Cuma Namazı

Bu yazı: “Kızıl Meydan’dan Kıbleye Hidayet Hikayesi” başlıklı yazımızın 5. Bölümüdür. Yazının diğer bölümlerine ulaşmak için tıklayınız…

CUMA SABAHI abdestlerini alıp otomobile atladıkları gibi merakla Petersburg’un yolunu tuttular. Heyecanlıydılar. Çünkü ilk defa bütün Müslümanlar’la birlikte namaz kılacaklardı. Yolda, akıllarına takılan soruları Abdülveli’ye sormaya devam ettiler.

Şehre vardıklarında adresi bulmak için hayli vakit kaybettiler. Tam camiye vardıklarında namazın kılınıp cemaatin camiden çıkmakta olduğunu gördüler. Cumaya yetişemediklerini anlayınca üzüldüler. Yetkili biriyle görüşmek istediler. Cemaat kendilerini imama yönlendirdi. İmam, Türkiye’den yeni gelmiş bir gençti. Karşısında heyecanla sorular sorup bir şeyler öğrenmek isteyen Ruslar’ı görünce heyecanlandı, cemaate seslendi:

– İçinizde Rusça bilen yok mu? Gelin şunlara bir şeyler anlatın!

O sırada tevafuk eseri olarak Azerbaycanlı Emin ile yine Türkiye’den gelen Dr. Ali İhsan Bey oradaydılar. İmamın talebi üzerine yaklaşıp onlara muhatap oldular. Yeni Müslümanlar büyük bir merakla sorularını sıraladılar. Biraz ayakta sohbet ettiler; ardından caminin bir köşesine çekildiler. Zira onlar öğrenmeye açtılar. Anlatılanları can kulağı ile dinlediler.

Sohbet çok hoşlarına gitmişti. Zira sorularına mantıklı cevaplar veren kişilerle karşılaşmışlardı. Bu yüzden Emin’le Ali İhsan’ı ısrarla Novgorod’a davet ettiler. Ali İhsan yanında bulunan Rusça Ayetü’l-Kübra’yı kendilerine hediye etmek istedi. Fakat Ruslar, kitabın ismine ve mahiyetine bakmadan:

– Bizim bütün sorularımıza cevap veren bir kitabımız var. Başka kitaba ihtiyacımız yok. Fakat sizin sohbetiniz çok güzel, ne olur gelin, bize anlatın, diye yalvardılar. Aslında sordukları soruların cevapları o kitaplarda vardı. Ama bunu bilemezlerdi. Ali İhsan, bu derece makul düşünen insanlara en iyi hediyenin Risale-i Nur’lar olduğunu düşünerek kitaplardan takdim isteğini tekrarladı. Fakat her defasında aynı cevapla karşılaştılar:

– Bizim kitabımız var. Siz bize sohbete gelin! Buna pek bir anlam veremeseler de daha fazla üstelemediler. Evet, Yirmi Üçüncü Söz gönüllerinde öyle bir taht kurmuştu ki, adeta ona rakip olabilecek bir kitabın varlığına razı olmuyorlardı. O kadar ki, kendilerine verilen kitabın, ismine ve yazarına bile bakmadan, “Bizim kitabımız var!” diyorlardı. Bunun farkına varan Emin ve İhsan da ısrar etmediler, ama davetlerine mutlaka katılacaklarını söyleyerek yanlarından ayrıldılar.

İlginç Manzara

SOFİA VALENTİNOVNA’NIN yattığı üç yüz iki numaralı odanın önüne gelen Abdülkerim ve Resul kapıdan içeri girdiler.

İçeride onları beklenmedik bir manzara bekliyordu. Sofıa Valentinovna yatağı üzerinde oturmuş, başını iki eli arasına alarak derin düşüncelere dalmıştı. Kendinden geçmişçesine hoparlörden gelen sesi dinlemekteydi. Evet, daha üç gün önce stüdyoda kaydederken kendini kaptırdığı Yirminci Mektup’tu bu! Sofİa önce hayal gördüğünü sandı. Hatta bir ara sesin beyninin içinden gelip gelmediğine şüphe etmişti. Başını kaldırıp Abdülkerim’le Resul’ü karşısında görünce, rüyadan uyanır gibi oldu.

Abdülkerim elindeki hediye paketini masanın üzerine bırakırken Resul de cebinden çıkardığı Hastalar Risalesini masaya koydu. Her ikisi birden “Sofia Hanım geçmiş olsun!” dediler! Sofia Valentinovna’nın gözlerinden sel gibi yaşlar aktığını görünce ayrı bir şaşkınlık daha yaşadılar.

Resul gözlerine inanamadı. İçinden, “Mucize olarak taştan suyun akmasına inanırdım, ama bu kadının gözünden yaş geleceğine inanmazdım” diye geçirdi. O soğukkanlı adam Abdülkerim de neye uğradığını şaşırmış bir haldeydi.

Odaya sessizlik hâkimdi. Adeta aralarında sessiz ve sözsüz bir konuşma başlamıştı. Diller lâl kesilirken, kalpten kalbe kurulan gizli bir hat ile çok şeyler ifade edildi.

Neden sonra Sofia, biraz kendine geldi. Bitkin bir ses tonuyla konuşmaya başladı. Dilinden şu cümleler güçlükle döküldü:

– Benim onca dostlarım ve yakınlarım var. İki gündür burada olduğum halde, hiçbiri ziyaretime gelmedi. Fakat siz, en uzak sandığım, hatta düşman bildiğim kişiler, beni ziyarete geldiniz!

Sofia bunları söylerken tekrar hıçkırıklara boğuldu.

Abdülkerim’le Resul de çok etkilenmişlerdi. Konuşacak halleri kalmamıştı. Sessizce oradan ayrıldılar. Öylesine etkilenmişlerdi ki, yol boyunca ağızlarını bıçak açmadı.

Konuşsalar, sanki içine girdikleri o lahutî halin büyüsü bozulacak, sırrı kaybolacaktı…

Gece Boyu

Resul dershaneye vardıktan sonra uzun süre gördüklerinin etki¬sinden kurtulup kendisine gelemedi. Bir türlü hayalini ondan ayıramadı. Düşündü, düşündü. Gece uykusu kaçtı. Aklında, hayalinde hep Sofia vardı. Karşılaştıkları esnada, o soğuk ve haşin kadın geldi gözlerinin önüne… Ardından Kur’an nurunun sıcaklığında eriyip akmış son hali. Bir insan, hele onun gibi katı kalpli biri bu kadar kısa zamanda böyle değişebilir miydi? Bu soruya cevabı kendi iç dünyasında verdi: “Allah’ın hidayeti yetişirse, evet!

Resul’un Sofia hakkındaki kanaatleri tamamen değişmişti. Ona karşı beslediği kırgınlık, küskünlük, yerini şefkat ve acımaya bırakmıştı. Öyle ki, “Neden ona o kadar kırıldım ve düşmanlık ettim?” diye kendini suçlamaya başladı.

Keşke onun yerine nefsimi suçlasaydım. ‘Nefis cümleden edna, vazife cümleden ala’ diyebilseydim. O hakaretlerini nefsime alıp birer ihtar ve ikaz olarak kabul edebilseydim” dedi.

Resul, Sofia’nın kendisine bağırmalarını bile artık başka türlü yorumlamaya başlamıştı.

İlk karşılaştıklarında o bağırmalarıyla adeta kendisine:

– Nerde kaldınız? Neden daha önce bu hakikatleri bana yetiştirmediniz? Neden hayata veda edeceğim zamana kadar geciktiniz, der gibi olduğunu düşündü.

Resul’ün o gece boyunca, yaşadıklarından bu dersleri çıkardı, durdu.

Alo Resul!

Ertesi sabahın ilk vakitlerinde, Resul’ün telefonu çalmaya başladı. Gece boyu gözüne uyku girmediğinden isteksizce telefona uzandı.

-Alo?

– Resul, sen misin?

– Evet buyurun!

– Ben Sofia Valentinovna!

– Ne, Sofia Valentinovna mı?’

– Evet, ta kendisi… Radyoevindeyim, sizi bekliyorum. Abdülkerim’i de getirmeyi unutma!

Resul önce rüya gördüğünü sandı. Sofia’nın sesi hiç de hastalıklı değildi. Oysa akşam sesi çıkmayacak derecede durumu ağırdı. “Bir yanlışlık olmasın” diye düşünerek,

– Sahi, siz Sofia mısınız?

– Evet, Sofia’yım ve radyoevindeyim.

– Akşam hastanedeydiniz, nasıl olur efendim?

– Çabuk gelin, her şeyi size burada anlatacağım!

Resul, telefonu kapattı, rüya görmediğinden emin olmak için odada ileri geri giderek duvarlara dokundu. Uyanık olduğuna kanaat getirince şaşkınlığı daha da arttı. Acaba kendileri çıktıktan sonra ne olmuştu? Ölümcül hasta olan Sofia hastaneden nasıl çıkmıştı? Oysa başhekim durumunun çok ağır olduğunu, en az dört ay daha hastanede kalacağını söylemişti. Ayrıca hastanede güçlükle çıkan sesi, eskisi gibi dinç çıkıyordu. Üstelik sabahın erken saatinde radyoevinden arıyordu! “Bu nasıl iştir?” diye başladığı sorular zinciri Resul’ün zihninde dolanıp durdu. Hemen Abdülkerim’i aradı:

– Alo, Abdülkerim…

– Buyur Resul!

– Az önce Sofia Valentinovna aradı. Bizi radyoevinde bekliyor.

– Ne! Radyoevinde mi?

– Evet radyoevinde!

– Bir yanlışlık olmasın Resul?

– Hayır, bizzat aradı, sesi de çok iyiydi, “Her şeyi orada size anlatacağım” dedi.

Abdülkerim de şaşkındı. Çünkü akşam bıraktıkları kadının sabah hastaneden çıkmasına imkân yoktu. “Bunda bir iş var” deyip, arabasına atladığı gibi dershanenin yolunu tuttu. Resul zaten çoktan hazırlanmış, dış kapının önünde kendisini bekliyordu. Hemen radyoevine doğru hareket ettiler.

– Nedir bu işin aslı sence Abdülkerim?

– Vallahi anlayamadım, kadın ölümcül hasta idi?

– Hem de sesi eskisi gibi, hiç hasta değilmiş gibi çıkıyordu. Bu işte bir iş var! Hele bir gidip bakalım.

devam edecek…