Cifir İlmi Konusunda Bediüzzaman’a Yapılan İtirazlara Cevap

Cifir İlmi Konusunda Bediüzzaman’a Yapılan İtirazlara Cevap

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, Mustafa İslamoğlu’nun geçen günlerde çok tartışılan Cifir ilmi konusunda Bediüzzaman’a yaptığı eleştirilere cevap verdi. Arşiv Belgeleri Işığında Bediüzzaman Said Nursi ve İlmi Şahsiyeti isimli kitabının III.Cildinde yer alan açıklamaları paylaştı.Gerçekten bu konunun hakikatını öğrenmek isteyenler için güzel bir bilgi,işte Prof. Dr. Ahmet Akgündüz’ün o açıklamaları ;

1. 3. Cifir İlmi ve Ebced Hesabı

Cifir İlmi ile alakalı bazı konuların vuzuha kavuşmasında zaruret var. Gerçi bu konuda Dr. Niyazi Beki ve Abdülkadir Badıllı Ağabey yeterince inceleme yapmışlar. Biz onların çalışmalarından da istifade ederek biraz daha ayrıntılı konuyu irdeleyeceğiz.
1.4 Cifir İlmi Nedir?
 
Cifir veya cefer,
Arapça’da “sütten kesilmiş kuzu, oğlak; içi taşla örülmemiş geniş kuyu” ma’nalarını ifade etmektedir.
Istılahta ise, temeli ebced hesabına dayanan, harflerden ve ibarelerden gaybi haberler çıkarmada kullanılan hususi bir ilimdir.

Bazı alimlerin naklettiğine bakılırsa, Ca’fer-i Sadık, Hz. Peygamberin al-i beytinin muhtaç oldukları bütün gizli bilgiler bir kuzu ve oğlak (cefr) derisinin üzerine yazılmış ve bu sebepten bu ilme Arapça’da cefr adı verilmiştir. Cifir ile meşgul olanlara cefri veya ceffar denilir.

Konuyla ilgili ve özellikle de Ca’fer-i Sadık’a isnad edilen kitaplara da El-Cefr ve’l-Cami’a adı verilmektedir. Onu için bu ilmin adı hem Keşfu’z-Zünun’da ve hem de benzer eserlerde bu ad ile anılmıştır. İbn Haldun bu ilmin bir disiplin olmaktan ziyade şahsi bir kabiliyet olduğunu ifade etmektedir. 

Bir kısım kaynaklara göre ve genellikle de ehl-i beyt alimlerine göre, Hz. Ali, Kur’an’ın bazı sırlı ma’nalarını Hz. Peygamber’den öğrenerek bunları El-Cefr ve’l-Cami’a adı verilen iki eserde kuzu veya oğlak derisi üzerine yazmıştır.

Kıyamete kadar meydana gelecek olayların sırları ile dolu olan bu kitaplardaki rumuzlar ancak al-i beytten gelen alimlerce çözülebilecektir. Elimizde Hz. Ali’ye isnad edilen Kitab’ül-Cefr el-Cami’ ve Misbah’un-Nur el-Lami’ adlı eser bulunmaktadır. 1287 Hicri yılında basılan nüshası da elimizde bulunmakatdır. Bazı kaynaklar ise bu kitapları kaleme alanın Hz. Ali değil onun torunu olan Ca’fer-i Sadık hazretlerinin olduğunu ve bunun kaleme aldığı eserlerin ikiye ayrıldığını ifade etmişlerdir:

Birincisi; El-Cefr’ül-Ahmer yani kırmızı deri üzerine yazılan kısımda Hz. Muhammed’in manevi silahları mevcuttur. Aynı zamanda geleceğe ait hadiselerin şifreleri de bu kitapta kayd edilmiştir. 
İkincisi; El-Cefr’ül-Ebyad yani beyaz deri üzerine yazılandır ki, bunda ise eski peygamberlerin haberleri, ulema-i beni İsraile ait bilgiler ve bütün mukaddes kitap ve sahifelerle alakalı malumat bulunmaktadır. 
 
Keşfu’z-Zünun’da, cifir ve ebced ilminin, konunun uzmanları olan manevi ilimlerde derinleşen simalar için birçok esrarın anahtarı hükmünde bulunduğu ve Hz. Ali tarikiyle özellikle Ehl-i Beyt’e tevarüs eden bir ilim olduğu belirtilmiştir. Bu ilmin eski peygamberlerin kitaplarında da yer aldığına dair rivayetlere işaret eden Çelebi, “Bu ilme, ancak ahirzamanda gelecek olan Hz. Mehdi, hakkıyle vakıf olur” diyen bazı alimlerin görüşlerine de yer vermiştir. 
Bediüzzaman’ın dikkat çeken yönlerinden birisi, eserlerinde cifir ilmine de yer vermesidir. Eskide ve günümüzde cifir ilmi hayli tartışılmıştır ve tartışılmaktadır. Bu konuda, şu hususlara dikkat çekmekte fayda görüyoruz:
1. Her şey bizim malumatımıza münhasır değildir. Bir ilmi bizim bilmeyişimiz, olmadığına delalet etmez. “Onlar, ilmen ihata etmedikleri ve te’vili daha kendilerine gelmemiş şeyi yalanladılar” Ayetini unutmamak gerekiyor. (Yunus, 10/39) Kur’an kelimelerinin istikbaldeki bir kısım olaylara işaretini, çok az müfessirin yazmış olması reddini gerektirmez.
2. Bu ilim, Kur’an’ın nüzulunden önce de bilinmekteydi. Mesela, Yahudileriden bir topluluk, Hz. Peygamberden (Elif-Lam-Mim) şeklinde huruf-u mukattaayı duyunca, ebced hesabıyla (harflerin rakam değeriyle), O’nun ümmetinin ömrünün az olacağına istidlalde bulunur. Hz. Peygamber, diğer huruf-u mukattaalardan okur. Adamlar, her yeni huruf-u mukattaayı duyunca şaşkına dönüp, “Biz senin durumundan bir şey anlayamadık.” deyip ayrılırlar. 
1.5 Lehinde ve Aleyhindeki Görüşler
Bazı ilim adamları gaybı bilmeyle alakalı genel kaideyi zedelediği ve al-i beyte imtiyazlı bir sınıf olarak bakmaya sebep olduğu için cifir ilminin aleyhindekonuşmuşlardır. Ancak Bediüzzaman’ın da dahil olduğu ve bir kısmının isimlerini zikredeceğimiz alimler ise, suiistimal edilmemek şartıyla bunda bir sakınca görmemişlerdir.
Bediüzzaman’ın ilm-i cifir hakkındaki şu ifadeleri de çok önemlidir: 
“İlm-i cifir, meraklı ve zevkli bir meşgale olduğundan, vazife-i hakikiyeden alıkoyup meşgul ediyor. Hatta kaç defadır esrar-ı Kur’an’iyeye karşı o anahtar ile bazı sırlar açılıyordu. Kemal-i iştiyak ve zevk ile müteveccih olduğum vakit kapanıyordu. Bunda iki hikmet buldum:
Birisi: لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللهُ ‘ Gaybı ancak Allah bilir’ (Neml, 27/65) yasağına karşı hılaf-ı edebde bulunmak ihtimali var.
İkincisi: Hakaik-ı esasiye-i imaniye ve Kur’an’iyenin berahin-i kat’iye ile ümmete ders vermek hizmeti ise, ilm-i cifir gibi ulum-u hafiyenin yüz derece fevkinde bir meziyet ve kıymeti vardır. O vazife-i kudsiyede kat’i hüccetler ve muhkem deliller, su-i istimale meydan vermiyorlar. Fakat cifir gibi, muhkem kaidelere merbut olmayan ulum-u hafiyede su-i istimal girip, şarlatanların istifade etmeleri ihtimalidir.”
Görüldüğü gibi, cifir ilmi gizli ilimlerdendir. Az kişiye hitab etmektedir. İman ve Kur’an hakikatleri ise, herkese seslenmektedir. Hem herkesin onlara ihtiyacı vardır. Bu gibi noktalardan dolayı ve “Gaybı ancak Allah bilir” yasağına karşı edebe aykırı harekette bulunmamak için Bediüzzaman, bu ilmin ayrıntılarını eserlerine yansıtmamıştır. Yansıttığı miktar, altı bin küsur sayfalık tefsirinin içinde az bir bölüm teşkil etmektedir. Bunda asıl maksadı, o günün ağır şartları altında hizmet eden talebelerine bir şevk kaynağı olmasıdır.
Acaba cifir ilmi hakkında büyük İslam Alimleri ne demişlerdir? Bunu da özetleyelim:
A) İslam Filozofları: İmam Gazali kalbin garip hallerini sayarken kişinin nefsi safvete ulaşması şartıyla bazı gaybi sırlara muttali olabileceğini açıklamaktadır. Bunu teyid eden İbn-i Sina, fazilet kişiye bazı gaybi sırların açılmasına muktedirdir diyerek destek veriyor. Burada Hz. Peygamber’in “Şeytanlar Ademoğullarının kalpleri çevresinde vesvese ile dolaşmasaydırlar, semanın melekut alemindeki sırlar onlara keşf olunurdu” hadisini hatırlamak gerekir. İbn-i Haldun ise, manevi imtiyazlara sahip bazı insanların henüz vuku bulmadan kainat ile alakalı olayları haber verebildiklerini anlatmaktadır. 
B) Müfessirler ve Kelamcılar: Müfessirler ve Kelamcılara göre gaybi bir sırrın peygamberler eliyle keşfedilmesi mu’cize ve evliya eliyle keşfedilmesi ise keramettir.

 Meselenin temelini şu Ayetler teşkil etmektedir: “O bütün görülmeyenleri bilir. Sırlarına kimseyi muttali kılmaz; Ancak, (bildirmeyi) dilediği peygamber bunun dışındadır. Çünkü O, bunun önünden ve ardından gözcüler salar ki böylece onların (peygamberlerin), Rablerinin gönderdiklerini hakkıyla tebliğ ettiklerini bilsin. (Allah) onların nezdinde olup bitenleri çepeçevre kuşatmış ve her şeyi bir bir saymıştır (kaydetmiştir).” 
İmam-ı Beydavi bu Ayeti açıklarken gaybın tam olarak ancak ve ancak Allah tarafından bilinebilineceğini ve ancak Allah’ın bidirmesi halinde Peygamber’in de gaybdan haberdar olabileceğini zikreder; ancak bu Ayeti evliyanın kerametlerini red sadedinde kullanmaz. 
Fahreddin Razi ise, buradaki gaybı kıyametin kopması ma’nasında hususi bir ma’na ile anlar; bunun genel olmadığını ve Allah isterse kullarına bildirebileceğini kabul eder.

Muhyiddin-i Arabi Hazretleri Allah isterse evliyaya da gaybı bildireceğini ifade eder.

Allame Alusi Sadettin Teftezani’nin evliyanın gayba muttali olmak yerine bazı doğru tahminlere mazhar olabileceği iddiasına cevap vererek, evliyanın da Allah isterse gayba muttali olabileceğini anlatır. 

Sahabeden bazı şahsiyetlerin gayba muttali kılınmaları bunun için güzel bir misaldir. Mesela Hz. Ebubekir kızı Aişe’ye ölüm döşeğinde iken “Hamile olan hanımının bir kız çocuğa hamile olduğunu” açıklamış ve mugayyebat-ı hamseden olmasına rağmen kendisine bildirilmiştir. Hz. Ömer’in Kadisiye Harbi münasebetiyle söylediği “Ey Sariye! Dağa çıkın” talimatı herkesçe kabul edilmektedir. 
Burada şunu da hatırlatmalıyız ki, gayb iki kısma ayrılabilir:

Birincisi; kadere müteallık gaybdır ki, Allah kimseyi buna muttali kılmaz; ancak bazı muhlis kullarına işaretler ihsan eder, peygamberler ve onların mirasçılarına İslamın muhafazası ve neşri için ihsanda bulunur.

İkincisi; cemal, celal, nur ve manevi zıya ile alakalı gaybi işlerdir. Allah bu ma’nadaki gaybi işleri muhlis kullarına açabilir. 

Kısaca Kur’an-ı Kerim’de bütün ilimler vardır. Bu ilimleri de herkes kendi kabiliyetine göre okuyabilir veya hissedebilir. Ancak bu ilimleri Kur’an’dan okurken, benim anladığım ilim kesin doğrudur diyerek değil de, ben böyle anlıyorum, şeklinde söylemek gerekir.

Çünkü bir gün bu anladığı bilgiler yanlış olursa Haşa Kur’an yanlış olmuş gibi algılanır. Örneğin Kur’an-ı Kerim’de “Üzerinde “ondokuz” vardır.” Ayeti bulunmaktadır. Bu sayıdan hareketle Kur’an’ın bazı sırlarına ve şifrelerine ulaşmak mümkündür. Ancak bu bilgilere mutlak doğru ve Kur’an’ı kesin işareti olarak bakmanın bazı sakıncaları olacağından dikkatli olmak gerekir. Hiç olmazsa:“Böyle şeyler anlamak mümkündür, fakat bunlar kesin ve değişmez doğrular olmayabilir. Hesaplamalarımızda hata edebiliriz, bu hatalar da bize aittir.” demek gerekir. Ebced hesabı da bunlardan biridir.

1.6 Ebced Hesabı ve Hurufçuluk (hürufilik)
Bazı kimseler, Ebced hesabı gibi Esrar-ı hurufla ilgili İşari tefsir yorumları ile, hurufilik safasatasını birbirine karıştırmıştır. Bazıları da, bir tefsir metodunun kabul edilebilmesi için, onun Hz. Peygamber (a.s.m) tarafından kullanılmış olması gereğinin varsayımından hareketle, bu tür işari tefsir metotlarına, bu çeşit yorumlara katılmama taraftarıdır. Onun için bu konuyu, soru-cevap şeklindeki bir diyalogla açığa kavuşturmakta fayda vardır: 
İslam inancını ortadan kaldırmak için ortaya çıkan, batıl batıniliğin bir kolu olan tarihdeki Hurufilik ekolünün kurucusu sayılan, Fazlullah adındaki şahsın doğum tarihi, hicri 740’dır. Halbuki İslam literatüründe “Esraru ilmi’l-huruf” olarak geçen ve harflerin sırlarına dair yapılan ilmi çalışmalar çok önceden vardı. Misal olarak harflerin esrarı konusunda meşhur olmuş Muhyiddin İbn Arabi’nin ölüm tarihi hicri 638’dir. Hatta ondan daha önce bu konuda oldukça fazla şöhret bulmuş İbn Berrecan’ın ölüm tarihi, hicri 536’dır. 
Hurufilik, 1394’de idam edilen Fazlullah Esterabadi tarafından kurulan ve Batıniliğin kolu olan bir batıl mezhepdir. 14. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkmış, 15. ve 16. asırlarda Anadolu ve Rumeli’de ciddi etkiler yapmış ve hatta Fatih zamanında Saray’a kadar girmeye çalışmıştır. Bunların en önemli batıl inançları, harflere bazı ma’nalar yüklemenin yanında, hulul inancı ve buna bağlı olarak mehdilik anlayışıdır.

Bunlara göre, Fazlullah Allah’ın mazharıdır; yani –haşa- Allah Fazlullah’ın bedeninde görüntülenmektedir ve kıyamet gününe yakın, Müslümanları, Hıristiyanları ve Yahudileri kurtaracak Mehdi olduğuna inanılmaktadır. Maalesef, bu görüşleriyle, Anadolu ve Rumeli’deki Bayrami Melamilerini, Kalenderileri, Bektaşileri ve Kızılbaşlığı derinden etkilemiştir.

Hurufiliğin Anadolu’da yayılmasına sebep Azeri şairi İmadüddin Nesimi (ö. 1408)’dir. Nesimi, Anadolu’da çok sayıda halife yetiştirdiği gibi, kendisi de Hacı Bayram Veli ile dahi görüşmeye çalışmıştır. Fazlullah-ı Esterabadi’nin halifelerinden biri, Edirne’de iken genç Sultan Fatih’i etkilemek için Saraya yerleşecek kadar ileri gitmiştir.

Bundan rahatsız olan ve Fatih’in bunları tanimamasından korkan VeziriA’zam Mahmud Paşa, hemen büyük alim Müftü Molla Fahreddin-i Acemi’yi devreye sokmuş ve bu büyük alim de bunların hulul inancına sahip olduklarını bildiğinden dolayı, Padişah huzurunda bu meseleyi tartışmak üzere bir zemin hazırlamıştır. Hurufilerin gerçekten hulul inancına sahip oldukları anlaşılınca, hemen tutuklanmışlar ve haklarında verilen idam kararı infaz edilerek yakılmaları fetvası hemen tatbik edilmiştir. Bundan sonra 16. yüzyıl boyunca Anadolu ve Rumeli’de Hurufilerin takibatı devam etmiştir.

Netice itibariyle tamamen kötü niyetlerle genç Padişah’a sokulmak isteyen bu fitne ve dalalet grubu, Allah’ın da yardımıyla, en küçük bir zarar vermeden Saray’dan ve Osmanlı akide dairesinden silinmiştir. Fatih’in onları koruması diye bir şeyin olmadığı yapılan izahlarla ortaya çıkmış bulunmaktadır.

Hatta fetvayı veren Molla Fahreddin-i Acemi’nin Ali Tusi’ye olan şu vasiyyeti her zaman için bir ibret dersi olarak kalmıştır: “Avamın sırtından şeri’at asasını eksik etme”. Şunu da ifade edelim ki, Türkiye’de belli çevreler, ısrarla ve kasıtlı olarak, batıl bir mezhep olan Hurufilik ile ilm-i cifiri birbirine karıştırmaktadırlar. Halbuki ikincisi bir ilimdir ve İbn-i Kemal çok açık bir şekilde bir Risalesinde bu farkı açıklamaktadır.

Bütün ilim tarihçilerinin -özellikle Müslüman alimlerin- ilimlerin tasnifinde kendisinden bahsettikleri “cifir ve camia ilmi“ diye bir ilim vardır. Bu ilim, bazı cahiller tarafından suiistimal edilmiş olsa bile, tamamen inkarı da müm¬kün değildir. Cifir, kaza levhası; camia ise kader levhası demektir. Kısaca Allah’ın kader ve kaza levhlerinde olmuş ya¬hut olacak bazı şeyleri, yine Allah’ın koyduğu işaret ve gös¬terdiği yollarla ortaya çıkarma ilmine cifir ilmi denir.

Bu ilmin Hurufilik, nüshacılık ve üfürükçülükle ilgisi yoktur. 

Çünkü İmam-ı Gazali ve İbn-i Kemal gibi bu ilmi hakkıyla bilen zatlar tarafından da kullanılmıştır. Hz. Ali’nin, bu ilmi Resulullah’dan öğrendiği nakledilmektedir. Son asırda bu ilmi hakkıyla kullananlardan biri de, Bediüzzaman’dır. Kur’an, “Beldetün Tayyibetün“ ifadesiyle İstanbul’un fethine işaret ettiği gibi, Mu’avvizeteyn suresiyle de 1971 hadiselerine işaret etmiştir. Birinciyi ilim, ikinciyi ilmin dışında kabul etmek, bir başka cahilliktir. İbn-i Kemal bu ilmin ehemmiyetini “Er-Risalet’ül-Münire“ adlı eserinde şöyle belirtmektedir:

Büyük evliyaların kerametleri de böyledir. Müşkil ve zor meselelerin istihracı gibi. Yani evliyalar, Kur’an ayetlerinden, hatta her kelimesinden ve harfinden ve hatta Resulullah’ın hadislerinden bazı mühim ve müşkil hakikatları istihraç etmişler¬dir. Bu onlara ilham nuruyla müyesser olur (sh.8) .
1.7 Ebced Hesabı ve Cifir İlmi ile Alakalı Bazı Müşahhas Deliller
 
“Bu hesab-ı ebcedi, makbul ve umumi bir düstur-u ilmi ve bir kanun-u edebi olduğuna deliller pek çoktur. Burada yalnız dört – beş tanesini nümune için beyan edeceğiz.” 
Huruf-u Mukatta’a
Işari tefsirin ve ebced hesabının kullanılışının yoğun olarak görüldüğü yerlerden biri Huruf-u Mukatta’adır.

Taberi, Arap dili bilginlerinin Huruf-u Mukatta’ayı sadece alfabe harflerinden ibaret görmelerini doğru bulmayarak şöyle der: “Huruf-u Mukatta’ayı, “Bu Kitab’ın bütün harflerinde şüphe yoktur” şeklinde yorumlamak yanlıştır; çünkü bu, sahabe, tabiun ve onlardan sonra gelen tefsir ve te’vil otoritelerinin görüşüne aykırıdır.”

İbn Atiyye, çoğunluk alimlerin (cumhur), sure başlarında yer alan Huruf-u Mukatta’anın bir takım manalar ihtiva ettiği görüşünde olduğunu kaydeder . Bedruddin ez-Zerkeşi, de aynı görüşe meyledip der ki: Bu konuda farklı iki görüş vardır:

Birincisi: Bunlar, gizli bir ilim, kapalı bir sır olup bilgisi Allah’a mahsustur. Fahreddin Razi, Kelamcıların bu görüşü kabul etmeyip şöyle dediklerini nakleder: “Allah’ın Kitabı’nda, insanların anlamadığı hususların bulunması caiz olmaz; çünkü Allah Teala, Kur’an üzerinde iyiden iyiye düşünülmesini ve O’ndan ahkam istinbatını emretmiştir.”
İkincisi: Huruf-u Mukatta’anın muradı bilinmektedir. Bu konuda, uzak veya yakın yirmiden fazla görüş olmakla birlikte şu görüş, birincisini de kapsamakta ve onu açıklamaktadır. “Allah’ın her kitapta bir sırrı vardır. O’nun Kur’an’daki sırrı ise, bazı surelerin başında gelen Huruf-u Mukatta’adır”.

İbn Faris şöyle der: Sanırım, bu sözü söyleyen şunu kastetmiştir: “O sır, Allah’tan ve ilimde ileri gidenlerden başkasının bilemeyeceği sırlardandır.” Huruf-u Mukatta’anın bir takım anlamlar ifade ettiğini kaydeden alimler, açıktır ki, İşari tefsire ve ebced hesabına da yol vermiş olmaktadırlar.

Allame Alusi bu kaideye dayanarak ve İzz ibn Abdüsselam’dan naklederek Hz. Ali’nin كهيعص Ayetinden Hz. Muaviye’nin kendisine karşı geleceğini ve Ebül’l-Hakem Abdüsselam ibn Bercan isimli alimin 583 Hicri yılında Kudüs’ün fethedileceğini الم غُلِبَتِ الرُّومُ Ayetinden çıkardığını nakletmektedir. 
İşte Bediüzzaman hazretleri bu önemli konuyu şöyle özetlemektedir: 
 
Bir zaman Beni-İsrail alimlerinden bir kısmı huzur-u Peygamberide surelerin başlarındaki آلم ❊ كهيعص gibi mukattaat-ı hurufiyeyi işittikleri vakit, hesab-ı cifri ile dediler: “Ya Muhammed ! Senin ümmetinin müddeti azdır.” Onlara mukabil dedi: “Az değil.” Sair surelerin başlarındaki mukattaatı okudu ve ferman etti, “Daha var.” Onlar sustular.. 
Hz. Ali’nin Kaside-i Celcelutiyesi ve Diğer Eserler
Hazreti Ali Radıyallahü Anh’ın en meşhur Kaside-i Celcelutiyesi, baştan nihayete kadar bir nevi hesab-ı ebcedi ve cifir ile te’lif edilmiş ve öyle de matbaalarda basılmıştır. Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevi’nin kaleme aldığı meşhur Mecmu’at’ül-Ahzab adlı eserde Celcelutiye kasidesine de yer verilmiştir. “Bede’tu bi bismillah” cümlesiyle başlayan kasidenin son beyti, kaside sahibi Hz. Ali’nin ismini gösteren ve “Bunlar, yaratıklar insanlar için bir araya getiriliş ilimlerin sırları olup, Hz. Muhammed (a.s.m)’in amcasının oğlu Ali’nin makalesidir” anlamına gelen: 
“Mekalu Aliyyin ve’bnu ammi Muhammedin ve sirru ulumin lil-halaiki cümmi’at” beytiyle sona ermiştir. Bediüzzaman’ın da işaret ettiği gibi, kaside baştan sona kadar ebced hesabını gösterir şekilde basılmıştır. 
 
Elimizde Hz. Ali’ye isnad edilen Kitab’ül-Cefr el-Cam’ ve Misbah’un-Nur el-Lami’ adlı eser bulunmaktadır. 1287 Hicri yılında basılan nüshası da elimizde bulunmakatdır. Bu kitaplar doğrudan cifir ve ebced hesabıyla alakalıdır. Ancak Bediüzzaman bu kitapların Hz. Ali’ye değil Cafer-i Sadık’a ait olduğunu düşündüğünden bundan bahsetmemiştir. 
Bediüzzaman da bu ma’nayı, “Hazret-i Ali Radiyallahu Anh’ın en meşhur kaside-i Celcelutiyesi, baştan nihAyete kadar bir nevi hesab-ı ebcedi ve cifir ile te’lif edilmiş ve öyle de matbaalarda basılmış” şeklinde özetlemiştir. 
Osmanlı Şeyhülİslami İbn-i Kemal’in Konuyla İlgili Risalesi
1468-1543 yılları arasında yaşayan İbn-i Kemal’in asıl adı Şemseddin Ahmed’dir. Kemal Paşa-zade diye de bilinir. To¬katlı olan bu Osmanlı alimi, Paşa olan dedesinin adına nisbet edilir. Yavuz zamanında Anadolu Kazaskeri ve Kanuni’¬nin ilk yıllarında ise Şeyh-ül İslam olan İbn-i Kemal, dini ilimlerin tamamında ve özellikle de fıkıh, tefsir, kelam ve tarihte haklı bir şöhrete sahiptir.

Sadece Osmanlı ülkesinde değil, bütün İslam aleminde kabul görmüştür. . Bizim burada bahsedeceğimiz eseri ise, Kur’an ayetlerinden Yavuz’un Mısır’ı fethedeceğine dair işaretler ihtiva eden ve dedikleri aynen vaki olan bir başka Risale’sidir. Kemal Paşazade Ahmed Efendi, Enbiya Suresi’nin 105. ayetini, cifir ilmi kaideleri çerçevesinde tahlil ederek, Yavuz’un Mısır’ı fethedeceğini, bunun kolay olacağını ve günü ile yerini ayrı ayrı ortaya koymuştur.

İbn-i Kemal bu ilmin ehemmiyetini “Er-Risalet’ül-Münire” adlı eserinde şöyle belirtmektedir: “Büyük evliyaların kerametleri de böyledir. Müşkil ve zor meselelerin istihracı gibi. Yani evliyalar, Kur’an ayetlerinden, hatta her kelimesinden ve harfinden ve hatta Resulullah’ın hadislerinden bazı mühim ve müşkil hakikatları istihraç etmişlerdir. Bu onlara ilham nuruyla müyesser olur (sh.8)”.
 
İbn-i Kemal, büyük ilmi dehasıyla Kuran’ın Enbiya Suresi’ndeki 105. ayetini, cifir ilminin kaidelerine göre tahlil ediyor ve bu ayetten Mısır ülkesinin, hicretten 922 yıl sonra, kış (zemherir) günlerinde fethedileceğini, Mısır ellerinden alınan kavmin köle diye bilindiklerini, fethedenlerin hür Osmanlıların olacağını, başında da Selim isimli bir komutanın bulunacağını Kur’an’ın işaretlerinden çıkarıyor ve Yavuz’a arze¬diyor. Üç senelik Mısır Seferinde Yavuz, İbn-i Kemal ile beraber, Kur’an’ın verdiği haberleri birlikte müşahede ediyorlar. 
Şimdi biz de beraberce bu ayeti görelim:
 
“Şüphesiz biz “zikr”den (yani Tevrat’dan yahut ba¬zı hakikatları ihtar ettikden) sonra Zebur’da yazdık ki yeryüzü, (fesadçılardan alınır) ve verasete, hilafete layık salih kullarıma verilir, onlara miras kalır” . Bu ayet, kainatta tekvini şeriatın kaidelerinden olan “eslah kanunu” yahut “elyak kanunu”nu anlatmaktadır. Yani devam ve bekanın sırrı, salahat ve liyakat kanununa bağlıdır. Bozukların devam ve beka hakkı yoktur. Olsa da muvakkattır. Mısır’ın Yavuz tarafından fethinde de bu hakikat tecelli etmiştir. 
Kısaca bu ayetten İbn Kemal, Sultan Selim’in Mısır’ın Osmanlı ülkesine ilhak tarihini çıkarmıştır. Ayette Tevrat yerinde kullanılan “ez-Zikr” kelimesi, ebced hesabı ile konunun düğümünü çözen anahtar kelimedir. Ayette “ez-Zikr’den sonra” tabiri kullanılmıştır. Bu kelimenin ebced değeri (okunmayan lam hariç) 921’dir. Mısır’ın fetih tarihi ise, hicri 922’dir. Demek ki ayet işari manasıyla hicri 921’den sonra fethin gerçekleşeceğini ifade etmiştir.
Diğer Alimlerin İstihraçları
Mesela, Osmanlı ulemasından Molla Cami, Sebe’ Suresinin 15. Ayetinde geçen “beldetün tayyibetün” ibaresinden ebced hesabına göre hicri 857, miladi 1453 tarihini çıkarmış ve İstanbul’un Fethinin bu ayetle de müjdelendiğini haber vermiştir. Meşhur müfessirlerden Alusi’nin tefsirinde kaydettiği şu olay da, konumuz açısından güzel bir örnektir: 
İbn-i Hallikan tarihinde zikrediyor ki, Selahaddin-i Eyyubi Haleb’i fethettiğinde, Kadı Muhyiddin güzel bir şiirini okudu. Cümleleri arasında, “Şehba kal’ayı Safer ayında fethettin, Recebte de Kudüs’ü fetihle mübeşşersin” ifadesi vardı. Dediği gibi çıkınca kendisine “Bunu nerden bildin?” diye soruldu. “İbnu Berrecan’ın Rum Suresi’nin baş kısmını tefsirinden aldım.” diye cevap verdi. 
1.8 Netice
Bediüzzaman, cifri kullandığı yerlerde hiçbir zaman “Ayetin açık manası budur.”dememiştir. Söylediği şudur: “Ayetin sarih ma’nasının altında müteaddit tabakalar var. Bir tabakası da, işari ve remzi ma’nadır. İşari ma’na da bir küllidir; her asırda cüz’iyatları bulunur.” Devamında ise: “İşte madem bu tevafuk-u cifri ve ebcedi, bir kanun-u ilmi ve bir düstur-u riyazi ve bir namus-u fıtri ve bir usul-ü edebi ve bir anahtar-ı gaybi oluyor. Elbette menba-ı ulum ve maden-i esrar ve fıtratın tercüman-ı ayat-ı tekviniyesi ve edebiyatın mu’cize-i kübrası ve lisan-ül-gayb olan Kur’an-ı Mu’ciz-ül-Beyan, o kanun-u tevafukiyi, işaratında istihdam, istimal etmesi i’cazının muktezasıdır.” 
Tekrar da olsa şu üç hakikatı buraya almak istiyoruz:
Evvela; Resulullah’ın da beyanına göre, Kur’an ayetlerinin zahiri, batıni, İşari, sarih ve remzi çok manaları ve her asra hitab eden hakikatları vardır. “Her ayetin dalı var, budağı var; her dalın da başı var, sonu var, çetikleri var” şeklindeki hadis, bu manaya işaret etmektedir. Zira Kur’an’ın muhatabı bütün insanlardır. Kur’an, kainat kitabının tercümesidir. Kainatın rengini değiştiren her meseleyi vuzuha kavuşturmuştur.

Hadiselerin satırları altında gizlenen hakikatları ortaya çıkaracak olan da yine Kur’an’dır. Dolayısıyla İslam ittihadını yakından ilgilendiren Risale-i Nur’a da, İstanbul’un fethine de ve Mısır fethine de herhalde işaret edecektir. Ancak sarahat demiyoruz, işaret diyoruz. Bu ifadeye dikkat etmek gerekir.

İkincisi: Bütün ilim tarihçilerinin -özellikle Müslüman alimlerin- ilimlerin tasnifinde kendisinden bahsettikleri “cifir ve camia ilmi” diye bir ilim vardır. Bu ilim, bazı cahiller tarafından suiistimal edilmiş olsa bile, tamamen inkarı da mümkün değildir. Cifir, kaza levhası; camia ise kader levhası demektir. Kısaca Allah’ın kader ve kaza levhlerinde olmuş yahut olacak bazı şeyleri, yine Allah’ın koyduğu işaret ve gösterdiği yollarla ortaya çıkarma ilmine cifir ilmi denir.

Bu ilmin nüshacılık ve üfürükçülükle ilgisi yoktur. Çünkü İmam-ı Gazali ve İbn-i Kemal gibi bu ilmi hakkıyla bilen zatlar tarafından da kullanılmıştır. Hz. Ali’nin, bu ilmi Resulullah’dan öğrendiği nakledilmektedir. Son asırda bu ilmi hakkıyla kul¬lananlardan biri de, Bediüzzaman’dır. Kur’an, “Beldetün Tayyibetün” ifadesiyle İstanbul’un fethine işaret ettiği gibi, Mu’avvizeteyn sureleriyle de 1971 hadiselerine işaret etmiştir. Birinciyi ilim, ikinciyi ilmin dışında kabul etmek, bir başka cahilliktir.

Tıklayın ► İşari Tefsir Konusunda Bediüzzaman’a Yapılan İtirazlar

www.NurNet.Org

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: