinde uyuyarak pasif bir şekilde çökmekte, Batı ise sürekli hareket sloganıyla aktif bir şekilde çökmektedir. Gerçekte, hareketten yoksun tefekkür ve teslimiyet ne kadar faydasız ise, sükûnet ve teslimiyetten arındırılmış hareket de o kadar yıkıcıdır.

Kur’ân’ın tasvir ettiği insan, kendi varlığında eşyanın zıt kutuplarını birleştirebilen, böylece onları aşarak kemâl, yani insan-ı kâmil mertebesine ulaşmaya aday olan insandır. Bir yandan aktif, keşfe dönük (burada “Vazifemiz vaz’-ı cedid değil, keşf-i kadimdir” düsturunu hatırlayalım), seçici ve diğergâm, yani celâl sıfatlarının tecelligâhı; diğer yandan cemal sıfatlarının bir tecelligâhı olarak, ilâhî irade karşısında alıcı, temaşa edici ve teslimiyet sahibi. Bu yüzden, mü’min geçici olan ile ebedî olan arasında, yer ile gök arasında, dünya ile âhiret arasında denge kurabilmiş insandır. Yani itidal üzere yaşamasını bilen insandır. Ve insan-ı kâmil anlayışı en billurlaşmış örneğini bu dengeyi en mükemmel biçimde kurmuş ve sergilemiş olan Resûlullah’ta bulmaktadır.

İnsanoğlunun gerçek mânâda insan olması, ancak Rabbine yönelmiş bir seyr-i sülûk içinde olması ile mümkündür. Bu yüzden, İslâm’ın anlayışına göre, tarih geride ve arkamızda değil, önümüzdedir. Peygamberler, evliyalar, alimler, arifler, kâmil insanlar bu yönüyle birer ön-der’dir. Hz. Peygamber aleyhissalâtu vesselamın “İki günü bir olan ziyandadır” hadisi de, bu çerçevede hiç şüphesiz yeryüzünde yalancı bir cennetin kurulmasına değil, dikey, manevî ve ahlâkî bir yükselişe işaret eder. Bu dikey yükseliş, insan-ı kâmile giden yolun ana caddesidir.

İnsan, sözkonusu ana cadde üzerinde, Azizüddin Nesefî’nin İnsan-ı Kâmil’inde ele aldığı dört özelliği kuşanmak durumundadır: İyi akvâl (“Ya hayır söyle ya da sus” hadisinden beslenen bir çizgide, ya hakikat üzere konuşmak ya da susmak); iyi ef’âl (amel-i salih esasından filizlenen iyi fiiller); iyi ahlâk (hilkatteki, her bir mahluktaki edep ve terbiyeye yaslanan, imanın somutlaşmış biçimi olan güzel ahlâk); ve maarif (herşeyden Allah’a giden bir yol bulan bir marifet ve irfan).

İslâm medeniyetinin temel öncüllerine yaslanan bu insan-ı kâmil anlayışı, Batı uygarlığının ‘üstün insan’ının ‘kişisel gelişim’den medet umduğu ama umduğunu bulamadığı şu çağda, yeniden üretilmeyi bekliyor…

 

17/01/2005

© 2010 karakalem.net, Yusuf Özkan Özburun