Cevşenü’l-Kebir’den Marifetullah Nükteleri-7

Âhiret, Cennet, Cehennem ve Esma-yı Hüsna İlişkisi

Cennet, “ fazl-ı Rahmânî ” dir; saadet-i ebediye ise, “ atâ-yı İlâhî ” dir. Kur’an, hem Yunus Suresi 58, hem Fetih suresi 29. âyetlerde cennetin “ mahz-ı fazl ” olduğunu belirtirken Hud suresi 108. âyet ise, cennette ebedî saadet ve saltanatın “ atâ-yı gayr-ı meczûz ” olduğunu bildiriyor. Yani kesintisiz bir atâdır.

Hz. Peygamber (ASM) ise Cevşenü’l-Kebîr 19. Bâbda şöyle der: “ Yâ men lâ yürcâ fadluh * Yâ men lâ yühâfu illa adluh… ”      ( Ey Kendisinden mahz-ı fazlı olan Cennet rica edilen ve ümit edilen * Ey Kendisinin mahz-ı adaleti olan Cehenneminden korkulan Allah! ” Bu bâbda, Cennet, fazl-ı Rahmânî; Cehennem ise adalet-i Sübhaniye olarak gösterilir.

Hz. Risalet (ASM) atâ, cûd ve fazl sıfatlarını tanıtırken Cevşenü’l-Kebîr 8. Bâbda şöyle der: “ Yâ ze’l-menni ve’l-atâ… Yâ ze’l-cûdi ve’n-na’mâ * Yâ ze’l-fadli ve’l-âlâ ” ( Ey minnettârlık hissi uyandıran nimet ve ikramların ve çok özel lütuf olan atânın sahibi… Ey cömertlik ve nimetler sahibi * Ey fazl ve şahane nimet ve ikramlar sahibi ) Yani Allah’ın cömertliği ve Cevvad ismi, sayısız ve hesap edilmez nimetlerde görünür. Allah’ın fazlı ise, nimetler içinde şâhâne özellikte olan ve hususi bir ikram konumunda olanlarla gözükür. Ki Rahmân suresi, bu tarz nimetlerin tekzibini vurguluyor. Allah’ın atâsı ise, kullarda minnettarlık hissi uyandıran, bu açıdan Mennân isminin tecellisiyle beraber kendini gösteren bir lütuftur. Bu manasıyla Cennet, Rahman isminin ebedî bir ikramı, cûd ve fazlı iken; saadet-i ebediye, Hannân ve Mennân isimlerinin ebedî ve sermedî bir ikramı, lütfu ve atâsıdır. Saadeti, saadet yapan, ebediyettir. Bitiş endişesi, ihtimali dahi saadeti bitirir. Bir gün biten ve bitecek bir nimet, ihtimaliyle dahi kişiye hüzün verir. Kur’an Hud suresi 108’de ehl-i saadete diyor ki: “ Ey ehl-i saadet, Cennet sizin için kesintisiz bir atâdır. Hiç bir endişe ve ihtimal aklınıza gelmesin.

  1. Bab’da ricalarla ümit edilen fazl-ı Rahmâniyi, Hz. Risalet 48. Bab’da şöyle açıyor: “ Ya men afvühü fadlun * Ya men azâbuhu adlün ” ( Ey afvı, kullar için fazl-ı Rahmânî olan * Ey azâbı, kulları için adl-i Sübhânî olan Zât! ) Demek Fâdıl ismi, Afüvv burcunda tecelli edecek; kulların Cennete girişi Afüvv isminin cilvesiyle mümkün olacak. Cennete Adl ve Âdil ismi ile girilmez. Adl ve Âdil ismi noktasında, insanların hak ettikleri yer cehennem ve azabdır. Bu, Cevşen’de Hz. Peygamber (ASM) tarafından tekrar tekrar vurgulanır. Demek ebedî birer hakikattir; “ Allah’ın nimetlerini saymakla bitiremezsiniz[1] ayetinin de neticesidir. Çünkü insan saymasından âciz olduğu, çoğunluğundan gâfil olduğu nimetlerin şükrünü de eda edemez. Şükredemediği nimetin de, ebedîsine hak kazanamaz. Bilakis gafletinde olduğun nimetler kadar nankör olur. Bu da, cezayı gerektirir.

Bazı İsim ve Hakikatlerin Aralarındaki Özel İlişkiler

( Hamîd-Mecîd,Veliyy-Halîl, Nur-Hayy, Câil-Fâtır )

Esma-yı Hüsna arasında âlem, boyut, tecelli dairesi farklılıkları vardır. İnsan manevi yolculuğu ve kemale erme seyahatinde farklı âlemlerde farklı isimlerin tecellileriyle karşılaşır. O âlemde o ismiyle Rabbiyle muhatap olur. Miraç yolculuğunda Hz. Peygamber (ASM) farklı sema tabakalarında farklı isimlere mazhar peygamberlerle karşılaştı. O bu yolculuğunda sırası ile, Hz. Âdem, Hz. İsa ve Yahya, Hz. Yusuf, Hz. İdris, Hz. Harun, Hz. Musa ve Hz. İbrahim    ( Aleyhimüsselam ) ile görüştü. Hz. Âdem (AS) gibi Alîm ismine; Hz. Îsa (AS) gibi Kadîr ismine ve Hz. Yahya (AS) gibi Muhyi ismine, Hz. Yûsuf (AS) gibi, Mürîd ismine; Hz. İdris gibi Basîr ismine, Hârun (AS) gibi Semî ismine; Hz. Mûsa ( AS) gibi Mütekellim ismine; Hz. İbrahim (AS) gibi, Hayy ismine; mazhar oldu. Bu manada Hz. Peygamber’i (ASM) hakkıyla anlamak için kişi bu 7 isme mazhar olmalı ki Rahman ismini, Rahmaniyeti ve bütün bu 7 sıfatı şahsında cem’ eden Zât-ı Muhammediyeyi (ASM) anlayabilsin. Miraç bu 7 isim ve sıfatta yapılan bir terakkidir. Sıfat-ı sübutiyeden, sıfat-ı zâtiyeye doğru bir yükselişin ismidir. Bu manada Cevşenü’l-Kebir duası, Hz. Peygamber’in (ASM) Allah’a külli yürüyüşü ve yolculuğunun zenginliğini gösteren bir marifet kitabıdır.

Esma-yı Hüsna’dan Hamîd ve Mecîd, hamd ve mecd hakikatlerine dayanarak bir paket program oluştururlar. Resulullah (ASM) Cevşenü’l-Kebîr 77. Bab’da şöyle bir izah ve şifre verir: “  Yâ men hüve’l-veliyyü’l-hamîd ” ( Ey kulları için Veliyy ve Hamîd olan Zât )… Bu izaha göre Hamîd ismi, Veliyy ismi ile alakalıdır. Şahid olduğum ve Allah’ın kasdını alenen hissettiren bir manzaraya binaen diyebilirim ki Mecîd ismi de, Halîl ismi ile alakadardır. Velâyet, âyetin ifadesi ile, “ nûr ” a erişmektir. Velayet, ruhun, hakikat nurları ile çevrelendiğinin fark edilerek korkulardan kurtulmasıdır. Hıllet ise, ruh goncasının güller gibi açılması ve etrafına rayiha saçacak hale gelmesidir. Velayette, dost dostu kuşatır, bilir, onu anladığını ona gösterir; hıllette ise, dost dostu yaşar, onun gibi bilir, görür aynen onun gibi hisseder ve yaşar. “ Allah, İbrahim’i halîl edindi[2] ayeti hem bu manayı bildirir; hem Hz. İbrahim’in (ASM), Mecîd ismine mazhariyetini haber verir. Hamîd ismi, bilkuvve ruhanileşmek, ruhlaşmak ve çekirdekleşmek; Mecîd ismi ise, ruhu yaşamak, gülleşmek, rayiha saçmaktır.

Ruhânî hayat, hakikatlere dayandığı için, fıtratı ve kalbi de tedavi eder. Bu manada ruhani hayat, sağlıklı bir kalbî hayatı da netice verir ki, buna “ selamet ” denilir. Hz. İbrahim şöyle der: “ Mahşer günü ne oğullar ve ne mal fayda verir. Ancak fayda gören mahşere kalb-i selîm getiren kişidir. ” ( Şuara, 88 )

Resulullah (ASM) Cevşenü’l-Kebîr 77. Bab’da şöyle bir ifade kullanarak farklı bir pencere açar: “ Ya men hüve Kur’anuhu mecîd ” ( Ey Kur’anı Mecîd olan Zât )… Demek ki Kur’an, Mecîd ismine mazhardır. Bu noktadan bakılırsa vahyin “ ilim ”  ve “ hakikat ” cihetinin adı olan “ Furkan ” kısmı, Hamîd ismine; vahyin “ hikmet ”  ve “ hakk ” cihetinin adı olan “ Kur’an ” kısmı, Mecîd ismine mazhardır. O halde Hamîd ismi, sağlıklı bir manevi yapı, gaybî boyut ve iman sağlamasıyla, Alîm ismiyle alakadardır; Mecîd ismi de sağlıklı bir maddi yapı, şehâdet boyutu ve islam sağlamasıyla, Hakîm ismiyle alakalıdır. Bu noktadan, Hamîd ismi, nübüvvet hakikati dairesinde görünür; Mecîd ismi ise, risalet hakikati dairesinde görünür.

Vahy  “ Kur’an-ı Kerîm olarak ”, şehadet âleminin keremine erdirir. Hem “ Kur’an-ı Hakîm ” olarak, şehâdet âleminin sırlarını çözdürür, manasını gördürür. Hem “ Kur’an-ı Mecîd ” olarak, şehâdet âleminin şeref ve izzetine vardırır.

Başka bir açıdan da kâinat kitabı,   “ Kur’an-ı Mecîd ” ve “ Kitâb-ı Mübîn ” dir. Mecîd ismi, Hayy ve Fâtır isimleri dairesinde tecelli eder. Hamîd ismi ise, ruhun kaynağı olan Nur ve Câil isimleri dairesinde… Hayy ve Fâtır isimleri, ilim ve emir sıfatlarının kudret ve irade ile birleşmesiyle, yani ruhun maddeyle birleşmesiyle tecelli eder. Bu noktada Mecîd ismi, kudret sıfatının celalli ve cemalli tecellileriyle kendini gösteren kemâlî bir isimdir. Kudretin bu celalli ve cemalli tecellilerine havl ve kuvvet denilir. Bu manadan dolayı havl ve kuvvetin yalnızca Allah’a ait olduğunu ve böyle bir kudretin yalnız Onda ve Onunla bulunduğunu, hem bu kudret ve iktidarın Onun elinde bir âlet olduğunu bildiren “ La havle ve lâ kuvvete illa billâhi’l-aliyyi’l-azîm ” cümlesine “ Kelime-i Temcîd ” denilir. Bu cümlenin mecd hakikatinin tecellisi olduğunu ifade eder.

Bu manada kudret sıfatının en geniş tecellisi olan ve kudret ile yaratma sisteminin sembolü olan “ Arş ” ın bu aynalığı için Resulullah (ASM) Cevşenü’l-Kebîr 77. Bab’da “ Yâ ze’l-arşi’l-mecîd ” ( Ey mecîd olan Arş’ın sahibi Zât ) der. Bu noktada Arş hakikati, Fâtır ismi ve risalet hakikati arasında ciddi bir bağ vardır ki Kur’an şöyle der: “ Onların resulleri dediler ki: ‘ Göklerin ve yerin Fâtırı hakkında şekk olabilir mi? ’ ”[3]

Namazda okunan Salli-Barik duaları, Hamîd ve Mecîd isimleri ile biter. Bu dualar, ümmete iman hizmeti yapacak üstadlar ve hocaları; hem İslam hizmeti yapacak pirler ve mürşidleri yaratması için Allah’a yalvarmaktır.[4] Üstadlar, vâris-i nübüvvet olarak, iman hizmeti yapıp Hamîd ismine; mürşidler ise, vâris-i risalet olarak, İslam hizmeti yapıp Mecîd ismine mazhar olurlar. Ehl-i Beyt’in bu mazhariyetini bildiren Hud Suresi 73. âyet der ki: “ Melekler İbrahim’e dediler ki: ‘ Allah’ın çocuk vermesi emrine mi şaşırıyorsunuz? Allah’ın rahmeti ve bereketi sizin üzerindedir, ey Ehl-i Beyt… Hakikaten O, Hamîd ve Mecîd’dir. ” Bu açılardan bakıldığında mecd, ehl-i hakta olabilecek bir hususiyettir; hamd ise, ehl-i hakikatte olur.

Bir insan, hakikate erse ve bekayı kazansa, hal dili Yâ Hamîd der; aynı kişi hakka erişse ve ebediyete ulaşsa, hal dili Yâ Mecîd der. Bu seviye, şahsî kemalattır. Aynı kişi ilim ve ihlas ile, diğer insanların hakikate ve bekaya ermeleri için çalışsa “ Hâmid ismi ” ne mazhar oluyor; hem aynı kişi hikmet ve uhuvvet ile, müminlerin hakka ve ebediyete ulaşmaları için çabalasa “ Mâcid ismi ” ne mir’at oluyor.

[1] Nahl suresi, 18.

[2] Nisa suresi, 125.

[3] İbrahim suresi, 10

[4] Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, 6. Şua, 2. Sual, 1. Cihet.