Kategori arşivi: Yazılar

Bediüzzaman Said Nursi ve Süleyman Hilmi Tunahan

Süleyman Hilmi Tunahan’ın yakın talebelerinden Mehmed Emre Hocaefendi anlatıyor:

“Sivrihisar’da vazifeye başladığım sırada ziyaretime gelen Emirdağ Müftüsü Mehmet Oral’a iade-i ziyarette bulunmak üzere Emirdağ’a gitmiştim. Bahsi geçen zat beni birkaç gün misafir etti.

“Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin bu ilçede bulunduğunu öğrenince Kur’an Kursu öğreticisi Hafız İbrahim ile birlikte Üstad’ı ziyarete gittik. Bu muhterem zatın ikamet ettiği ev, Kur’an Kursu’nun tam karşısındaydı. Sokak kapısından içeri girince elle yazılmış bir kağıdın kapısının arkasına raptedildiğini gördüm. Ve merak saikasıyla yaklaşıp okudum.

“Üstad’ın ifadesiyle kaleme alınmış bulunan yazıda şöyle deniyordu: “Ben yaşlı ve hasta bir Said’im. Beni ziyaret etmek isteyenler kitaplarımı okusunlar. Böylece daha çok istifade ederler.

“Üstad Hazretlerinin hizmetinde bulunan Zübeyir, bizi görünce aşağı indi ve maksadımızı öğrenince kapının arasındaki kağıdı gösterdi. Ben “O yazıyı siz gelmeden önce okudum. Buna rağmen ziyaret etmek istiyorum. Kabul etmezlerse geri gideriz.” dedim. Yukarıya gidip geldi ve Üstad’ın huzuruna kabul edileceğimizi haber verdi, sevindim.

“Odadan içeri girdiğimizde Üstad, oturmakta bulunduğu karyolanın üzerinde iki dizi üzerine gelerek boynuma sarıldı. Ben de elini öpüp oturdum. Said Nursi Hazretleri kendine mahsus şivesiyle;
“Müftü deyince yaşlı, ihtiyar bir kimse tasavvur ediyordum. Sen gençmişsin. Kimde okudun?” dedi. Ben: “Süleyman Efendi hazretlerinde” cevabını verdim. Bunun üzerine; Üstad, “Ben kendini görmemişem. Fakat manen tanırım. Ulema-i su İslam dininin şerefini ayak altına düşürdüler. Fakat o bunu minarenin şerefesi gibi yükseltti. Onu ve talebelerini okuduğum evradın sevabına ortak kılıyorum.” dedi.

“Pırıl pırıl parlayan gözleri, zekasındaki fevkaladeliği yansıtmaktaydı. Bakışlarındaki maveralara uzanan bir ruh hasleti müşahede olunuyordu. Kemalatını aynelyakin müşahede ederek yarım saat kadar huzurunda bulunduktan sonra duasını ve müsaadesini talep ederek ayrıldım.”
(Mehmed Emre-Hatıralarım.s:55-56-Erhan yay.)

Bediüzzaman’ın talebelerinden Mustafa Sungur şöyle bir hatıra nakletmektedir:

“16 Eylül 1959 tarihiydi. Bediüzzaman Hazretleri aniden şiddetli rahatsız oldu. Bu rahatsızlığı üç gün devam etti. Gazete okumadığından ve radyo dinlemediğinden hâl-i âlemden haberi yoktu. Üç gün sonra İstanbul’dan Rüşdü Bey isimli talebesi geldi. Onu görünce hemen ahvâl-i âlemden ve İstanbul’da ne olup bittiğinden sordu. O da “Üstadım, Süleyman Efendi vefat etti” deyince, Üstad birden kalkarak “Kardeşim, Şeyh Süleyman mı? Şeyh Süleyman mı?” diyerek dikkatle sordu. “Evet üstadım, Şeyh Süleyman” deyince Bediüzzaman şöyle dedi: “Kardeşim ne zaman vefat etti?” Bu soruya verilen cevap bizi daha da hayrete düşürmüştü. Zira tam vefat ettiği saat Bediüzzaman hastalanmış ve bu manevi elemi hissetmişti. Bediüzzaman, devamla “Kardeşim, Allah rahmet eylesin, Allah rahmet eylesin, mübarek veli bir zattı, mühim hizmetler ifa etti. Allah rahmet eylesin.
(Prof.Ahmed Akgündüz-Arşiv belgeleri ışığında Süleyman Hilmi Tunahan-Osav yay.)

Süleyman Hilmi Tunahan’ın bendelerinden Arif Hikmet Köklü Beyefendi 14.09.2001’de şu enteresan hatırayı anlatmışlardır;

“Bazı kimseler Bediüzzaman Said Nursi aleyhinde neşriyatta bulunuyorlardı. Onların tesirinde kalarak Şeyh Süleyman Efendi hazretlerine “Biz Said Nursi’yi nasıl bileceğiz?” diye sordum. “Bediüzzaman hazretleri Türkiye’de en sevdiğim zattır” dediler. Yanından bir zat çıkıyordu, onu kast ederek “Siz gelmeden önce bir zat gelmişti. Said Nursi hazretlerinin yanından gelmiş ve sohbetinde bulunmuş. Sohbette bizim bahsimiz olmuş. Ayağa kalkarak: “Ne kadar sevap kazanmışsam yarısını Şeyh Süleyman efendiye veriyorum” dediğini bize nakletti. Biz de o zata dedik: “Biz de bu güne kadar sevap ve hayır namına ne kazandı isek hepsini Said Nursi hazretlerine hediye ediyoruz. Bunu kendisine bildirirsiniz.

…Yine Arif beyin nakline göre Süleyman efendi şöyle buyurmuş: “Said Nursi’ye makamını bizzat Resulullah vermiştir. En yüksek dereceye çıkmıştır. Hz. Allah’ın ilham ettiği şekilde yazacak, onun hizmeti de öyle…”

…Halen Hollanda’da bulunan Abdullah Tekin Hocaefendi de şöyle bir hatıra naklediyor: ‘Risale-i Nurları okumakla birlikte çeşitli hocaefendilerimizden dersler de alıyorduk. Hacı Süleyman efendiden de uzun zaman ders aldık. Merhum bizim Nurlarla irtibatımızı biliyordu. Bir gün yakın talebelerine; “Bediüzzaman Hazretlerinin talebeleriyle aranızda zerre miktar bir ihtilaf çıkarırsanız huzur-u ilahide iki elim yakanızdadır… Abdullah evladımız iki yerden feyiz alıyor. Bediüzzaman hazretleri o vazife ile tavzif edilmiş, biz de bu vazife ile tavzif edilmişiz.” buyurdu.

Kaynak: cevaplar.org

Said Nursi Hristiyanlığı Övmüş Müdür?

Bediüzzaman mevcut Hristayanlığı değil belki Gerçek İsevilik olarak adlandırdığı, tevhid dinine inanacak ahirzamandaki bir takım İsevilerden bahseder ki; Nursiye göre bunlar, İslamiyet ile omur omuza vererek dinsizliğe karşı mücadele edeceklerdir.

Hz. İsa’nın yeryüzüne ilk gelişinde tebliğ etmiş olduğu hak din, özünden uzaklaşmış ve tahrif edilmiştir. Kuran’da bildirildiği gibi, Hz. İsa’nın ardından üçleme ve Hz. İsa’nın ilahlaştırılması (Allah’ı tenzih ederiz) gibi çeşitli sapkın inanışlar Hıristiyanlığa dahil edilmiştir. Nursiye göre, Hz. İsa yeryüzüne geldiğinde öncelikle, Hıristiyanlığı bu sapkın inanışlardan arındıracaktır.

İki bin yıldan bu yana özünden uzaklaşma süreci yaşamış olan Hıristiyanlığı özüne döndürebilecek olan tek kişi Hz. İsa’dır. Kendisini bekleyen Hıristiyan dünyasına gerçek din ahlakını yani Kuran’da bildirilen İslam ahlakını anlatacak, Hıristiyan dünyası hak dine yönelecektir. Hz. İsa’ya tabi olanlar da gerçek İseviler olacaklardır. Nursi’nin ifadelerini incelediğimizde gerçek İsevilerin; Kuran ahlakına ve sünnete uyan, Hz. İsa’ya itaat eden kimseler olacağı anlaşılmaktadır.

Bu dönemde dinlerinin içine karışmış olan hurafelerden ve batıl inanışlardan yüz çevirerek gerçek İslam ahlakına yönelecek olan Hıristiyanlar ve samimi Müslümanlar, gerçek İseviler olacaklardır. Müslümanlar ve batıl inanışlarından kurtulan Hıristiyanlar, Hz. İsa vesilesiyle büyük bir ittifak kuracaklardır. Gerçek İsevilerin ittifakı yeryüzündeki din ahlakına karşı olan her türlü sistem ve uygulamanın tamamen ortadan kaldırılmasını sağlayacaktır. (Mektubat, Onbeşinci Mektub)

Üstad Bediüzzaman’ın konuyla ilgili bazı açıklamaları şu şekildedir:

Ahir zamanda Hazret-i İsa (as) gelecek, Şeriat-ı Muhammediye ile amel edecek” mealindeki hadisin sırrı şudur ki: Ahir zamanda felsefe-i tabiiyenin (tabiat felsefesi) verdiği cereyan-ı küfriye (inkarcı hareket) ve inkar-ı uluhiyete (Allah’ı inkar) karşı İsevilik dini tasaffi ederek (arınarak) ve hurafattan tecerrüd edip (hurafelerden temizlenip) İslamiyete inkılab edeceği bir sırada, nasıl ki İsevilik şahs-ı manevisi, vahy-i semavi kılıncıyla o müdhiş dinsizliğin şahs-ı manevisini öldürür; öyle de Hazreti İsa, İsevilik şahs-ı manevisini temsil ederek, dinsizliğin şahs-ı manevisini temsil eden Deccal’ı öldürür. Yani inkar-ı uluhiyet fikrini öldürecek. (Mektubat, Birinci Mektub)

“… felsefe-i tabiiyenin verdiği cereyan-ı küfriye ve inkar-ı uluhiyete (Allah’ı inkar) karşı …” Bediüzzaman; Hz. İsa’nın, maddeciliğin ve sefahatin meydana getirdiği inkarcı harekete ve Allah’ın varlığını inkar edenlere karşı büyük bir mücadele yürüteceğini belirtmektedir.

“İsevilik dini tasaffi ederek (arınarak) ve hurafattan tecerrüd edip İslamiyete inkılab edeceği …” Bediüzzaman bu hikmetli açıklamasında Hz. İsa’nın ahir zamanda tekrar dünyaya geldiğinde, İslam dininin gereklerine göre hareket edeceği yönündeki hadisi tefsir etmektedir. Hz. İsa’nın mücadelesi çeşitli hurafeler ve geleneklerle özünden uzaklaşan Hıristiyanlığın özüne dönmesi ile başlayacaktır. Hz. İsa Hıristiyanlığı tüm batıl inanışlardan temizleyecek ve ona tabi olduklarını söyleyen tüm Hıristiyanlar gerçek din ahlakına yani İslamiyet’e döneceklerdir.

Ve Kuran’a iktida (uymak, tabi olmak) ederek, o İsevilik şahsı manevisi tabi; ve İslamiyet, metbu (tabi olunan) makamında kalacak. Din-i Hak, bu iltihak neticesinde azim bir kuvvet bulacaktır. Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlub olan İsevilik ve İslamiyet ittihad neticesinde, dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak istidadında iken; alem-i semavatta cism-i beşerisiyle bulunan şahs-ı İsa (as), o din-i hak cereyanının başına geçeceğini, bir Muhbir-i Sadık (Hz. Muhammed sav), bir Kadir-i Külli Şey’in va’dine istinad ederek haber vermiştir. Madem haber vermiş, haktır; madem Kadir-i Külli Şey va’detmiş, elbette yapacaktır. (Mektubat, Onbeşinci Mektub)

“… Kuran’a iktida (uymak, tabi olmak) ederek, o İsevilik şahsı manevisi tabi; ve İslamiyet, metbu makamında kalacak.” Hıristiyanlığın Hz. İsa ile başlayacak olan hak dine dönüşümü, son kitap olan ve herkesin uymakla mükellef olduğu Kuran’a tabi olmakla neticelenecektir. Hz. İsa’nın şahsı ve ona tabi olan Hıristiyanlar İslam’a tabi olacaktır.

“Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlub olan İsevilik ve İslamiyet ittihad neticesinde, dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak.” Hz. İsa öncülüğündeki Hıristiyanlık Kuran’a tabi olduğunda çok büyük bir güç oluşacaktır. Çünkü günümüzde dünya nüfusunun çoğunluğuna sahip iki din olan Hıristiyanlık ve Müslümanlık hem siyasi, hem ekonomik hem de manevi yönden çok büyük iki kuvvettirler.

Bu nedenle de dinsiz ideolojiler karşısında birleştiklerinde çok büyük bir güç kazanarak dinsizlik akımlarını fikren mağlup edip, dağıtacaklardır. İnsanları hayatlarının gerçek amacından uzaklaştıran bencil, sevgisiz, çatışmacı bir hayata iten maddeci felsefe ve dinsizliğin dünya üzerindeki etkileri, iki dinin birleşmesiyle ortadan kalkacaktır.

“Cism-i beşerisiyle bulunan şahs-ı İsa (as), o din-i hak cereyanının başına geçeceğini…“: İki dinin ittifakı ve Hıristiyanların Kuran’a tabi olması ile dünyada nüfus çoğunluğuna sahip olacak iki din, tek bir ses ve tek bir vücut gibi hareket edecek, bu hak dinin başına ise Hz. İsa geçecektir. Bediüzzaman bu sözünde Hz. İsa’nın yeryüzüne gelip, samimi olarak iman edenlerin başına geçeceğini Peygamberimiz (sav)’in hadislerinde haber verdiğini hatırlatmış ve bu nedenle de bu haberin mutlak gerçekleşecek olan hak bilgi olduğunu söylemiştir.

Yukarıdaki ifadelerden de rahatlıkla anlaşılabileceği gibi, Bediüzzaman İseviliğin mevcut halini değil, belki ahirzamanda Hz. İsa’nın tekrar yeryüzüne inmesiyle başına geçeceği, hurafelerden arındırılmış ve tevhid dini olan hakiki bir İsevilikten bahsetmektedir.

www.bediuzzamansaidnursi.org

Veysel Karanî Hz. Neden Sahabe Olmadı?

Meşhur kıssadır Veysel Karanî Hazretlerinin Efendimiz(ASM)’a olan aşk derecesindeki muhabbeti. Âmâ anneciğini yalnız bırakmamak için uzun zaman Rasulullah(ASM)’ı ziyareti tehir eder, zira annesinin az da olsa yalnız bırakılmaya rızası yoktur; ama âlem Rasulullah(ASM)’ın nuruyla coşmuş, dağ, taş, ağaç, su nur-u nübüvvet ile ayrı bir hayata kavuşmuş, ayrı bir renge bürünmüştür. Kainattaki bu cûş-u huruşu gören, kalbi aşk-ı İlahi ve Rasulullah(ASM) ile coşan Karanî Hazretleri anneciğinden zorlukla izin alabilmiş ve Medine yolunu tutmuştur. Gider ki Rasulullah(ASM) evinde yok! Annesine verdiği söz mucibince başka hiçbir yere bakmadan, sormadan hemen döner gelir Karen’e..

Bu hazin kıssa hep aklımda bir soru işareti olarak kalmıştır. Ta ki fıtrat kanunlarını anlayana kadar.. yani Veysel Karanî Hazretleri o gün Efendimiz(ASM)’ı Medine’de arasa ve bir kez yüzünü görse peygamberlerden sonra insanların en hayırlıları olan “Sahabe” sınıfına dahil olacaktı. Her cihetle alemde bambaşka bir inkişafa vesile olacak, “yıldız mahiyetindeki” sahabe efendilerimizden biri de o olacaktı. Ahiretteki mazhariyetleri ise tamamen aklın ihatası dışında. Peki neden Veysel Karanî Hazretleri o gün döndü geldi?

Karanî Hazretleri o gün annesine verdiği sözü çiğnememekle Allah’ın fıtratımıza koyduğu evlad olma kanununun insaniyetimizin esası olduğunu, o fıtrat kanununu çiğnemenin Allah’ın hükmünü çiğnemek ve dolayısıyla alemdeki bütün kanunlara muhalefet etmek olduğunu anlamış ve anlatmıştır. Yani Veysel Karanî Hazretleri o gün sözünü tutmasa ve annesini yalnız bırakıp Rasulullah(ASM)’a gitseydi belki insaniyetinin özündeki manayı kaybedecek,  değil sahabe, belki çok daha aşağı bir mertebeye sukut edecekti. Kendisi için hayırlı olmayan bir şeyin talebinde ısrar eden bir sahabenin neticede düştüğü üzücü durum buna başka bir örnektir. Bu yüzden Karanî Hazretleri Rabbinin en parlak aynası olan Rasulullah(ASM)’ı görme arzusunu, yine Rabbinin koyduğu evladlık hükmü-anne baba hukukuna riayet etmek için terk etmiş, canından çok sevdiği Rasulullah(ASM)’ın gül yüzünü dünya gözüyle görememiş, lakin “Tâbiînin en hayırlısı” diye iltifat-ı Nebevî’ye mazhar olup, hırka-i şerifini emanet almıştır. Böylesi çetin bir imtihanda insanın Rabbisinden razı ve hoşnut olmasının en münteha örneklerinden birisini hayatıyla anlatmıştır.

Bize ne kaldı? Karanî Hazretleri bize Allah’ın üstümüze yüklediği hakları, ancak hakkıyla ifa edersek mümin olabileceğimiz dersini bırakmıştır. Hak ve hukukları payimal ederek ne kulluk, ne hizmet, ne de başka bir salih amel mümkün değildir.

Peki Karenli Veysel biz olsaydık ne yapardık..? Allah yardımcımız olsun, enfüsî bir hesap..

Rabbimiz şefaatlerine mazhar eylesin. Âmin.

Nabi

www.NurNet.org

Aile Fabrikasından Alınan Mahsuller Nelerdir?

Ve o hane ve aile hayatının hayatı ve saadeti ise; samimî ve ciddî ve vefadarane hürmet ve hakikî ve şefkatli ve fedakârane merhamet ile olabilir ve bu hakikî hürmet ve samimî merhamet ise; ebedî bir arkadaşlık ve daimî bir refâkat ve sermedî bir beraberlik ve hadsiz bir zamanda ve hududsuz bir hayatta birbiriyle pederane, ferzendane, kardeşane, arkadaşane münasebetlerin bulunmak fikriyle, akidesiyle olabilir. (9.Şua)

Aile hayatından alınan en mühim netice: aile ferdlerine dinamik, hayattar ve saadetli bir atmosferin sağlanmasıdır. Zira kalbî, aklî, manevî inkişaflar için böyle huzurlu bir zemin gereklidir. Samimî ve ciddî ve vefadarane hürmet; ve hakikî ve şefkatli ve fedakârane merhametin tesis edildiği ailelerde ferdler arasındaki münasebetler de pederane, ferzendane, kardeşane, arkadaşane olmaktadır ki şu maddeperestliğin hükmettiği ve ahlakın sukuta başladığı devirde böyle ulvi hislerin üretildiği ve cemiyete yayıldığı aile kavramının ne kadar önemli olduğu  anlaşılmaktadır.

Bahtiyardır o adam ki; refika-i ebediyesini kaybetmemek için sâliha zevcesini taklid eder, o da sâlih olur. Hem bahtiyardır o kadın ki; kocasını mütedeyyin görür, ebedî dostunu ve arkadaşını kaybetmemek için o da tam mütedeyyin olur; saadet-i dünyeviyesi içinde saadet-i uhreviyesini kazanır. (24.Lema, 2.Nükte)

Aile fabrikasının bir neticesi de eşlerin birbirinin iyi hasletlerini taklid etmek suretiyle ahlaklarının yükselmesidir. Devamlı beslenen ahlakî altyapı toplumun da temel direği olacak, gelen nesil dinî ve millî değerlerini kaybetmeden, ölçü ve edeble yetişecektir.

Nabi

www.NurNet.Org

Zaman, Cemaat Zamanıdır

Cemaatin esası ferddir. Her cemaat bidayette bir ferdin etrafında şekillenir. Ferdin fiilî gayretiyle veya mânevî câzibesiyle bir araya gelen diğer ferdler, bir cemaati oluşturur.

“Allah’ın kudret eli, cemaat üzerindedir.”

Peygamber Efendimiz (asm), cemaatin gücüne bu sözlerle işaret buyurmuş.

Gerçekten de cemaat hem maddî, hem de mânevî yönden büyük bir güç ve kuvvet kaynağıdır. Cemiyet içinde kim sağlam bir cemaat teşekkül ettirebilirse, o güç sayesinde cemiyetin işleyişine hâkim olur. Burada medar-ı bahs olan cemaat, mü’minlerin bir ibadeti birlikte yapmaları olabileceği gibi cemiyet hayatına müteallik hususlarda ortak hareket etmeleri de olabilir.

Hatta bu hadis-i şeriften, cemaatin yalnız mü’minlere münhasır bir haslet olmadığı ve sadece ibadet esnasında tecellî etmediği; belli maksatlarla bir araya gelen fertlerin kurduğu her içtimâî birliğin o güce sahip olacağı mânâsı da çıkarılabilir. Zîra hadisteki cemaat kelimesi hususî bir tasrih sıfatı taşımamaktadır. Bu itibarla küçük-büyük her cemaatin sebeb-i vücudu olan maddî-mânevî değerleri ve cemiyetin içinde onları tanıyınca ilgi duyacak bazı muhtemel muhatapları vardır.

Mensupları o değerleri hâlleriyle izhar ve dilleriyle ilân etmeye başladıklarında hareketleri, samimiyetleri nisbetinde tesir uyandırır. Zamanlarını o değerlerle değerlendirmek isteyen ferdler, gelip onlarla kenetlenirler ve cemaate güç verip kuvvet alırlar. Böylece bir cemaate mensup olmanın hazzı hayatın her safhasında hissedilir.

Cemat Deyince Ne Anlamak Gerekir?

Cemaat, topluluk demektir. Kalabalık, grup, yığın, güruh, kütle kelimeleri de cemaat gibi topluluğu tedâi ettirir, ama cemaatin diğerlerinden farkı, insanları mensubiyet hissiyle birbirine bağlayan güçlü bağlarının olmasıdır.

Aslında kalabalıklar, gruplar, yığınlar, kütleler, güruhlar da insanlardan meydana gelir. Fakat onların aralarında, bazı şahısların tahrikiyle hareketlenen merak saikasının, heyecan hissinin veya menfaat duygusunun dışında pek bir bağ yoktur. Onlar bazı hadiselerin vuku bulması, hissî hâllerin zuhur etmesi, menfaat fırsatının doğması gibi zahirî sebeplerle muvakkaten bir araya gelirler, hedeflerine ulaştıktan sonra da dağılırlar. Başka zamanlarda çeşitli vesilelerle farklı kalabalıklara karışsalar, değişik grupların içinde yer alsalar, belli kütlelerle birlikte hareket etseler ve aynı güruhlarla bir araya gelseler de, bunların hiçbirinden kalıcı beraberlikler hasıl olmaz.

Bazı müteheyyic fıtratlı ferdlerin tahrikleriyle bir yere toplandıklarında sayıları binleri, on binleri, yüz binleri bulur ama dağıldıkları zaman geride bıraktıkları tesir fazla uzun sürmez. Onun için de kalabalıklar kuru, gruplar başıboş, kütleler gayesiz, yığınlar ruhsuz, güruhlar şuursuz addedildiğinden; şuur sahibi insanlar, onları ikaz ederek içinde bulundukları rehâvet hâlinden kurtarmak isterler.

“Haykırsam kollarımı, makas gibi açarak:

Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!”

Necip Fazıl gibi böyle haykırmak da ikaz etmenin bir yoludur ve duyanları muvakkaten uyandırır ama daha haykırışın yankısı dinmeden insanların ekseriyeti tekrar çıkmaz sokaklara doğru döner. Kalabalıkları durdurup sonsuza uzanan ‘Cadde-i Kübrâ-i Kur’âniyeye’ sevk etmenin yegâne çaresi, ferdlerle bizzat ilgilenip dünyalarına girmek, heyecanlarını teskin ederek tereddütlerini giderdikten sonra bir cemaate mensup olmalarını sağlamaktır.

Cemaatin esası ferddir. Her cemaat bidayette bir ferdin etrafında şekillenir. Ferdin fiilî gayretiyle veya mânevî câzibesiyle bir araya gelen diğer ferdler, mânevî bağlarla birbirlerine bağlanabilirlerse cemaat teşekkül etmeye başlar. Dağların bağrından süzülen damlaların birikmesiyle meydana gelen yeraltı gölleri gibi cemiyetin içinden çıkan ferdlerin damla misâli tek tek gelmeleri neticesinde cemaat de yavaş yavaş gelişip büyür.

Cemaatin Teşekkül Etmesi ve Uyum Sağlama

İçtimâî toplulukların içinde teşekkülü en zor olan birliktir cemaat. Çünkü farklı fıtratlardaki ve seviyelerdeki mensuplarını bir arada tutmak için hem kendini zamanın gidişâtına göre değişmeden yenilemesi, hem de müntesiplerini eğitip geliştirmesi şarttır. Bir cemaat, makul şartlarda fıtrî olarak teşekkül edip ulvî hedefleri ve sağlam kaideleri ile cemiyet içinde temayüz etmeye başladığı takdirde, onu meydana getiren fertlerin sadakatleri, feragatleri, cesaretleri, metanetleri nisbetinde nesiller boyu yaşar.

Lâkin ferdin cemaate mensup olması da pek kolay değildir. Önce bir vesile ile cemaatin varlığından haberdâr olması, şartlarını, değerlerini, hedeflerini, gayelerini öğrenmesi ve bunların kendi fıtratına uygun olup olmadığını anlaması icab eder. Ardından cemaatin dayandığı yazılı kaynakları varsa okuması, mürşidleri varsa bağlanması, şartlarına âşinâ olması, mensuplarından mizacına uyan arkadaşlar bulması ve onların da yardımıyla cemaatin işleyişine intibak etmesi gerekir.

Ne kadar süreceğini ferdin kendisinin bile bilmediği bu intisap safhası bazen günler, haftalar, aylar, hatta yıllar boyu devam eder. Bu zaman içinde onun oradaki varlığına halel verecek dâhilî ve hâricî pek çok hadise vuku bulur. Bu arada nefsinin de tahrikiyle harekete geçen eski arkadaşlıkları, yanlış alışkanlıkları, mâlayanî meşguliyetleri, hissî zaafları, maddî zarûretleri ve aile büyüklerinin de aralarında bulunduğu bazı yakınlarının muhalefeti intibak etmesini zorlaştırabilir.

Ferd, ancak aklen iknâ, kalben tatmin olduğu takdirde iradesini kullanıp kararlı ve istikrarlı hareket ederek bütün bu maddî, mânevî bâdireleri aşar ve cemaate mensubiyet hissetmeye başlar.

Bu bir netice değil merhaledir.

Bediüzzaman’ın, “Bahtiyar, Kevser-i Kur’ânîden süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için bir buz parçası nev’indeki şahsiyetini ve enaniyetini o havuz içine atıp eritendir” şeklinde ifade ettiği gibi ferdin cemaatte fâni olup ‘bahtiyar’ sıfatını alma merhalesi…

Fert bu sıfatı aldıktan sonra o cemaatin canlı bir uzvu hâline gelir. Zaaflarını izale ederken meziyetlerini cemaatin şahs-ı mânevîsi içinde değerlendirerek cemaati ile birlikte terakkî eder. Şayet kendisini cemaatteki bazı kişilerle mukayese eder, onları küçümseyerek şahsî kabiliyetlerini cemaatin üstünde görmeye kalkarsa, ‘bahtiyar’ sıfatını alamaz ve zahiren bir süre o insanlarla birlikte olsa da, bu beraberlik fazla uzun sürmez.

Bilhassa cemaat, bazı içtimâî meselelerde ortak karar alacağı zaman ısrarla kendi fikirlerini ileri sürer, kabul edilmezse bunu seviye farkı olarak görüp cemaatle bağlarını koparır. O fıtrattaki fertler, ayrıldıkları zaman cemaatin çok şey kaybettiği zehâbına kapılsalar da aslında cemaat pek bir şey kaybetmez. Asıl kaybeden onlar olur ama bunu da iş işten geçtikten sonra anlarlar.

Zîra, “Bu zaman ehl-i hakikat için şahsiyet ve enaniyet zamanı değil cemaat zamanıdır. Ferdî şahısların dehası ne kadar harika da olsalar, cemaatin şahs-ı mânevîsinden gelen dehasına karşı mağlup düşebilir.”

Cemaatleşmenin Getirdiği Manevi Güç

Bediüzzaman Said Nursî, cemaatin gücünü ilk keşfeden âlimlerden biri. Sadece keşfetmekle kalmamış, ‘Felâket ve helâket asrının adamı’ olması hasebiyle yaşadığı zamanın hususiyetlerini de nazara alarak hem ifşa etmiş, hem büyük bir cemaat kurmuş. Taunların zuhuru zamanında tağutların, hayatını hedef alan tacizlerine ve dâvâsına kasteden taarruzlarına hep cemaatinin tesanüdünden, teâvününden gelen güçle, kuvvetle mukavemet etmiş ve muvaffak olmuş.

Kalbine ilham edilen Kur’ânî hakikatleri muhtaç olan insanlara ulaştırmak istediği zaman küçük bir köyde sürgünde olmasına rağmen o cemaat kuvveti sayesinde seri ve güzel yazı yazan kâtipleri yanında bulmuş. Onların yardımıyla telif ettiği eserlerini, aralarında ümmîlerin de bulunduğu cemaat mensubu köylüler çoğaltmış, çobanlar taşımış, şoförler memleketin her yanına yaymış.

Önceleri onu bazı imkânlar vererek kandırmayı veya korkutup dâvâsından vazgeçirmeyi deneyen tağutlar, yaşadıkları bazı hadiselerin neticesinde kandırmaktan, korkutmaktan, yıldırmaktan, bıktırmaktan ümitlerini kesince canına kastetmek istemişler. Bazen aşı yapmayı bahane ederek, bazen yemeğine gizlice zehir koyarak zehirleyip öldürmek istemişler. Bazen kurşuna dizme emri vermişler, bazen ardından silah atmayı denemişler. Bu şekilde ona on dokuz, yirmi sefer suikast hazırlamışlar. Bazılarında emir yerine vaktinde ulaşmamış, bazılarında kurşun hedefini bulmamış. Bazen vücut zehri kabul etmemiş, bazen zehir vücuda işlememiş.

Zahirî sebeplerin bütünü ile sukut ettiği zamanlarda ise ya Ruhi Bey gibi suikast müfrezesi komutanları insafa gelmiş, ya Hafız Ali, Hasan Feyzi gibi fedakâr talebeleri imdadına yetişmiş ve her seferinde, cemaatin kuvveti şeklinde tecellî eden Hıfz-ı İlâhî sayesinde harika bir şekilde kurtulmuş.

Bediüzzaman, bu büyük güç ve kuvvet kaynağından bütün ehl-i hak ve hakikatin istifade etmesinin İslâm’ın inkişafına vesile olacağını düşünerek, onların da varlıklarının sebebi olan maddî, mânevî değerler etrafında cemaatler teşekkül ettirmelerini istemiş.

“Cemaat rahmet, ayrılık azaptır.”

Hadis-i şerifte ifade edilen bu hâller cemaate has olduğundan bir cemaatin gücü nisbetinde zaafı da vardır. Cemaat ferdlerden meydana geldiği, ferdler de umumiyetle şahsiyet ve enaniyet hisleriyle hareket ettikleri için, bir cemaatin en tehlikeli zaafı ihtilaflara açık olmasıdır.

Cemiyetteki tesanüd, durgun şeyleri harekete geçirmek için yaratılmış bir âlettir. Cemaatteki karşılıklı haset ise, harekette olanları durdurmaya yarayan bir âlettir” hakikati mucibince hareket halindeki bir cemiyetin ve cemaatin en büyük düşmanı haset ve ihtilaftır.

Cemaatlerin ekseriyeti, düşman olarak, varlıklarının esası olan değerlere muaraza eden içtimâî grupları görseler de asıl düşman kendi zaaflarıdır. Zîra dışarıdan yapılacak tazyikât, fiilî işleyişine meziyetlerin hâkim olduğu cemaati zayıflatmaz, kuvvetlendirir.

Muhalif hareketler, hedef olarak seçtikleri cemaatlerin meziyetlerini ve zaaflarını tesbit edip meziyetlerini kendilerine aldıkları, zaaflarını da onlara karşı kullandıkları takdirde cemaatin kuvveti zaaf hâline gelir.

Nitekim ehl-i dalâletin, ‘şiddetli ve cemaatli bir sûrette taarruz etmesi’ neticesinde bunların hepsi vuku bulmuştur. Cemiyette ‘yüzde on mesabesinde olan ehl-i nifak ve dalâletin, yüzde doksan ehl-i hakikati mağlup etmesi’ bu hâlin tezahürüdür.

Cemaatlerin tekrar cemaat kuvvetine sahip olmalarının yegâne çaresi fertlerin, şahsiyetlerini ve enaniyetlerini bırakıp cemaatte fâni olmaları; cemaatlerin ise ‘vesilelerde ihtilâf etseler de maksatta, esasta ittifak ederek’ güçlü bir şahs-ı mânevî meydana getirmeleridir.

Bunu yapmak o kadar zor değildir. Çünkü Bediüzzaman Said Nursî ‘ehl-i hamiyeti ağlatan’ o müessif hadiselerin sebebini söylemiş ve kurtuluş çarelerini göstermiştir:

“Ehl-i dalâlet ve haksızlık -tesânüd sebebiyle – cemaat sûretindeki kuvvetli bir şahs-ı mânevînin dehasıyla hücumu zamanında, o şahs-ı mânevîye karşı en kuvvetli ferdî olan mukavemetin mağlûp düştüğünü anlayıp ehl-i hak tarafındaki ittifak ile bir şahs-ı mânevî çıkarıp, o müthiş şahs-ı mânevî-i dalâlete karşı hakkaniyeti muhafaza etmek.”

İslam YAŞAR

nurdergi.com