Kategori arşivi: Yazılar

Selamın Fazileti

Esselamü aleyküm!

Esirgeyen ve bağışlayan Yüce Allah(c.c.)’nün adıyla…

Aziz Okuyucularım, bu yazımızda selamın faziletinden söz edeceğiz İnşaallah.

Selam, Mü’minlerin birbirleri üzerindeki karşılıklı haklarıdır. Hakkını ödeyen, ebedi âlemde büyük mükâfatla sevinir, ödemeyen ise, azapla dövünür.

Dinimizde selam vermek sünnet, almak ise farzdır. (farzı kifaye) Bir yere girerken de çıkarken de selam verilir. Selam Allah(c.c.)’nün ve Resulü(s.a.v.)’in bildirdiği şekilde verilip alındığı müddetçe selamdır. Verilen selamı daha güzeli ile almak da farz değil ise de, çok sevaptır. Selamın manası; yani ben Müslüman’ım, benden sana zarar gelmez, selamettesin demektir.

Cenabı Allah(c.c.) Kuran-ı Kerim’de: “Size bir selam verildiği zaman, ondan daha iyisiyle selam verin veya aynıyle mukabele edin. Allah her şeyin hesabını gereği gibi yapandır.” (Nisa: 86)

Başka bir ayet-i kerimede de: “Evlere girince, kendinize, ehlinize Allah’tan bereket, esenlik ve güzellik dileği olarak selam verin.” (Nur: 61)

Bu nedenle eve girince de evdekilere selam verilmeli, evde kimse yoksa “Esselamü aleyna ve ala ibadillahissalihin” (Allah’ın selamı bizim ve Salih kulların üzerine olsun) demelidir. Çünkü Müslüman’ın evinde rahmet melekleri vardır.

Bir Hadis-i Şerif’te de: “Evine girerken selam veren, Allah’ın himayesinin garantisi altındadır.” Diye buyrulmuştur. (Ebu Davud)

Selam, İslam’ın sevgi ve rahmet kapılarının anahtarıdır, mü’minin gönüllerdeki sevgi hazinelerine o anahtarla girilir. Allah(c.c.)’nün rahmet ve mağfiret deryalarına o anahtarla girilir.

Selam hakkında Peygamber Efendimiz (s.a.v.) başka bir Hadisi Şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: “İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş sayılmazsınız. İşlediğiniz takdirde sevineceğiniz bir şeyi size söyleyeyim mi? Aranızda selamı yayınız.” (Müslim, Tirmizi, İbni Mace.)

Başka bir Hadis-i Şerif’te de: “Ey insanlar! Selamı ifşa ediniz. Başkalarına yemek yediriniz, Akrabalarınızı ziyaret ediniz. İnsanlar uykuda iken namaz kılınız. (Bunları yaparsanız) selametle cennete girersiniz.” Buyurmaktadır.

Yukarıdaki hadisi şeriflerden de anladığımız gibi Peygamber efendimiz selamı emretmiş. Selam verdiğimizde hem bir farzı yerine getiriyor hem de Peygamber efendimizin sünnetine uymuş oluyoruz.

Selamda sünnet olan öncelik sırası şöyledir: Rütbe ve nimeti çok olan önce selam verir. Büyük küçüğe, bir araç üstündeki yerdekine, yürüyen durana, ayakta olan oturana, az olan çok olana, amir memura, hoca talebesine, baba oğluna, ana kızına, telefon eden edilene, odaya giren odadakine selam verir.

Selam; emniyet, huzur, selamet, sağlık, barış, rahatlık, iyi netice, kurtuluş gibi manalara da gelir. Selam vermek, bir kimseye yapılan en güzel duadır.

Selam, birbirlerini tanıyanlar arasında muhabbet arttırıcı bir özelliği olmasının yanı sıra, birbirlerini tanımayan insanların ise birbirlerine karşı muhabbet beslemelerine sebep olmaktadır. Selam verilmek suretiyle bireyler arasında sevgi meydana gelmektedir. Selamlaşmak dostluğun, birlikteliğin başlangıcıdır. Selamlaşmak sevgiyi, sevgi kardeşliği, kardeşlik birlik ve beraberliği doğurur. Mü’minlerin birbirlerini sevmesi ise imanın alametidir.

Selam, sadece dünya hayatının değil, Cennet hayatının da esenlik ifadesidir. Kuran-ı Kerim’de, Cennette meleklerin inananlara, inananların birbirlerine selam verecekleri bizlere şöyle bildirilmiştir: “Rablerine karşı gelmekten sakınanlar, bölük bölük cennete götürülürler. Oraya varıp da kapılar açıldığında, bekçileri onlara: – Selam size, hoş geldiniz! Temelli olarak buraya girin. Derler.” (Zümer: 73)

Bu nedenle aziz Dostlar; birbirimize karşı –her türlü afet ve musibetten selamette olmak- dileği olan selamlaşmayı, hiçbir zaman ihmal etmeyelim. Umulur ki bu sebeple, Allah(c.c.)’nun gerçek selamet yeri olan ve Kuranı Kerim’in beyanına göre “selam”dan başka söz işitilmeyecek olan cennetine nail oluruz. Zira hakiki saadet orada, sonsuz huzur orada ve ebedi mükâfat yalnız oradadır.

Yüce Rabbimiz bizleri, birbirini seven, dostlukları pekiştiren, günahları afolunan ve cennete nail olan kullarından eylesin.

Selam Hidayete Tabi Olanlara.
Akibet Muttakilerindir.

Ahmet Tanyeri – DİYARBAKIR

www.NurNet.org

İnanmak Neleri Değiştirir?

Allah’a inanan insan, her şeyin dizgininin Onun elinde, her şeyin hazinesinin Onun yanında olduğunu, her şeyin Onun emri ve izniyle halledileceğini bilir. Sadece Ona güvenir, Ona bağlanır, Ondan yardım bekler. Hiçbir varlıktan da korkmaz, hiçbir şeye boyun eğmez, minnet etmez. Böylelikle iman, maddeye kul ve köle olmaktan kurtarır. İnsana gerçek şahsiyet kazandırır.

İçinde yaşadığımız asır, sunduğu maddî-manevî bütün imkânlarıyla insanlığa mutluluk vaat etmektedir. Ancak mutluluk arayışına bir cevap olarak sunulan şeylere ve elindeki tüm imkânlara rağmen çağımız insanının mutlu olduğu, maddenin onu mesut ve bahtiyar ettiği de söylenemez. Bunun en önemli göstergesi, ruhsal bunalımların ve intihar vakalarının yoğun biçimde yaşanmasıdır. Hatta ilginçtir ki bu gerçekle, gelişmiş olarak nitelenen, maddi refah seviyesi yüksek ülkelerde daha çok karşılaşılmaktadır.

İnsan hayatının düzenli biçimde akışını tehdit eden birtakım unsurlar vardır. Bunlar ya insanın kendinden/iç dünyasından ya da başkasından/dış dünyadan kaynaklanır. İnsanın ruhsal ve bedensel sağlığının bozulması, arzularını tatmin edememenin verdiği çöküntü, sapkın inanç ve ideallerinin etkisine açık olma, bunalımın iç dünyadan kaynaklanan sebeplerdendir.

Allah’a iman etmek, O’na bağlanmak ve güvenmek, Ondan sakınıp çekinmek, insan hayatını olumlu yönde etkileyen en güçlü dinamiktir. Buna ilaveten dünyada yaptıklarının melekler tarafından kaydedilip ahirette bütün gizli yönleriyle ortaya konacağına ve iyi ya da kötü, bunların karşılıklarını göreceğine inanma, öncelikle istenmeyen durumlara düşmeyi ve kötülükleri önlemede en önemli destek noktasıdır.

İman insanda yaşama sevgisi, hayata bağlanma duygusu meydana getirir. İman eden insan, hayata ve varlığa hoş bakar, hayatın Allah’ın bir lûtfu olduğuna inanır, dahası sosyal ve tabiî çevresini Allah’ın sanat eserleri ve kendini de onları bütünleyen bir parça gibi görür. Dolayısıyla vazifesi bitinceye kadar hayatına devam etmeyi bir görev sayar ve hayatta kalmanın mücadelesini verir.

Müslüman toplumda hayatı düzenleyen en önemli manevî temellerden biri yine imandır. Allah’ın emir ve yasakları, iman eden insanda makes bulur.

Allah’a îman eden kimse ise, yalnızlıktan kurtulur; her an Onun sonsuz rahmeti, ilmi, hikmeti, koruması ve gözetimi altında olduğunu bilir. Her an Ona sığınır, Ondan yardım bekler, kolaylık görür. Hareketlerini kontrol altında tutar, daima iyiye, doğruya, mükemmele yönelir; kötülüklerden uzaklaşır.

Allah’a inanan insan, her şeyin dizgininin Onun elinde, her şeyin hazinesinin Onun yanında olduğunu, her şeyin Onun emri ve izniyle halledileceğini bilir. Sadece Ona güvenir, Ona bağlanır, Ondan yardım bekler. Hiçbir varlıktan da korkmaz, hiçbir şeye boyun eğmez, minnet etmez. Böylelikle iman, maddeye kul ve köle olmaktan kurtarır. İnsana gerçek şahsiyet kazandırır.

İnsan, âciz ve zayıf bir varlıktır, ihtiyaçları sonsuzdur. Sonsuza dek yaşamak ister. Bu ihtiyaçlarını karşılayacak, arzularını yerine getirecek sonsuz bir kuvvet, kudret, ikram sahibi birine mutlaka iman etmesi gerekir. Aksi halde sıkıntılardan ve taşkınlıklardan kurtulamaz.

Allah’a inanan kimse onun bütün sıfatlarına da inanmış demektir. Onun her sıfatının hayatımıza bakan yönleri vardır. Bu nedenle Allah’ın her sıfatına ve her ismine inanmak, mümine ayrı bir saadet ve huzur verecektir.

Örneğin Beka sıfatına inanan bir kimse, kendisinin de Onun beka vermesiyle, baki ve ebedi olacağını düşünür, ölümden korkmaz ve yok olma endişesi taşımaz.

Zulme uğrayan bir kimse Allah’ın Adil ismine yapışır ve kendine yapılan zulmün karşılığını alacağını, zalimin de cezasını çekeceğini bilir.

Bunun gibi hayatımızın her safhasında Allah’ın sıfatlarının ve ismlerinin tesirini görmek mümkündür.

Nitekim, Allah`a inanan ve O`na sevgiyle bağlanan insanın mânevî ufku kâinat kadar geniş, huzûru ve neş`esi Cennet bahçesi gibi daima taze ve ölümsüzür. Gözlerinde îman nuru parlar, sözlerinde hakikat, sevgi ve neş`e çağlar. İş ve hareketlerinde ahlâk, vekar ve isabet göze çarpar. O, insanları hilkat itibariyle kardeşi bilir, onlara lütuf ve merhamet gözüyle bakar. Şefkatlidir, insanların dertlerine bir karşılık beklemeden koşar. Boynu büküklerin gönlünü alır, yetimleri bağrına basar. Kâinatla ve içindeki varlıklarla ünsiyet içindedir. Tanış gibidir. Hiçbir hâdise, onu korkutmaz, gözünü yıldırmaz. Kalbindeki îman kuvveti ile kâinata bile meydan okuyabilir. Allah`ın kendisine bahşettiği nimetlerden O`nun iradesine uygun şekilde faydalanır ve tadar.

Ölümden korkmaz. Zira, ölümü bir hiçlik ve yokluk kuyusu değil, hakikî hayatın ve ebedî saadetin başlangıç kapısı kabûl eder. Dünyada kendini misafir bilir. Misafirhane sahibi olan Allah`ın rızâsı ve izni dairesinde yer, içer ve rahatla yaşar. Misafirlik müddeti bitince de bu misafirhaneden huzurla ayrılıp ebedî mekânına gider. Allah`a inanan ve sevgiyle bağlanan kimse, inançsızlığın verdiği korkunç ızdırap ve elemlerden kurtulur.

Allah`a inanan kimsenin, kendine de, başkalarına da hiçbir zararı dokunmaz. Kanunun olmadığı yerlerde bile Allah`ın onu her an gördüğü inancı, işlediği kötülüklerin cezasız kalmayacağı korkusu, onu kötülüklerden alıkor. Değil kötülük, bil`akis elinden geldiğince herkese iyilik yapmaya, faydalı olmaya çalışır. Ruhunu iyi düşüncelerle doldurur, yüksek ahlâka erer, içinden kötü hisleri kovar. Allah`a inanmak ve O`na bağlanmak, insanı aynı zamanda gerçek hürriyetine kavuşturur. Zira her şey`in Allah tarafından yaratıldığını bilen insan, yaratıklara değil, yaratana kul olur. Mahlûkattan değil, Hâlıkdan korkar. Yalnız Allah`a güvenir, dayanır, O`ndan ister, O`na sığınır. Kula kul olmaz. Kimseye el açıp dilencilik ve dalkavukluk yapmaz.

Allah’a inanan bir insan aynı zamanda, hayatın bir imtihan, karşılaştığı sıkıntıların da bu imtihanın bir parçası olduğuna inanır ve bu noktada sıkıntılara göğüs germeyi, acı veren durumlara karşı sabretmeyi, hayatın zorluklarına karşı mücadele etmeyi temel karakteri haline getirir. Zira bunlar, Allah’a tam olarak inanmanın ve güvenmenin en önemli alametidir.

Ayrıca iman insana çok yüksek bir kanaat duygusu verir ve onun, dünya metaı ile mesafeli bir ilişki kurmasını sağlar. İmanın insanda kanaat etme duygusunu geliştirmesi, onun azla yetinmesine, ihtiyaçlarını üst seviyede olmasa bile asgari seviyede karşılamayla iktifa etmeye motive eder. Böylece kişiyi bunalıma itecek durumlara düşmekten kurtarır.

Allah’ı tanıyıp seversek, mutlu ve huzurlu oluruz. Bu da Allah’ın bizi sevmesine neden olur. Böylece içimiz rahatlar, huzur duyarız. Yüce Allah Kur’an’da Kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Rad, 13/28) buyurmaktadır.Allah’a olan sevgimizden dolayı insanları ve onun yarattığı bütün varlıkları severiz. İnsanlar da bizi sever ve sayarlar.

İçimizi dolduran Allah sevgisi, bizi daima güzel işler yapmaya yöneltir. Allah’a inanan kişi kendisini sürekli görüp gözeten bir yüce yaratıcının bulunduğunu düşünür. Yaptıklarından sorumlu olacağını ve bir gün hesap vereceğini düşünür. Bu düşünce onu kötü şeylerden uzaklaştırır. Kimsenin gönlünü kırmaz. Herkese sevgiyle yaklaşır. Kendisi için istediğini başkaları için de ister. İyiliksever, dürüst, hoşgörülü, merhametli olur. Sorumlulukların bilir, ona göre davranır. Böyle duygu ve düşüncelere sahip olan insanları herkes sever. Bu sevgi onlara huzur ve mutluluk verir.

İnsan hayatında mutlu, neşeli, sevinçli anlar olduğu gibi, huzursuz anları da vardır. İnsana bu mutluluğu Allah verdiği gibi, onu sıkıntıdan, üzüntüden kurtaracak yine Allah’tır. Allah’a inanan kimse başına bir sıkıntı geldiğinde, bunlardan kendisini kurtaracak olanın Allah olduğunu bilir ve huzurlu olur. Kendini yalnız hissetmez. Hep güven duygusu içinde yaşar. Allah Kur’an’da şöyle buyurmaktadır: Allah’a gönülden bağlanıp, ona karşı gelmekten sakınan kimseye, Yüce Allah sıkıntıdan çekip kurtaracağı bir yol gösterir. Ve onu hiç beklemediği yerden rızık ihsan eder. Çünkü kim Allah’a güvenip ona gönülden bağlanırsa Yüce Allah ona yeterlidir.(Talak, 65/2-3)

İman aynı zamanda insandaki yalnızlık duygusunu gideren bir hususiyete de sahiptir. İman vasıtasıyla Allah’ı dost edinen insan, sıkıntılı durumlarında Ona sığınarak yardımına müracaat eder. Zaten ihtiyacı olduğunda insana yardım edecek yegâne kudret sahibi, bütün varlığa hükmü geçen, biricik sığınılacak yer, Onun dergâhı değil midir? İşte imanın yalnızlık duygusunu gidermesi, onu bunalım ve intihara karşı koruyan bir unsurdur.

Salih amel ve ibadetler imanın kalbte yerleşmesiyle başlayan bir hareket, imanın bir meyvesidir, ancak kalpte imanı besleyen de bunlardır. İyilik yapmak, ibadet etmek insana huzur verir, iç dünyasındaki sıkıntıları yok eder, bunalıma düşmesini engeller. Ayrıca salih ameller insanı kötülük yapmaktan, hatta kötü işlerin içine düşmekten korur. Nitekim Allah (c.c.) Şüphesiz ki namaz fuhşiyat ve münkerattan alıkor. (Ankebut, 29/45) buyurmuştur.

Dolayısıyla salih ameller insan üzerinde, bir taraftan imanı kuvvetlendirirken, diğer taraftan kişiye huzur bahşedip, kötülüklerin içine düşmesini engelleyerek çift yönlü bir etki meydana getirirler.

Doktor Şifa / Zafer Dergisi

Hayati Harrani’den Nasihatler

“Kalbinde, Allah korkusu bulundurmak ve sıddîklerin hâlleri ile hâllenmek isteyen kimse, her işinde sünnet-i seniyyeye yapışmalı, onu mutlaka yerine getirmeli ve helâl lokma yemelidir. İnsanın meleklik sıfatından mahrûm olması; haram yemesi ve Allahü teâlânın yarattıklarına eziyet etmesi sebebiyledir.”

“Kalb yumuşaklığını, Allah adamı olan evliyânın sohbetlerine devâm etmekte aramalıdır. Kalb nûrunu da, sohbete olan gayreti devâm ettirmede aramalıdır.”

“Sâdık talebenin alâmeti şudur: Bir ân bile, Rabbini zikretmekten, O’nu hatırlamaktan ayrılmamalı ve O’nun hakkını gözeterek, farz ve sünnetlere devâm etmeli, dünyânın geçici zevklerinin sevgisini kalbe sokmayıp atmalı ve kalbinde dâimâ cenâb-ı Hakk’ın sevgisini bulundurmalıdır”

“Muhabbet, yâni Allahü teâlâyı sevmek, mârifetin (yâni O’nu tanımanın) ve Hakk’a giden yolun en büyük nişânıdır. Bâkî, sonsuz var olan sevgiliye, muhabbet ile kavuşulur.”

Hayat Bin Kays El Harrani (Hayati Harrani(K.S.))

Ruhsal Etkileşimin Tehlikeli Boyutu

Arabanızın nereye gideceğini, lastiklerin dönüş yönü değil, direksiyonu çevirdiğiniz yön belirler. Çevrenizin sizi ne taraftan ittiğine bakmayın, üzerinizdeki itme gücünü ne tarafa kullandığınıza bakın. Sizi engellemeye çalışanların üzerinizde oluşturacağı gerilimi lehinize kullanabilirsiniz. Evrenin görünen yüzeyinde rüzgârlar eser, fırtınalar kopar. Madde, yerinden hareket ettikçe, önüne geleni alıp sürükler. Peki, maddeyi sürükleyen nedir acaba? Sanıldığının aksine, hayatımızı dolduran asıl fırtınalar, maddesel değil, ruhsaldır; tüm hareketler ruhsal evrenden fizik boyuta sıçrarlar.

Hepimiz, çevremizin hareketleriyle hareketlenen kaderler yaşıyoruz. Kaderimizin şekillenmesinde, çevremizdeki insanların bize yöneltecekleri dua ve dileklerin, hakkımızdaki hislerinin ve düşüncelerinin çok büyük payı olacaktır. Komşunun ve arkadaşın geleceğimiz üzerindeki güçlü etkisini tam keşfedebilseydik, insanlarla ilişkilerimizde inanılmaz titiz olurduk. Hz. Cebrail (a.s.) komşu hakkı üzerinde öylesine ısrarlı durmuş ki, İslâm Peygamberi (a.s.m.) komşunun komşuya mirasçı kılınacağından endişe etmiş. Hz. Ali’nin (r.a.) şu sözü çok önemli: ”İnsanlarla öylesine iyi geçinin ki, düşmanlarınız bile ölümünüze ağlasın.” Çevremizdeki insanların bu denli önemsenmesinin sebepleri arasında, karşılıklı olarak birbirimizin hayatlarında oluşturabileceğimiz olumlu ya da olumsuz izlerin çok büyük olabilme potansiyeli yatar. Burada sadece insanlardan üzerimize gelebilecek dolaylı olumsuz veya yıkıcı ruhsal etkileşim araçlarının nasıl bertaraf edilebileceğini irdeleyeceğiz.

Dolaylı olumsuz enerji, kıskançlıktan, size yönelen üzüntüden, kırdığınız kalpten veya hakkınızda oluşan haklı nefretten kaynaklanabilir. Tüm bu olumsuzlukları yok edebilir, haksız şekilde üzerinize geliyorlarsa da, onları lehinize kullanabilirsiniz. İnsanlara karşı gerçek yanlışlıklarınız varsa, duygusal olarak size kırılırlar ve varlığınızı yaralayıcı enerjiyle, gece gündüz sizi tahrip ederler. Bu yanlışların neler olabileceğini görelim:

1. Borçlar: Alacaklı, alacağını her hatırladığında hakkınızda teessüf hisseder; hakkınızdaki her teessüf ruhsal enerjinize yönelen bir tahribattır. Tanıdığım bir adam, borçlarına sadık değildi ve yıllar öncesinden kalan borçlarının pek çoğunu unutmuştu. Başına gelenlerden haberdar oluyordum, girdiği işlerde tutunamadı, kazalar başından eksik olmadı. Bir genç aldığı borçlarla ticaret yapmaya kalktı; ödeme fırsatını yakaladığı anda, borcunu ödemedi ve parayı işini büyütmek için kullandı. Battı, iflâs etti; çünkü stratejisi yanlıştı. Bir diğeri kurnazlık yaparak, borç parayla borsada zengin olacağını sandı; batınca, çareyi intihar etmekte aradı. Tehlikeli olan, borcunu ödeyememek değil, borca karşı duyarsız olmaktır. Çaresizliğe düşmüşseniz alacaklıdan kaçmayın, derdinizi anlatın, tüm varlığınızı ortaya koyun, size anlayış göstermesini isteyin. Unutulmuş borç, vücudunuzun bir köşesinde bekleyen çıban gibidir; temizleninceye kadar zarar verir. Evi, arabası olduğu halde borcunu ödemeyen insanlar yaşıyor. Batmak istemiyorsak, batan işyerlerinin borç/alacak ilişkilerini inceleyerek nelere dikkat etmemiz gerektiğini görelim.

2. Dargınlıklar: Gergin olduğunuz bir anda, arkadaşınızın kalbini kırmış olabilirsiniz. Terkedilmek yüzünden bunalıma giren gençler tanıdım. Eğer birisine böyle bir ızdırap çektirmişseniz, sizi her hatırlayışında duyacağı üzüntü, üzerinize bela gibi yağacaktır. Basit gerekçelerle insanları darıltırsanız, sadece yalnızlığa terkedilmezsiniz; geleceğiniz karartılır. Ya gönül kırmayın ya da iletişim kurmayın. Gönül kırmamanın en emin yolu, dilimize hâkim olmaktır.

3. Maddî Zarar: Verdiğimiz küçük maddî zararlar birikir ve büyük zararlar halinde bize geri dönerler. Kapısının önünü kirlettiniz, arabasını çizdiniz, birisine çarpmışsanız.. özür dilemekten korkmayın. Yaptıklarınız yüzünden üzerinize haklı öfke yönlendirirlerse, mutlaka tökezlersiniz. İğnesini bile kaybetmişseniz yenisiyle değiştirin veya mutlaka hakkını helâl etmesini, kalbinin sizden hoşnut olmasını sağlayın.

4. Gıybet: Yüzlerine gülebildiğiniz insanların gıyaplarında, onları rencide edecek bir sıfat kullanır mısınız? Gıybet, ruhlar arasında dolaştıkça aleyhinizde enerji üretir. Eğer birisi hakkında söylediğiniz söz hakkınızda söylenmiş olsaydı rencide olacaksanız, söylediğiniz gıybettir. Birisi hakkında konuşurken veya birşey hissederken, hemen kendinizi onun yerine koyun. İlk sağlam ölçü kendi kalbinizdir. Gıybet köstekler; sevginin değil, nefretin çekirdeğidir ve mantar gibi hızlı kopyalanan salgın bir hastalıktır. Başkalarını alay konusu yapmak, gururlananlara çok tatlı geliyor. Eleştirenler kadar eleştirilen, aşağılayanlar kadar aşağılanan insan görmedim. Bir büroda çalışan herkes hakkında bir eleştiri duydum; ama, aynı büroda, hiç kimseyi rencide etmeyen bir uzman aleyhinde konuşan tek bir insanla karşılaşmadım. Birisi bunu denedi ve oracıkta hemen aşağılandı, dışlandı. Önemli işleri olanlar, başkalarını çekiştirmeye vakit bulamazlar.

5. Haksız Nefret: Eğer haksız iseniz, nefretiniz ve bedduanız, dönüp dolaşıp size gelecektir. Ayaklarınızın altına aldığınız şerefler sizi çiğnemeye hazırlanıyor. Birilerinde kalan hakkınız varsa size verilecektir; ama, kaderin sahibi kimseye haksız ve kalıcı zarar vermenize izin vermeyecektir. Verdiğiniz zararın karşılığını eninde sonunda ödersiniz. Suçunuz yoksa başkasının da size kalıcı zarar verebileceğini sanmayın. Yaşadığınız filmin bir de yarınları var; sonunu görmeden karar verirseniz, acele edersiniz. İslâm Peygamberi (a.s.m.), lânetin eninde sonunda sahibini bulacağını bildirmişti: ”Kul birşeye lânet ettiğinde o lânet göğe çıkar da gök kapıları kapanır; giremez, geri döner. Yerin kapıları da kapanır; giremez. Sağa sola gider gelir. Bir yer bulamayınca lânet edilen şeye gider. Eğer lânete layıksa ona gider, değilse söyleyene döner.”

Beni şaşırtan bir husus, Dr. Annie Besant’ın, bu sürecin bazı medyumlar tarafından algılanabilir ölçüde açık olduğuna dair iddiası olmuştur. Filmlerde ve sokaklarda ”Lânet olsun” sözlerini duydukça, bu çirkin sözü bilinçsizce söyleme alışkanlığını kazandık. Ayağınızın çarptığı taşa lânet ettiğiniz için lânetinize uğramak ister misiniz sahi? Gazeteler ”Ne oluyor bize, çıldırıyor muyuz?” diye manşet atıyorlar. Türkiye halkına ne olduğunu anlamak için insanların sokak ortasında nasıl küfürleştiklerine bakın. Küfürleşerek konuşmak samimiyetin bir ifadesi hâline gelmişse, bu hastalığa yakalananların geleceği karanlıktır.

Nefretin kalbinize hâkim olmasına izin vermeyin; damarlarınızdan tüm enerjiyi çekip kurutursunuz. Kötü insanlardan nefret etseniz de, bunun size faydası olmaz. Bazı insanlara yönlendirilen nefret bazen zararsız olabilir; ama hiçbir zaman faydalı olamaz. Tüm bunları yaptığınız halde hâlâ birileri sizden nefret ediyor mu? Önünüze taş koymaya, yolunuzu kesmeye ve yokluğunuzu dilemeye devam mı ediyorlar? Tarihe bakın: Bazı insanlar saldırılar altında yok oldular; küçüldüler. Çünkü onlar yanlış yapan insanlardı ve saldırılar onlara gönderilen cezalardı. Oysa bazıları saldırılarla yüceldiler; onları engellemeye çalışanlar, aslında onların evreni kuşatmalarına hizmet etmişlerdi. Sevgiye sarılana saldıran nefret, sarsılmaz duvarlara çarpıp geri döner. Nefret, nefret edenden başkasına zarar vermez.

Muhammed Bozdağ / Zafer Dergisi

Helal Gıda Hatıraları – 1

“Hatıra” denildiğinde, hatıra gelen; hatırda kalan şey anlaşılır. Günlük hayatımızda ve medyada en çok bahsedildiğine ve yazıldığına rastlanan hatıraların; çocukluk, gençlik, askerlik, öğrencilik,  iş hayatı, gurbet hayatı gibi konularla ilgili oldukları dikkati çeker.

Geçmişte yaşanan şeylerin zihinde kalan izleri, belki de beynimizin ilk teşekkül ettiği andan itibaren beynimizde kaydediliyor ve “hatırlamak” denilen işlemle çağırılıyor. Hafıza ve hatırlamak, üzerinde derinlemesine düşünülmesi ibret alınması gereken çok mühim bir mevzudur. Tıp bilimi şimdiye kadarki gelişmelerine rağmen, görme, işitme, koklama gibi duyu organlarıyla ve hareketlerle ilgili beyindeki çeşitli merkezlerin yerinden bahsederken, hafıza merkezinin beyindeki yerini söyleyebilmiş değildir. Bu bilgi noksanlığını kapatabilmek için de, beyinde “hafıza merkezi” olarak bir yerin belirtilemeyeceği ve beynin tümünün hafıza görevi yaptığı iddiasında bulunabilmektedir.

İnsanın öğrenme ile ilgili tüm faaliyetleri, ancak hafızasına kayıtlarla olabilmekte; hafızaya kayıtların olabilmesi ve o kayıtların çağırılmasıyla ilgili keşfedilmiş bazı hafıza kanunlarının, öğrenme faaliyetinin verimi ve başarıya ulaşabilmesi  için göz önüne alınması gerekmektedir.

Hafızamızın dünya hayatında yaşayabilmemizdeki ehemmiyeti, çeşitli sebeblerle hafızasını kaybetmiş olanların durumu göz önüne alındığında belki çok daha iyi anlaşılabilir. Hafızanın insanın dünya hayatında yaşayabilmesindeki büyük öneminden başka, dünya hayatından sonra âhirette, Haşir’de, Mahkeme-i Kübrâ’da bütün insanların hesabının bir anda görülmesinde de büyük önemi olabileceği düşünülmelidir.

Bugünkü bilgisayarcıların dilindeki “Ana Bellek”e de benzetilebilecek olan “Levh-i Mahfuz”da yer alan, insanın en geç onbeş yaşından itibarenki buluğ çağından itibaren, dünya hayatını terk edinceye kadar akıl ve irade sahibi olarak yaşadığı tüm hayatına ait görüntülü ve sesli kayıtların insanın hafızasındakilerle karşılaştırılmasıyla, Mahkeme-i Kübrâ’nın bir an kadar sürüp sonuçlanmasının çok kolaylıkla olabileceği, dinî kitaplarımızda yazılı bulunmaktadır. Bu sebeble, insan hafızasının dünyadaki büyük öneminden başka, uhrevî bakımdan da büyük önemi olduğunu; onda Allah’ın Adl, Hakem, Hafîz gibi en mühim bazı isimlerinin tecellileri olduğunu ibretle düşünebilmek, tefekkür edebilmek de gerekir.

Çeşitli vesilelerle çok kişi tarafından söylendiği gibi, insan yaşlandıkça, nasılsa yakın geçmişinden daha gerideki geçmişini daha kolay hatırlar hale gelmektedir. Bunun bir hikmeti de, Allah’ın (c.c.) rahmetinin bir tecellisi olarak, yaşı ilerlemiş insanı o zamana kadar yaşamış olduğu ömrünün muhasebesini yapmağa teşvik ve buna imkan tanıması olabilir.

Geçmişini daha iyi hatırlayarak yapmak imkânını bulabileceği bu ömür muhasebesinde insan, geçmişindeki hatalı yaşayışlarını tesbit edebilirse, ömrü henüz bitmeden ve dünya imtihanından çıkmadan, onlardan tevbe etmesi hususunda bu şekilde yapılan ilahî gizli ikazın gereğini belki yapabilir. Fakat insanların çok büyük bir çoğunluğu, bu ikazı hiç anlamaz ve gereğini hiç yapmaz; dünyadaki fanî ömrü bittikten sonra, âhirette kendisine hiçbir faydası olmayacak bir “son pişmanlık haline namzet” olarak, vadesi ve mühleti dolunca, dünyadan âhirete göçüp gider!

“Hâtıra”, baştan geçen olayların kaleme alınmasıyla ortaya çıkan eser şeklindeki bir edebî türe de verilen addır ve bu edebî tür, insanların en fazla okumak istediklerinden biridir. İnsanlar, bilhassa meşhur insanlarla ilgili hâtıraları alâka ile okudukları için, bu tür kitaplar çok yazılır. Fakat insanların lüzumsuz ve faydasız beşerî tecessüs duygularını istismar için hatıra kitabı yazılması da, böyle kitapları okumak da en azından zaman israfıdır ve başka zararları da vardır.

İnsanın hatıralarını okumak merakı duyması gerekenleri, öncelikle kendisine örnek alabileceği ve hakikat rehberliği yapabileceklerden seçmesi, onlarınkini önce okuyup anlamağa çalışması, onun bu mevzuda daha faydalı ve akıllıca  bir seçimi olabilir. Bu ölçüye göre, elbette Peygamberimiz’ in (Sallallahü aleyhi ve sellem) hayatı,  sonra da Peygamberler tarihi ve onların yolundaki maneviyat büyüklerinin hayatı, değer sıralarına göre öncelik taşır.

Hatıra konusu ile ilgili  bu genel bazı değerlendirmelerden sonra, “Helal Gıda Hatıraları”nın bu değerlendirmeler içindeki yerinin ne olabileceği merak konusu olabilir. “Helal Gıda Hatıraları” şimdiye kadar duyulmamış bir hatıra türü olarak garip karşılanabilir; fakat özüne inilecek olsa, belki de önemine rağmen hiç duyulmamış veya duyulmuş olsa bile en az bahsi geçen bir hatıra türü olduğu, bu mevzuun önemini bilenler tarafından kabul edilebilir. Çünkü bu, diğer birçok hatıra türü gibi sadece insanların siyasette, ekonomide, sporda vb. alanlarda meşhur insanların  hayatıyla ilgili tecessüslerini tatminden öteye geçmeyen basit hikayeler nevinden değildir; helal gıda ile yaşanması icap eden hayatın nasıl olması gerektiği ile ilgilidir. Bu türden, kendisi için sonradan pişman olunmayacak hatıralar edinebilmek, böyle hatıralardan kendisi için gereken dersleri alabilmek ve o derslere göre yaşayabilmek, aslında insanın bu dünyadaki yaşayış tarzını doğru seçmesi gibi temel meseleleri içine girecek derecede önem arzeder.

Hepimiz, hafızamızı yoklamalı; şimdiye kadarki hayatımızdan hatırlayabileceğimiz helal gıda arayışımızla ilgili hatıralarımız olup olmadığını araştırmalı; eğer yoksa, bundan dolayı üzülüp intibaha gelmeli ve bundan sonraki yaşayışımıza o intibahla da yön vermeğe çalışmalıyız.

Prof. Dr. Mustafa Nutku