Cumhur Başkanı Erdoğan, Mehmet Kırkıncı Hocayı Ziyaret Etti

Cumhurbaşkanı sayın Recep Tayyip Erdoğan Bediüzzaman Said Nursi hazretlerini hayatta iken ziyaret etmiş 1928 yılında Erzurum merkez köylerinden Güllüce’de dünyaya gelen Mehmet Kırkıncı hocayı kalp rahatsızlığından dolayı yatmış olduğu Bezmialem Vakıf Üniversitesi Tıp Fakültesinde geçmiş olsun dileklerini sunmak üzere ziyaret etti.

Cumhurbaşkanı Erdoğan - Kırkıncı HocaSayın Erdoğan Kırkıncı hocanın sağlık durumu hakkında doktorlardan bilgi aldıktan sonra hastaneden ayrıldı.

*********************

Kırıncı Hocanın Said Nursi hazretleri ile olan görüşmesi ;
 
Yine camiye giderek ikindi namazını kıldık. Sonra Rüştü Efendi bizi bir kenara çekerek:
 
“Aman dikkat edin. Bizi takip edebilirler. Üstadımız göz hapsinde tutuluyor. Beni uzaktan takip edin. Polisler Üstad’ı ziyarete gittiğinizi anlarlarsa, tutup sizi karakola götürürler, sıkıntı verirler.” dedi.
 
Namazdan sonra Üstadı ziyaret etmek üzere yola koyulduk. Rüştü Ağabey önde gidiyor, biz de arkasından onu takip ediyorduk. Ana caddeden sokaklara daldık. Sanki ayaklarımızın ucuna basa basa yürüyorduk. Kıvrım kıvrım sokaklar bitmek tükenmek bilmiyordu. Rüştü Ağabey, önce biraz güneye gidiyor, birkaç sokak geçiyor, sonra batıya doğru çark ediyor, biraz yürüdükten sonra bu defa doğuya dönüyor, hızla yola koyuluyordu. Yaptığı şey ustaca bir taktik, bir şaşırtmacadan ibaretti. Bunu anlamıştık.
 
Rüştü Ağabey bir evin önünde durdu, bize bir baş işareti yaptı ve kapıyı çaldı. Adımlarımızı yavaşlattık. O kapı açılır açılmaz içeri daldı. Biz vardığımızda aralık bırakılan kapıdan kendimizi hemen içeri attık ve bizi beklemekte olan Rüştü Ağabey ile birlikte bir merdiveni tırmandık. Merdiven başında, bizi gür kaşlı, heybetli biri karşıladı. Rüştü Ağabey bizi tanıştırdı. Bu zat, gıyaben çok iyi bildiğimiz meşhur Tahir Ağabey’di. Siyah kaşları aşağıya doğru sarkıktı. Heybetli ve celadetliydi. Bir o kadar da tevazu ve mahviyet sahibiydi. Fevkalade edepliydi. Celal ve cemal, sanki onda birlikte tecelli etmişti. Ankara’dan getirdiğimiz formayı kendisine takdim ettim. Formayla beraber bir de mektup verdim. Mektubu yolda yazmıştım. Görüştüğümüzde, heyecanlanıp sıkılarak huzurunda bir şey konuşamam endişesiyle Üstad’a bu mektubu yazmış ve kendisinden Risale-i Nur’u anlama ve son nefesime kadar ona ihlas ve sadakatle hizmet etme hususunda dua istirhamında bulunmuştum. Tahir Ağabey, elinde forma ve mektupla Üstad’ın odasına girdi. Birkaç dakika sonra geri döndü. Bizi bir salona aldı ve “Üstad’a söyledim, sizinle görüşmeyi kabul etti. Biraz bekleyin kendisi teşrif edecekler.” dedi.
 
Beklemeye koyulduk. Salon oldukça sadeydi. Yere serilen kilimler, tahta zemini tam örtememişti. Duvarın dibinde bir tahta sedirden başka oturulabilecek bir eşya göze çarpmıyordu. Fakat bu mütevazi odada insana huzur ve ferahlık veren ve sultan saraylarında bile emsali bulunmayan bir deruni hava vardı. Yorgunluklarımı, endişelerimi ve bütün sıkıntılarımı unutmuştum. Şimdi, hayatımın en bahtiyar ve nurani, en huzurlu bir anındaydım. Kalbim büyük bir heyecan ve helecanla atıyordu. Böyle mesut bir halet-i ruhiye içerisindeyken, kapı hafifçe aralandı ve mavera-i ufuktan gönlümün semasına bir bedr-i münir doğdu. İşte Bediüzzaman Hazretleri salona teşrif buyurmuştu. Bugüne kadar siması, boyu posu hususunda duyduklarıma denk düşmüştü. Asırların beklediği bu muhteşem insan işte gözümün önünde idi. Bir başka dünyada gibiydim. Ruhumun halini kelam anlatamazdı.
 
Ayağa fırladık. Elini öptük. Tebessümle taltif buyurdu ve “Hoş geldiniz.” dedi. Oturduk. Mektubu, okuması için Tahir Ağabey’e verdi. Tahir Ağabey mektubu açarken, Üstadımız Erzurum’a Cihan Harbi’nden önce geldiğini, Kurşunlu Camii Medresesinde bir ay kadar kaldığını, alimlerle sohbetlerde bulunduğunu anlattı. Daha sonra, Tahiri Ağabey mektubumu Üstad’a okudu. Üstadımız mütebessimane dinlediler ve duada bulundular.
 
Daha sonra, üstadımız Ankara’dan getirdiğimiz formayı sayfa sayfa çevirmeye başladı. O anki süruru, memnuniyeti, tavsife sığacak gibi değildi. Forma, onun için bir zafer sancağı gibiydi. Seksen küsür senelik bereketli bir ömrün harika meyvesini seyretmenin neşesini yaşıyordu. Bize dönerek:
 
“Risale-i Nur, çok yakın bir zamanda başlara taç olacaktır. Öyle zaman gelecek ki, satırı altınla satılacaktır. Radyo lisaniyle, bütün dünyaya neşrolunacaktır.” diye beşaretlerde bulundu.
 
Daha sonra, Risale-i Nur’u okumanın ehemmiyeti üzerinde çok tahşidat yaptı. Nazarları daima eserlere tevcih ettiriyordu. “Uzaklardan buraya kadar gelmenize hiç lüzum yok. Risale-i Nur’u okuyan benimle görüşmüş ve benden ders almış gibidir. Sizler buraya gelince ben minnet altında kalıyorum. lazım geliyor ki, sizlerin hiç olmazsa yol paralarınızı vereyim” dedi.
 
Üstad’ı hem büyük bir dikkatle dinliyor, hem de kendisini hayran hayran seyrediyordum. Konuşurken sağ elini yer yer sol dizine hafifçe vuruyordu. Her hareketi bir zarafet ve nezaket içindeydi. Tecessüm etmiş bir nur gibiydi. Sanki, insanları tenvir için alem-i Nur’dan ruy-i zemine inmiş bir cism-i latif idi. Mübarek çehrelerinden tecelli eden letafet nurunu görünce basiretim öyle açıldı ki, hissiyatım üzerine çöken gaflet bulutları birden bire zail oldu. Üstad’a dikkatle baktım. Sermedi bir nur ile tenevvür eden bu çehrede cihanı tenvir edecek bir güç, bir kuvve-i kudsiye açıkça hissediliyordu. O anda, vücuduma bir hiffet, ruhuma bir inşirah, idrakime bir intibah geldi.
 
Yaşlı olmasına rağmen bir delikanlı kadar zindeydi. Kendinde yorgunluktan hiçbir eser görünmüyordu. Rengi hafif pembeydi. Boyu, ortanın üstündeydi. Zarif bir endamı vardı. Başındaki sarık adeta bir saadet tacı, bir marifet sembolüydü.
 
Bu helaket ve felaket asrının, onun yaşlanmış omuzlarına yüklediği, onca ıstırap ve meşakkat, belini bükmemiş, endamını eğememişti. Dudaklarında tatlı bir tebessüm, gözlerinde şefkat pırıltıları vardı. Kaşlarında ise, heybetli bir celadet hakimdi. Ensesinde ve şakaklarında aşağı doğru dökülen gür ve beyaz saçları dikkatimi çekti.
 
Onun bir asra yakın çektiği çileler, ıstıraplar ve meşakkatler vücudundaki mevzun insicamı zedeleyememiş, sadece saçlarını ağartmıştı.
 
Formayı bir diğer talebesine uzatarak:
 
“Zübeyr, oku!” diye emretti. Zübeyr Ağabey, Üstad’ın uzattığı formayı büyük bir edeble aldı ve okumaya başladı.
 
Zübeyr Ağabey’in, cümleleri, manalarıyla bütünleşen bir ahenkle okuyuşu, bende apayrı bir tesir uyandırdı. Büyük bir coşkunlukla okuyordu. Kelimeler sanki içinden kaynayarak dudaklarından dökülüyordu. Yüzünde bin bir mana iç içe parıldıyordu. Okurken, yer yer başını hafifçe kaldırıyor. Nazarlarını bizlere tevcih ediyordu. Bakışları temiz ve berraktı. Yeşilimsi gözlerinde ulvi manalar dolaşıyordu.
 
Zübeyir Ağabey formanın okumasını bitirince üstadımız bana dönerek; “Risale-i Nur burada okundukça Cenab-ı Hak Anadolu’ya gelen belaları kaldırıyor.” buyurdu. O zaman on beş yirmi vilayette az sayıda insan Risale-i Nur’u tanımıştı. İçimden: “Biz ne kadar Risale-i Nur okuyoruz ki, Anadolu’dan belaların kalkmasına vesile oluyoruz?” diye geçti. Üstadımız bir dağın yıkılışını gösterir gibi ellerini kaldırıp sağdan sola doğru götürerek biraz celalli bir eda ile ses tonunu da az yükselterek: “Burada Risale-i Nur okundukça Rusya’da küfr-ü mutlak dağlar gibi yıkılıyor.” dedi. Nitekim haber verdiği o günleri gördük.
 
Daha sonra, Üstad sanki ruhumuzu okuyarak bize müteveccihen okuttuğu şu önemli dersini hiç unutamıyorum:
 
“Risale-i Nur, yalnız bir cüz’i tahribatı ve bir küçük haneyi tamir etmiyor. Belki külli bir tahribatı ve İslamiyeti içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kal’ayı tamir ediyor. Ve yalnız hususi bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor, belki bin seneden beri tedarik ve teraküm edilen müfsid aletler ile dehşetli rahnelenen kalb-i umumiyi ve efkar-ı ammeyi ve umumun ve bahusus avam-ı mü’mininin istinadgahları olan İslami esasların ve cereyanların ve şeairlerin kırılması ile bozulmağa yüz tutan vicdan-ı umumiyi, Kur’an’ın i’cazıyla ve geniş yaralarını Kur’anın ve imanın ilaçları ile tedavi etmeğe çalışıyor. Elbette böyle külli ve dehşetli tahribata ve rahnelere ve yaralara, hakkalyakin derecesinde, dağlar kuvvetinde hüccetler, cihazlar ve bin tiryak hasiyetinde mücerreb ilaçlar ve hadsiz edviyeler bulunmak gerektir ki; bu zamanda Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın i’caz-ı manevisinden çıkan Risale-i Nur o vazifeyi görmekle beraber, imanın hadsiz mertebelerinde terakkiyat ve inkişafata medardır.”
 
Üstad kalktı ve bir nazar-ı tebessümle başımı okşayıp dua ederek taltif buyurdu. Selam vererek yanımızdan odasına doğru uzaklaşırken, maddi-manevi varlığımı da peşinden sürüklüyordu.
 
O geceyi Isparta’da geçirdik. Ertesi gün yola çıktık. Barla’ya uğrayacak, gece orada kalacak ve yolumuza devam edecektik. Barla’ya ayrılan yol kavşağında arabadan indik ve solumuzda, biraz içeride bulunan Barla nahiyesine doğru yürümeye başladık. Mahalleye girerken rastladığımız bir köylüye Üstad’ın Sıddık Süleyman ismindeki talebesini sorduk. Bizi onun evine götürdü. Vakit geç olduğu için hemen istirahata çekildik.
 
Ertesi sabah, camide namazımızı kıldık. Namazdan sonra, bir süre etrafta gezindik.
 
Köyün içinden geçerken rastladığımız herkes bize hoş-amedi ediyor, güler yüzle, tatlı sözlerle iltifatta bulunuyorlardı. Bunların bir kısmının da katılmasıyla, Üstad’ın eskiden kaldığı evin önüne geldiğimizde tam bir cemaat teşekkül etmişti.
 
Şimdi meşhur çınar ağacının altındaydık. Bu muhteşem ve yaşlı çınar ağacının dalları, yeşil yaprakları bahar rüzgarı altında titriyor ve sanki bir çeşit ihtilaç ve helecan duygusuyla çırpınıyordu. Balkonda dallar arasında bir merdiven uzanmıştı. Merdivenin sonu, itina ile oturtulmuş bir çardağa varıyordu. Bu çardak, sanki bir bülbül yuvasıydı. Köylüler bu çardağı işaretle:
 
“İşte oturduğu ve ekseri geceler tefekkür ve tezekkürünü yaptığı çardağı” dediler ve:
 
“Epeydir, hazinane zikir seslerine hasret kaldık. Artık seher vakitleri buradan geçerken, onun yanık zikir seslerini işitemez olduk.” diye ilave ettiler.
 
Ondaki asudelik, ondaki güzellik ve şirinlik ne saçaklı saraylarda, ne de mutantan köşklerde bulunabilirdi. Burası, adeta Cennet’ten bir köşeydi.
 
Sıddık Süleyman:
 
“Haydi, Üstad’ın evine, medreseye çıkalım.” dedi. Hep beraber medreseye çıktık, oturduk. Yerde, duvar diplerinde sıra sıra yayılmış minderler vardı. Bir köşede ufak bir teneke soba duruyordu. Duvarlar beyaza boyanmıştı. Oda gayet sade ve mütevaziyane döşenmişti. Burada insanı kendine çeken bir başka hava vardı. Medresenin her taşına sinen bu manevi havayla kendimi adeta bir nuristana girmiş gibi gördüm ve bir vecd içinde sanki kendimden geçtim.
 
Kaynak: RisaleAjans