Kategori arşivi: Kişisel Gelişim

Başarıda İman Faktörü

Maddî sebepler ve şartlar, Cenab-ı Hakkın başarı ihsan edeceği kulun önüne koyduğu engellerdir. Kişi, gerek bu engelleri aşarken, gerekse bütün sebep ve engellerin bittiği yerde Allah’ın yardımını dilemek durumundadır.

Zaman gelir, insan maddî sıkıntılar içinde boğulacak gibi olur. Sebepler sona erer, dostlardan yardım ve ümit kesilir ve direnç biter. İşte o sırada insan, sonsuz bir kudrete dayanma ihtiyacı hisseder.

Bu, onun için en büyük güç kaynağıdır. Bu tevekküldür, kadere teslimiyettir ki, imanın bir gereğidir. Onu gören, işiten; derdini, âhını dinleyen bir Yüce Kudrete dayanmak, kişiye hadiseler karşısında dayanma gücü verir.

Kâinatta, canlı cansız hiçbir fert, Yüce Kudrete dayanma ihtiyacından uzak değildir ki, insan uzak olabilsin. Binaenaleyh, başarı yolunda ilerlemek isteyen bir insan, bilhassa mümin, sık sık Cenab-ı Hakkın inayetini, yardımını istemek ve Onun sonsuz kudretine dayanmak mecburiyetindedir.

Üstünlük ve başarı, bir gayret, hareket ve çalışma neticesidir. O da inanca bağlıdır.

Gerçekten inançla, fiil ve hareket arasında çok yakın bir ilgi vardır. Kişinin imanı ile, ameli tam bir paralellik arz eder. İmanın parlaklığı ve kuvveti oranında, fiiller ve hareketler mükemmelleşir, olgunlaşır ve güzelleşir. Dr. Carrel, “İnanmış insan değilim. Çünkü inanmış olsaydım, harekete geçmem gerekirdi.” derken de kendisine göre bir iman sahibi idi. O, bu sözleriyle şunu demek istiyordu: “Eğer gerçekten mükemmel bir imânâ sahip olmuş olsaydım, o inancım istikametinde harekete geçmem gerekirdi. Geçmediğime göre, imanım henüz kemâle ermemiş, olgunlaşmamış demektir.

Ayet-i kerime de bu hakikati insanlığa haykırıyor: “İnanıyorsanız, mutlaka üstünsünüz.” hitabına mazhar olan Müslümanlar ve müminler üstün olmadıkları, mağlûp ve perişan oldukları zaman, hâşâ inançsız değillerdir. İmanları mükemmelliğe erişmemiş veya imanlarının gereği olan gayret ve faaliyeti gösterememiş ve netice itibariyle mağlûbiyete düşmüşler demektir.

Gerek şahsî ve gerekse sosyal hayatımızda, iyiliğine ve doğruluğuna inandığımız fiil ve hareketlere bir türlü yönelemiyorsak, Allah’a dayanmaya muhtacız demektir. Fâni hayatın geçici zevk ve lezzetlerini, aldatıcı heveslerini bir türlü terk edip de başarıya koşamıyorsak; dünya hayatının fâniliğine ve hakikî hayatın âhiret hayatı olduğuna inancımız zayıflamış, imanımızın güçlendirilmesine ihtiyaç ve zaruret var demektir.

İnandığımız dâvâda çalışma gayretini, bildiğimiz doğruları haykırma cesaretini kendimizde bulamıyorsak, inancımız zayıflamış demektir.

Öyle ise gerçek başarıyı istiyorsak, en başta Allah’a imanımızı güçlendirmeli ve Ona dayanmalıyız.

İnanan insanın, yaptığı işlerde başarılı olması beklenir. Eğer başarılı olamıyorsa, maddî ve manevî dünyasını çok ciddî olarak gözden geçirmelidir.

Dr. Halit Ertuğrul / Öğretmen Hattı

Güzel görmek, güzel düşünmek

Olaylar, açısına göre, şekil ve büyüklük değişikliğine maruz kalabiliyor. Aslında yaşadığımız her şeyin bir izafiliği ve bize göre oluşu hep söz konusu. Bir olayı değerlendirirken bu durum hep dikkate alınmalı ve olayın gözüktüğü boyutla gerçekliği arasında fark olabileceği unutulmamalıdır. Zaman zaman olayların içinde boğulmak ferdi çok yıpratabilir ve varlığın gerçek anlamından da uzaklaştırabilir. Olaylar karşısında sağlam bir duruş ve sağlıklı bir bakış açısı, ancak olayların kişiye göre yansımasını fark etmekle mümkün olabilir. Herkesin muhatap olduğu bir varlık âleminden çok, herkesin bakış açısı ile şekillenen âlemler söz konusudur. Bu bakış açısıyla olayları etkilemekten çok, kendi dünyanızı düzenlemek yolunda çaba sarf edersiniz.

Büyüklük ve küçüklüğün kendi ölçülerimiz içinde değerlendirildiği bu âlemde zaman zaman ölçüler karışabiliyor. Bakış açısı ve içinde bulunduğunuz konuma göre büyüklük ve küçüklük ölçüleri değişebiliyor. Bir ülkenin kralı, onca azameti ve onunla ilgili büyüklük algılarına rağmen gözün göremediği bir mikroba mağlup olabiliyor. Koca bir havuzu bir damla kirletebiliyor. Sadece bir dokunuş çok şeyleri değiştirebiliyor. Bazı zamanlar da yıllarca süren çalışmaların sonucu yalnızca bir dokunuş ile bitebiliyor.

Zaman zaman kafamızda büyüttüğümüz ve dar ölçülerimizle küçük gördüğümüz için kıymetini bilemediğimiz şeyleri sorgulamalıyız. Gelenekler, maddî bakışın oluşturduğu değer yargıları bir gözlük oluşturuyor ve bu gözlük sadece maddî şeyleri büyütüyor. Belki bazı anlarda sadece maddî şeyleri gösteriyor. Oysa madde sadece bazı duyguların yaşanması için bir araç. Bu konumundan öte geçtiğinde ve hak ettiğinden fazla büyütüldüğünde duyguları da gizliyor. Duyguların gizlendiği ve sadece maddenin ön plana çıkarıldığı bir dünyada küçülen ve göz ardı edilen başka bir gerçek de ölüm. Maddî gözlükler ölümü göstermek istemiyor ve çoğu zaman gölgeliyor.

Görmemek ya da görmezden gelmek pek çok zaman çözüm getirmiyor ve çoğu zaman çözümü güçleştiriyor. Kaçarken görülmeyen ve uzaklaştığı hissi ile küçültüldüğü zannedilen şeyler gözlük kırıldığında çok büyümüş olabiliyor. Gözlüklerin oluşturduğu hayal dünyasında yaşamaktansa, mertçe gerçekle yüzleşebilmek pek çok zaman çözümün başlangıcı olabiliyor.

O yüzden hiç bir şeyi olduğundan daha küçük ya da daha büyük algılamak gibi bir yanılgı içine girmemeliyiz. Zaman zaman bu algı bizi rahatlatıyor olsa bile… Her zaman için vaktinde algılanan tehlikeler daha rahat atlatılmıştır. Çoğu zaman çözüm aramak yerine kaçmak korkulan sonuçları daha da büyütmüştür.

Büyüklük ve küçüklük kavramlarını bu ölçülerle yeniden gözden geçirdiğinizde, hayal ve zihin dünyasını şöyle bir dolaştığınızda görülecektir ki çok büyütülen şeyler, aslında çok küçük ve çok küçük görülen şeyler aslında çok büyük. Bazı zamanlarda yürekten bir dokunuş milyarlar harcanarak alınan bir hediyeden daha kıymetli olabiliyor. Çölde bir damla suyun tonlarca altından, zümrütten ve yakuttan daha kıymetli olması gibi. Kaybından dolayı üzüldüğümüz milyarları, ihtiyaç durumunda kolunu, gözünü, kulağını, burnunu ve belki de tek parmağını tekrar elde edebilmek için rahatlıkla harcamayı herkes göze alacaktır. Şu an bütün bu zenginliklerin sahipliğinden kaynaklanan mutluluğun tadını çıkarmaya çalışmalıyız.

Olaylara yeni ve doğru bir bakış açısı geliştirmek için olumluluklar üzerine odaklanmalıyız. Olumluluklar üzerine odaklanabilmek için onların farkında olmamız gerekiyor. Farkındalık bir çok güzelliğin yaşanabilmesi için önemli bir başlangıçtır. Asıl güzel olan ise sahip olduklarımızı kaybetmeden önce fark etmektir. Sabah kalktığında elinin, gözünün, kolunun ve bütün organlarının sağlıklı bir şekilde işliyor olduğunu fark ederek ve bunları Rabbinden gönderilmiş hediyeler olarak algılayarak güne başlayan insan, o günü çok daha enerjik ve mutlu geçirecektir.

Monotonluk farkındalığın önünde ciddî bir engel teşkil ettiği için zaman zaman olayların tek düze işleyişinden sıyrılıp fark etmemiz gereken detaylara odaklanmalıyız. Detaylarda gizlenmiş olayları fark edip incelikleri algıladıkça çok yakınımızda olan güzellikler keşfedilmiş olacaktır. Bu aynen her gün önünden geçtiğimiz, ama odaklanmadığımız için fark edemediğimiz bir işlemenin yolunuz üstünde olmasına rağmen odaklanmamaktan dolayı fark edilmemesine benzer. O halde insan varlık ortasında güzellik avcısı gibi yaşamalıdır. Özellikle güzelliğe odaklanmalı, her türlü olayın detayında ve arka planındaki güzelliği keşfetme gayreti içinde olmalıdır. Bu aslında hayattan lezzet almanın formülüdür. Güzel görmek ve güzel düşünmek başlangıçta özel bir gayret ve yöneliş gerektirecektir zaman içinde refleks şekline dönüşecektir. Bu hayatın her anını ve yaşanan bütün olayları iyi ve kötüsüyle güzellikleri anlatan muhteşem bir tabloya dönüştürecektir.

11.12.2006

Dr. Hakan Yalman

Sabahın ağzında altın vardır!

Peygamber efemdimiz ümmetine ebedi hayatlarını kazanmak için birçok kolaylıklar göstermiştir. Çeşitli zamanlarda ve yerlerde yapılacak ibadetlerle çok büyük sevaplar kazanılmaktadır.

Kabe’de yapılan umreden başka şu fillerinde umre ve hac sevabı kazandırdığını Allah Resulünün (s.a.s)  şu hadislerinden öğreniyoruz. Medine’de umre sevabını kazandıran  güzel bir amel:

Kim abdestini alır hazırlığını yapıp Kuba Camiine gelir, orada namaz kılarsa, bir umre sevabı almış olur.“(Hadis-i Şerif)
Dünyanın neresinde olursak olalım umre sevabı kazanabiliriz. Şöyle ki; “Enes bin Malik’den (ra) rivayet edilen bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:

Kim sabah namazını cemaatle kılar, sonra güneş doğuncaya kadar oturarak Allah’ı zikreder, sonra iki rekat namaz (işrak namazı) kılarsa, ona makbul tam bir hac ve bir umre sevabı verilir.” Enes (ra) der ki: “Tam bir hac ve umre sevabı” buyurdu. Bu sözü üç defa tekrar etti. (Tîrmizi)

Hz. Peygamber (sav) daha sonra uzaktan yakından kendisini görmeye gelenleri kabul etmeye başlardı. Gelenler halka şeklinde etrafında toplanırlardı. O, çevresindekilere vaaz eder, öğütler verir, sorularını cevaplandırır, hattâ gördükleri rüyaları tabir ederdi. Bazen sahabelere kendi rüyalarını anlatırdı.

Büyük ve güzel insanlar seher ve sabah vakti uyumayı terk etmişlerdir. Ya namaz kılmışlardır ya da iman hakikatlerini okuyorlardır veya tefekkür ve Allah’ı zikretmekle meşguldürler. Ehl-i dünyadan da bu vaktin kıymetini bilenler, uykularını terk edip çalışmaktadırlar.

Da Vinci şifresinin yazarı Dan Brown her gece saat 04.00’te kalkarak kitaplarını yazmıştır. Gene Ferrarisini Satan Bilge, Sen Ölünce Kim Ağlar isimli kitapların yazarı Robin Sharma, Avrupa gibi çağdaş ülkelerin insanlarının çoğu bu vakitlerde uyumazlar. Bir Alman atasözü “Sabahın ağzında altın vardır” der. Bedri Rahmi Eyüpoğlu’nun “Sabahı müezzinlerden önce yakalamalıyız” şeklinde bir sözü var.

Divan şiirlerinde de seher vaktinin önemi  mükemmel bir şekilde anlatılır. Dinimiz hem teheccüd namazını, hem sabah namazını, hem de duha (kuşluk) namazını bize ısrarla emir ve tavsiye eder. “Sana vahyedilen kitabı güzel oku ve namazı kıl! Muhakkak sahih namaz edepsizlikten uygunsuzluktan alıkoyar. Muhakkak Allah’ı anmak en büyük iştir ve Allah her ne işlerseniz bilir. (Ankebut, 45.)”

Peygamberimiz  buyuruyor: “Gücünüz yettiği kadar ibadet yaparak Cenneti isteyin. Gücünüz yettiği kadar da haramlardan kaçınarak Cehennemden korkun. Çünkü Cenneti isteyen ve cehennemden kaçan kimse, bütün gece  uyuyamaz. (Taberani)”

Kim ki sabah camiye gidip gelirse, Allah her gidip geldikçe ona cennette bir sofra hazırlar (Cami’üs -Sagir c. 3, 3707)” İbn-i Abbas’tan (r.a) rivayetle: “Âdemoğlunun her mafsalı (eklem)—bu da 360 tanedir—için vermesi gereken bir sadaka vardır. Kuşluk vaktinde kılınan iki rekât namaz, bunların hepsinin yerine geçer (a.g.e.s.1182).”

Ebû Hureyre’den (r.a) rivayetle: “Cennette “Duha” denilen bir kapı vardır. Kıyâmet günü olduğunda bir nidâ edici şöyle seslenir: “Kuşluk namazına devam edenler nerede? İşte kapınız budur. Allah’ın rahmetiyle buradan girin (age., c. 2., s.609.).”

Enes’den(r.a) rivâyetle: Resûl-ü Ekrem Efendimiz (asm) şöyle buyurmuşlardır: “Kim ki kuşluk namazını 12 rekât olarak kılarsa, Allah onun için Cennette altından bir köşk yapar (age., c. 4 s. 1575).” İbni Amr’dan (r.a) rivâyetle: “Allah’ın en çok sevdiği namaz, Davut (as) namazıdır. Ki, gecenin ilk yarısında uyur, üçte birini ibadetle geçirir, geri kalan altıda birinde de yine uyurdu (age., c.1., s.85.).”

Ömer Bin Hattap (r.a) şöyle  anlatır: “Resulullah (asm) Efendimiz bir ordu çıkardı. Bu ordu büyük bir muvaffakiyet kazandı. Büyük bir ganimetle döndü. Dediler ki: ‘Ya Resulullah (asm) bu kadar çabuk hamle yapan bir ordu ve bu ordunun aldığı ganimetten fazlasını hiç görmemiştik.”Bunun üzerine Resulullah (asm) şöyle buyurdu: ‘Benim ordudan daha seri hamle yapan ve daha fazla ganimet ele geçireni haber vereyim mi?’ ‘Haber ver’ dediler. ‘Bir cemaat ki, sabah namazını kılarlar, sonra oturup güneş doğuncaya kadar Allah’ı zikrederler. Bundan sonra 2 (iki) rekât namaz kılarlar, evlerine dönerler. İşte en büyük hamleyi  yapanlar, en fazla ganimeti alanlar onlardır’ ”

Biliyorsunuz, sabah namazının sadece  iki rekat sünneti bile dünyada üstüne  güneş doğan her şeyden daha hayırlıdır. Cüneyd-i Bağdadî vefâtından sonra ona bir dostu “Orada sana nasıl davranıldı?” şeklinde bir soru sorar. Cevaben: “Tüm işler uçtu, ibareler kayboldu, ilimler tükendi, her şey bitti. Bize sadece seher vakti kıldığımız iki rekât namazın faydası dokundu!” der.

Dostlar, buyurun teheccüde, buyurun sabah namazına ve buyurun, ışrak namazına (güneş doğduktan sonra kılınan 45 dakikalı kerahat vakti  çıkınca kılınır) ve duha(kuşluk) namazına!

Evet, aldanmayalım; dünya fani ve de ölüm âni.

Erdoğan AKDEMİR / www.nurdergi.com

erdoganakdemir@mynet.com

Nefisperestliğe Sevk Eden Sebepler ve Çareleri

Peygamberimiz (sav) insanın en büyük düşmanının “nefis” olduğunu ifade ederek, “Allah’ım sen beni göz açıp kapayıncaya kadar nefsimin eline bırakma!” diye de dua etmiştir. Hz. Yusuf (as) Züleyha ile imtihanını, Allah’ın rahmeti ve delili görerek kendi lehine çevirdikten sonra, “muhakkak ki, nefis kötülükleri emredicidir” demiştir. Bu ve benzeri nasların teşvikiyle müminler her zaman, “Ya Rabbi sen bizi nefs-i emmarenin şerrinden koru” diye dua etmeyi önemli bir gaye haline getirmişlerdir. Yine Hz. Muhammed (sav) bir savaştan sonra,”Biz küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz” buyurmuştur. Bütün bu ve benzeri ifadeler, nefsin insanı kötülüklere teşvik eden özelliğine işaret ediyor. Bu haliyle nefs-i emmare, şeytanın arkadaşı olarak karşımıza çıkıyor. Bu anlamlar gözönüne alındığında, “nefisperestlik”, kötülükleri isteyen nefsin arzularına boyun eğmeyi ifade etmektedir. 

Nefisperestlik, bir anlamda insanın “dünyaperest” olması manasına da gelmektedir. Bu ise, insanın -Said Nursi’nin ifadesiyle- geçici ve elemlerle dolu ve “kömür” değerinde olan dünyayı, daimi ve “elmas” kıymetinde olan ahirete tercih etmesi demektir. Ki, bu tercih Kastamonu Lahikası’nda, ahirzamanın en önemli özelliği olarak ifade edilmektedir. 

Biz bu çalışmamızda insanın niçin nefisperest olduğu sorusunun cevabını aramaya çalışacağız. Acaba insan neden nefisperest olmakta ve dünyayı ahirete tercih etmektedir? Nefisperestliği büyük manevi hastalıklardan birisi olarak kabul edersek, bunun tedavisi nasıl olabilir? 

Nefisperestliğin sebeplerinden birisi şudur; insan nefsinin az, elemli, geçici bir lezzeti, daimi ve elemsiz bir lezzete -sadece birincisini “peşin” gördüğü için- tercih etme özelliği vardır. İnsanoğlu nefsin bu aldatmacasını, bir üzüm yiyip on takat yedikten sonra bile farkedemeyecek kadar gaflet içerisindedir. Çünkü peşin ücret için alınan anlık bedensel haz ve lezzetler, aslında “zehirli bir bal” olduğu için, insanın istikametli düşünmesini engellemektedir. Özellikle ruh, akıl, kalp ve sırrın dairesine hiç girmeyen ve her zaman sadece bedenin dairesi içinde kalan, insan olduğu halde insani özellikleri kullanmayan kişilerin, bu anlık, elemli lezzetleri bırakıp ebedi lezzetler olan kalp, akıl ve ruhun dairesine girmeleri ancak, “tefekkür ve zikirle” mümkün olmaktadır. Kur’an birçok ayetinde insanı tefekküre ve zikre teşvik etmektedir. Kur’an’ın teşvik ettiği tefekkür ve zikirle insan kendini ve kainatı tanıyacak, Rabbini bulacak ve bununla ebedi lezzetlerin menşeine ulaşacaktır. Emirdağ Lahikası’nda dikkat çekildiği gibi, insanın nazarını sadece dünyaya hasretmesi ona manevi bir sarhoşluk vermekte, kalp, ruh ve aklın daimi lezzetlerine olan ihtiyacı unutturmakta, insan da bunların yerine nefsin teşvik ettiği bedensel, fani ve elemli hazların peşine düşmektedir. 

Nefisperestliğin sebeplerinden ikincisi; bu asırda insanların dünya sadece hayatını medeniyet fantaziyeleriyle geçirme düşüncesine aldanmalarıdır. Bu uğurda insan din ve namus gibi mukaddes değerlerini bile rüşvet olarak verebilmektedir. Bu anlayışa göre insan için hayatını güzelce yaşamak, gününü gün etmek uğruna her şey mübahtır. İnsanı bu şekilde düşünmeye ve yaşamaya sevk eden unsurların başında çevre faktörü gelmektedir. Yani birlikte olduğu arkadaşları, medya, sinema… Kur’an bazı insanların Allah’a, “Ya Rabbi, bize sadece bu dünyada iyilik ver!” diye dua ettiklerini, bu gibi insanların ahiretten bir nasiplerinin olmadığını beyan etmektedir. Bu, nefisperestliğin bir sonucudur. Hayatı, sadece bu geçici dünya hayatından ibaret zannedenler bu şekilde dua ve temennide bulunurlar. Böyle insanlara çevre faktörü de yardımcı olur. Bu tür insanlar, Allah’ın kendilerine yanlış yoldan dönmek için “mühlet vermek” maksadıyla ömür bahşettiğinin farkına da varamazlar. Buna karşılık bazı kimseler ise, “Rabbimiz bize hem bu dünyada iyilik ver, hem de ahirette iyilik ver!” diye dua ederler. Bunların hem bu dünyada “helal dairesinde” nasipleri vardır, hem de ahirette. Hayvanlar bu dünya için yaşarlar. Ama insan her iki dünya için yaşar. Bu dünya ahiretin bir tarlasıdır. Bu yüzden nefsin ve şeytanın bu dünyayı süslü, güzel ve cazibeli göstermesine aldanmamalıdır. Sadece dünya için çalışmak bizi ahiret mutluluğundan mahrum edeceği gibi, dünyada da tam ve elemsiz bir lezzet almamızı engeller. 

Nefisperestliği teşvik eden faktörlerden üçüncüsü; insanın asıl gayesinin “teşebbüh-ü bilvacib” olduğunu söyleyen dinsiz felsefi anlayışın yaygınlaşmasıdır. Otuzuncu Söz’de, “ene” bahsinde konu çok dakik bir şekilde ele alınmaktadır. Buna göre felsefe, “teşebbüh-ü bilvacib, insaniyetin gayet-i kemalidir” prensibiyle insanları Allah’a benzemeye teşvik etmektedir. Bu teşvik, Kur’an’ın ve Peygamberimizin emirlerine uymak olarak ifade edebileceğimiz, “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmayı” değil, O’nun Zatına benzemeyi ifade etmektedir. Bu batıl görüş gönümüzde, “insan potansiyel tanrıdır” fikrinin doğmasına sebep olmuştur. Kur’an’da “nefsini ilah edinen insan” nitelendirmesine bu temelsiz düşüncenin peşini takip edenler düşmektedir. Hatta bu, günümüzde Batı kaynaklı “kişisel gelişim” kitaplarındaki bazı fikirlere de kaynaklık etmektedir. Bu tür kitapların bazılarında insanda “sınırsız güç” olduğundan bahsedilebilmekte, çok dindar kabul ettiğimiz bazı kimseler de buradaki tuzağın farkına varmayarak ehl-i iman arasında bu insanı şirke götüren fikri yayma yanlışlığına düşmektedir. İnsan böyle bir düşünceye inandırılmak istenmektedir. Bu fikir, “teşebbüh-ü bilvacib” ya da, “insanın potansiyel tanrı olduğunu” iddia eden fikirlerin uzantısı görünümündedir.

 Halbuki böyle bir akıl yürütme tarzı, insanın ibadet etmesini netice veren onun “sınırsız acizliği, fakirliği ve noksaniyeti ile” tezat oluşturmaktadır. İnsan sınırsız güç sahibi değil, sınırsız acz ve fakr sahibidir. Bunun farkına varan bir insan gücü sınırsız olan Allah’a, zenginliği sonsuz olan Yaratıcıya sığınma, ona kulluk etme ihtiyacı duyar. Bununla da -Yirmi Altıncı Söz’ün sonundaki Zeyl’de ifade edildiği gibi- “mahbubiyet” makamına, yani Allah’ın emirlerini yaptığından O’nun tarafından “sevilme” makamına erişmiş olur. Kendinde sınırsız güç vehmeden insan ise, nefisperest olarak, Allah tarafından sevilen değil, nefret edilen biri muamelesi görüp, uçuruma yuvarlanacaktır.

 Yirmi Dördüncü Söz’ün Beşince Dal’ında izah edildiği gibi, insan kendi nefsini kendine “mabud ve mahbub” yapar. Yani nefisperestlik yaparak, kendi nefsine tapar ve nefsini Allah’tan daha fazla sever. Nursi’nin ifadesiyle kendi nefsine “Rububiyet” verir. Halbuki, insan nefsi bir Rab olarak kabul edilemez, mabud ve mahbub olamaz. Çünkü sevginin sebeplerinden hiçbirisine insan nefsi, insanın kendisi sahip değildir. Nursi’ye göre sevginin sebepleri, kemal, menfaat, lezzet, güzellik, hayır gibi şeylerdir. Acaba insan bunlara sahip midir? Hayır. İnsanın sahip olduğu şeyler, kusur, naks, fark ve aczdir. Karanlık ne kadar koyu olursa, ışık o kadar parlak olur. İnsan da kendisindeki acz, fakr, kusur ve naksı ne kadar çok hissederse, zıtlık itibariyle Celal sahibi Allah’ın sonsuz Kemal, Cemal, Kudret ve Rahmetini fark eder, anlar, derk eder. Buna göre nefisperest insan kendisini zıtlık kuralıyla Allah’ın kemal sıfatlarını gösteren, yüksek bir makam olan “ayinedarlık” makamından, “Rab” makamına çıkarmış olmaktadır. Böylece Kur’an’da büyük bir zulüm olarak ifade edilen “şirk”in içine düşmektedir. Buna göre insan nefsini bir ilah derecesine çıkarmış olmaktadır. Halbuki, mabud ve mahbub edinilen, nefis gibi put haline getirilen bütün nesneler, insan nefsi açısından mabudiyetten uzaklık noktasında farklı değildir. Cahiliye döneminde tapılan putlar cansızdı, nefisperest insanın taptığı nefis putu ise canlı bir put olma özelliğini taşımaktadır.

Yirmi Dördüncü Söz’ün Beşince Dal’ının Birinci Meyvesi’ndeki izahlar, nefisperestliğin tedavi yolunu da göstermektedir. Buna göre, insan nefsi, kusur, naks, fakr ve aczden yoğrulmuştur. Bu yüzden sevginin sebepleri olan kemal, menfaat, lezzet ve hayır gibi şeylere gerçek anlamda sahip değildir. İnsan kendini bunlara sahip zannetmektedir. Öyleyle insanın kendi nefsini, nefisperestlik ederek mabuda layık bir şekilde sevmesi ve onun emrine girmesi doğru değildir. Bunun sonucunda insan nefsini sevmemeli, ona düşman olmalıdır. Çünkü nefs-i emmare, insanı kötülüklere sürüklediği, kötülükler de insanı cehenneme götürmeye sebep olduğu için insanın düşmanıdır. Bu haliyle böyle bir düşmana sevgi beslemek, ona dostluk elini uzatmak, insanın bilerek kendini bir uçurumdan atmasından daha feci bir durumdur.

Peki ne yapmalıdır? Nefse acımalıdır ve mutmainne olduktan sonra ona şefkat etmelidir. Yüce Allah, nefs-i mutmainneye hitap etmekte ve “Ey nefs-i mutmainne! Rabbine razı olan ve olunan olarak dön, kullarımın arasına gir, cennetime gir.” demektedir. Buna göre nefs-i emmareden kurtulmaya çalışmak gerekir. İnsan gerçekten kendini seviyorsa, kendine şefkatliyse, kendini cehenneme sürükleyecek, dünya ve ahiret mutluluğundan uzaklaştıracak nefs-i emmareden kurtulmaya çalışır, daima mücahede içinde olur, “büyük cihadın” bilinci içinde olur. Levvameden, mutmainne mertebesine çıktıktan sonra da ona şefkat eder. Yani onu tekrar kötülükleri isteyen bir konuma, “emmare” konumuna düşmekten korumaya çalışır. İşte bu korumaya çalışmanın adı, Risale-i Nur’da “mutmainne olan nefse şefkat etmek”tir.

Çünkü şefkat etmek burada, insanın kendini tehlikelere düşmekten korumasıdır. En büyük tehlike de insanın nefs-i emmarenin isteklerine uyarak kötülüklere bulaşmasıdır. Bu yüzden Said Nursi, çok önemli bir noktayı “tecdid” anlayışı ile ortaya koymakta; nefse muhabbet beslemek ile mutmainne olduktan sonra ona şefkatli davranmayı birbirinden ayırmaktadır. Nefs-i emmareye sevgi, onu ilahlaştırır. Mutmainne olmuş nefse şefkat ise onu şirkten, imansızlıktan, günahlara girmekten korur. İşte bu da Risale-i Nur’da şefkatin kaynağı olarak takdim edilen Rahim isminin bir tecellisi, yansıması olarak değerlendirilebilir.

Dr. A. Said Yargıcı

(Köprü Dergisi, Yaz 2004 Sayısı, “Popüler Esaret: Nefisperestlik “)

 

Varlığı anlamak kendini anlamaktır

Meyillerinden dolayı kişinin suçluluk duygusuna kapılması çoğu zaman kendini iyi tanımamaktan kaynaklanır. Varlığı doğru algılamak ve anlamak için kendini doğru algılamak gerekir.

Bazen insanlar özellikle hayatı kendilerine problem haline getirirler. Önemli olmayan problemler büyütüldüğü için büyük algılanır. Şeytanın genel stratejik planı da insanın bu zaaf noktasından istifade etmek üzerine bina edilmiştir. Diğer yandan, “iktiran” adı verilen iki şeyin aynı anda, ya da yan yana gözlenmesinin bunlar arasında bir irtibat olduğu inancını oluşturması da şeytanın vesveseye sürüklediği alanlardan biridir.

Meselâ bir hocayı ya da dindar bir şahsı meyhaneden çıkarken gördüğümüzde bir anda aklımızda binlerce soru işareti oluşur, şahsın kötü yola düşmüş olmasından dolayı büyük sıkıntı ve endişe duyarız. Bu durumda çoğunlukla şahsın oraya birine bakmak için hatta birilerini o bataklıktan kurtarmak için girmiş olabileceği aklımıza gelmez. Zihin meyhanenin kötü imajını, anında şahsın temiz olduğuna inandığı ahlâkına bulaştırma eğilimindedir. Aile hayatında eşler arası problemlerden bir çoğu da aynı mekanizma ile bir tarafın peşinen diğer tarafı suçlamasından kaynaklanmaktadır. Soğukkanlılık ve sükûnet ile olayı anlamak ve “bera-yı zimmet asıldır”, yani suçlu olduğu isbatlanana kadar şahsın masum olduğu kabul edilmelidir ya da “hüsn-ü zan”, yani ilk planda hep iyi yönü düşünmek gereklidir gibi düsturlar uygulanmayıp üstelik tam aksi yönde hareket edilmesi çoğunlukla problemlerin başlangıç noktasını teşkil etmektedir.

İnsanın varlıkla ilgili en büyük zaaf noktalarından biri yan yana gördüğü iki şeyi birbiri ile alâkalı ya da birbirini etkiliyor olarak kabul etmesidir. Bu zaaf sebebiyle çabuk suçlamalar ve peşin hükümler sıklıkla önümüze çıkan problemlerdir. Meselâ, bir şahıs kendi düşüncesine zıt fikirde insanların arasında veya onların kurumlarında görüldüğünde hemen suçlanır ve “O da onların safına geçmiş, onlardan olmuş!” düşüncesi doğar. Bu yüzden insanlar çoğunlukla farklı fikirde olan kişi ve kurumlardan kaçma, onlarla bir arada bulunmaktan uzak durma eğilimindedirler. Bu hal iktiran zaafının birlikteliği kaynaşmayı ve çoğunlukla diyaloğu engelleyen yönünü ifade ediyor olmalıdır.

Bu bölümde Bediüzzaman, bulaşmanın her zaman bir arada ya da yan yana olmanın sonucu olmadığını, bazen iki şey yan yana bulunsa bile birbirini hiç etkilemeyebileceğini çarpıcı bir örnekle ortaya koymaktadır. Kulluğun en belirgin ifade şekillerinden biri olan namaz için en önemli şartlar arasında bedende ve elbiselerde temizlik yer almaktadır. Bu durum sadece dış temizliği gerekli kılmaktadır. Aksi takdirde kişinin dinen temiz olması hiç mümkün olmaz. Çünkü barsakları içinde sürekli olarak dinen necis kabul edilen gaita ve idrar yolları içinde yine dini açıdan necis kabul edilen idrar bulunmaktadır. Namaz ise, bütün yönleri ile temiz ve her türlü pislikten arınmış olmayı gerekli kılan bir ibadettir.

İşte ferdin içinde yer alan necaset, çok yakınında hatta içinde olduğu halde kişinin namazına ve temizliğine zarar vermez. İnsanlar içlerinde pislik taşıdıkları için birbirlerinden iğrenmezler. Bilâkis beden genel olarak çok lâtif ve nezih kabul edilmektedir. Bu nezahet ve temizlik o derece kabul edilmiştir ki, bedenin içindeki bu pislikler çoğu zaman akıla bile gelmez ve hatırlanmaz. Çünkü bilinir ki bu bedenin en normal ve fizyolojik halidir.

Benzer şekilde insanın duygularını, meyillerini, arzularını ayarlayan pek çok hormon ve sinir sisteminin işleyişi insan vücudunun fizyolojik işleyişinin parçalarıdır. Özellikle gençlik döneminde bu duyguların daha galeyanda olduğu esnada, hormonlarının değişimi açısından önemli bir dönüm noktası olan bu zamanda içinde her türlü meyil bulunabilir. Bu meyillerin bulunması aynen idrar yollarında ve sindirim sistemindeki necaset gibidir. Bunların dışarı çıkmaması halinde bedenin temizliğine zarar vermemeleri gibi, kötüye meyillerin de icraata geçmemiş içte kalan durumları ruh için aynı hükümdedir. Ferdin iç âleminde ve hayal dünyasında yaratılışı gereği pek çok hormonun işleyişiyle bağlantılı olarak karşı cinse meyiller olacaktır. Bunların varlığından dolayı suçluluk duygusuna kapılmakla, karnındaki pislikten dolayı abdestinin bozulduğunu düşünmek arasında özde hiçbir fark yoktur.

İnsanın iç âleminde iyi ve kötü her türlü meyil bulunabilir. Suç ancak bunların icraata geçirilmesi ve fiilen ortaya konması ile doğar. Adil-i mutlak iradeleri dışında yüzleştikleri ve yan yana geldikleri hallerden dolayı kullarını cezalandırarak bir zulüm ve şefkatsizlik hali sergilemekten münezzeh ve son derece uzak olmalıdır. İç âleminde kötü meyiller olması ile bu meyillerrin sonucu olan uygulamalar aynı şeyler değildir. Meyillerden dolayı kişinin kendini suçlaması son derece yanlıştır. Önemli olan bu meyillerin emri doğrultusunda hareket etmeyen bedeni iradeyi ortaya koyabilmektir. İşte bu noktada kul, imtihanını başarı ile vermiş ve Halık-ı Kerim’in en çok hoşuna giden sevimli hali sergilemiş olur.

Aynı mânâyı Bediüzzaman, mukaddes mânâların düşünülmesi esnasında bedenin bir ihtiyacından dolayı hayal âleminin bu ihtiyaçla bağlantılı suretler dokuması ve bu suretlerin mânâlarla yan yana gelmesinden dolayı mânâların kirlendiğinin zannedilmesi örneği ile açıklar. Hisler, çoğunlukla beden içinde işleyen hormonal mekanizmaların oluşturduğu durumlarla yakından alâkadardır. Hormonal mekanizmalar ise bedenin pek çok yerinde bulunan ve reseptör adı verilen uyarı alıcıları ile bağlantılı olarak çalışırlar. Mesanenin dolu olduğunun bildirilmesi, barsaklardan gaitanın atılması gereği gibi fizyolojik işleyişler bu reseptörler aracılığı ile beyne uyarı iletirler. Bu uyarılar esnasında beyindeki pek çok işleyiş durumla alâkalı ya da yakınında gibi gözlenir.

Meselâ bir âyetin kutsi mânâlarını tefekkür esnasında göze ilişen bir suret, kulağa gelen bir ses, idrar yapma ya da defekasyon ihtiyacı bir anda zihinde ve hayal âleminde bunlarla bağlantılı suretler dokunmasını netice verebilir ve dokunan suretler âyetin mukaddes mânâlarına çok zıt olabilir. Mânâlar ve suretler iç içe gibi gözlense de birbirlerine dokunmazlar mukaddes mânâlar çirkin suretlerin içinden onlara hiç değmeden geçip aslî menzillerine ulaşırlar. Bu noktada kulun içine düşebileceği en büyük yanlışlık iç âleminde çirkin suretler ve mukaddes mânâların birlikteliğinden dolayı iç âleminin tefessüh ettiği kalbinin bozulduğu zannına kapılmasıdır. Bu zan şeytanın hileli oyunlarından biridir ve kulu gereksiz bir suçluluk duygusuna sokarak “battı balık yan gider” noktasına getirmeyi hedefler. Üstelik bu suçluluk duygusu ile bütün dikkat çirkin suretlere yönelir ve onları kulun âleminde daha belirgin hale getirir.

Yersiz bir hassasiyet, cahilcesine bir suçluluk duygusu gibi masumiyet noktasından her şeyini kaybetmişliğin ve insanlıktan çıkmışlığın zannı sonucu bütün ümitleri yitirerek gerçek bir canavara dönüşmeyi ya da kurtuluşu yoklukta aramayı netice verebilir. Bu vahim sonuçtan kurtulmanın tek yolu kendini iyi tanımak, şeytanın hilelerini bilmek, gereksiz telâştan ve hassasiyetten uzak, makul ve mutedil bir yaklaşımla meyillerinin değil aklının ve kalbinin sevki ile vahyin çizdiği yolda ilerleyebilmektir.

Hakan YALMAN