Dava Adamının Kardeşleriyle Münasebet Ölçüleri

Herkesin meselelere intikali bir olmaz. Senin idrak ettiğin, ehemmiyetine inandığın bir meseleyi, bir kardeşimiz bazen bir veya iki sene sonra anlayabilir. Derin meseleler çok geç anlaşılıyor. Hizmetin semeresini görmek için sabredecek ve bekleyeceksin. Bir insanın ayağı kırılmış ise, o ayak ancak altı ayda tutabilir. “Ben altı ay bekleyemem” dersen, bir ayaktan mahrum olursun. Altı ay sabredersen bir ayak kazanırsın. Acele ederek ayağımızı tahtadan yapmaya kalkışmayalım.

Teenni ve sabır ile arkadaşınızın başını beklerseniz, bu zillet değildir. Ben bir zamanlar Ankara’da hastanede yattım. Hastanede bir doktor vardı. Hastaların önünde eğilip, kalkıyordu. Her gün usanmadan sabahtan tâ akşama kadar hastalarıyla şefkat ve ihtimam ile meşgul oluyordu.

Bizler de bir doktor gibi arkadaşımızın hatasını düzeltmek için şefkat ve merhametle onunla meşgul olursak, emin olunuz, bu hareketimiz zillet değildir. Doktorun hizmeti zillet midir? Hasta öksürebilir, kusabilir. Ona “Sen niçin öksürüyorsun?” denilebilir mi? Hastanın yapmış olduğu kabahati, doktor da işleyebilir mi? Hastanın derdini kim dinleyecek?

Evet, hasta kabul ettiğin arkadaşının kusurunu tedavi edeceksin. Tarz budur. Muvaffakiyetin şartı da budur. Unutmamak gerekir ki, böyle bir asırda, böyle bir kudsi davanın hizmetine talip olanlar, ancak birbirlerinin kemalat ve meziyetlerini tamim etmek ile dava şuuruna erebilirler.

Unutmamak gerekir ki, birbirlerini çürütmeye çalışanlar hem kendilerini, hem dava arkadaşlarını zişeref bir istikbalden mahrum ederler. Kardeşlerini ihtiram ile yadedenler, hürmetle yâd olunurlar.

Bir zamanlar bir şeyh, müritleriyle bir yerden geçerlerken bir hayvan cifesine rastlarlar. Ölmüş hayvanın pis kokusu etrafa dağılmış olduğundan, müritler burunlarını kapatıp, yüzlerini çevirirken; şeyh tebessüm ederek “Ne kadar güzel dişleri var, inci gibi parlıyor” der. Her şeyin medhe lâyık tarafları bulunabilir. Bu noktaları nazara vermek gerektir.

Hakşinas kardeşlerim, Sevda-yı kalbimiz, maşuka-yı vicdanımız hizmetimizdir, davamızdır. Şahsımıza ve hizmetimize taallûk eden meselelerde kendi hakkımızda tecviz-i kusur etmememiz; fakat tesanüdün muhafazası için dava arkadaşlarımızın kusurlarını bağışlamamız, hizmetimizin saadeti ve selameti için elzemdir.

Mecnun çöllerde âhularla dolaştı. Âhuların gözleri Leylâ’nın gözlerine benzediği için onlardan ayrılmıyordu.

Sevdamız davamız ise, kardeşlerimiz de o davanın gözleridir. O gözleri davan için sevmelisin.

Evet kardeşim, şu hizmetimiz ittihad ile kaimdir. İttihadın devamı insaf ve fazilet ile bağlıdır. Fazilet ittihada vesile olmazsa, o fazilet fazilet değildirİttihada kuvvet vermeyen kemalat, yabani meyve ağaçlarına benzer. Meyvesi vardır. Lakin acıdır. Kimseye menfaati yoktur.

Binaenaleyh, tesanüd ve muhabbeti perçinleyici bir ruh içerisinde hasr-ı gayret, hem mesleğimizin iktizası, hem de hissiyat-ı ruhaniyemizin icabatındandır. Çünkü, hizmete kat’ olunacak mesafe bu sırra taallûk etmektedir.

Malum olduğu üzere, merkezi merkez eden, muhitin intizamıdır. Muhitin eğilip bükülmesi merkezi bozduğu gibi, merkezdeki zerre miskal bir inhiraf da muhitte kapatılması fevkalade müşkül gedikler açar. Katiyen unutmamak gerektir ki, güzel tedbir ve hilm; bir cahili, alim kadar faydalı kılar; demiri altın; kömürü elmas yapar.

Ferdi ihtilaflar ve şahsı dargınlıkların umumi yerlerde ve cemaat içerisinde konuşulması, faydadan ziyade pek çok zararları netice verebilir. Evvelâ, karşılıklı ithamlar, akıl yerine hissiyatı, hakikat yerine fikirlerin tahakkümünü, muhabbet ve uhuvvet yerine teanüd ve tenafürü ziyadeleştirir. O zaman, o meclis enaniyetlerin tatmini, nefislerin tahakkümü için müstaid bir zemin olur. Hem bu ahval, cemaatin şevkini kırar, huzurunu dağıtır.

Üstadımızın Çok sıkı tutmayınız, herkes bir meşrebde olmaz.” ifadelerini esas alarak, ferdi ihtilafların hususi sohbet ve irtibatlar vasıtasıyla halline gidilmelidir. Bu işin tedavisi lâyık ellere havale edilmelidir. Her insan yara saramaz, her insan doktorluk şefkatini taşıyamaz. Bu çeşit ihtilâfları vaz-u nasihat ile, telkin ile, zamana bırakmakla tedavi edeceğiz. Zaman en büyük yardımcımızdır. Zaman, en insafsız insanı dahi insafa getirir.

Evet, bazı başlarda kıymetli fikir bulunabilir, hatta niyeti de halis olabilir. Lâkin o fikir ve ihlas, şiraz-ı vahdetimize kuvvet ve himmet vermekle değer kazanabilir. Kardeşlerimizin meziyet ve kabiliyetleri ancak ittihad ile bir havuza dökülürse kemalat bostanları yeşerir. Eğer, ihtilaf ile bu havuzun menfez ve delikleri açılırsa, o vakit şûristana dağılıp diken ve yabanı ot olmaktan başka ne faide temin edebilir?

 Takdirşinas kardeşlerim,

Cemaatten maada tarik-i selâmet yoktur. Muazzez Üstadımız “Muhalefet aczden kaynaklanır” buyuruyor. Ekseriyetin reyine kuvvet vermek ve perçinleşmiş bir hizmet anlayışını zayıf düşürtmemek için, niza ve muhalefet kapısını kapatmak gerektir.

Hizmetimiz, alemin her türlü tabakalarına yani âlem-i kâinat, âlem-i hayat, âlem-i insan, âlem-i ahirete taallûk eden şümullü bir hizmettir. Meseleleri değerlendirirken hizmetimizin kül ve külliyetini, yani gayet geniş çerçevesini dikkate almak lâzımdır. Nazarımıza sadece bir iki cüz’i meseleyi takıp, hislerimizi de bir kısım mevzi meseleler üzerine teksif eder, düşünce ve anlayışımızı sadece o noktalara hasreder ve bu noktalardan hareketle haklı olduğumuzu dava edersek; o zaman hizmetin külliyetini görmemek gibi bir muğalata ile bir hata-yı azime düşebiliriz. Nazarını cüz’i meselelere hasreden, külliyeti idrak edemez.

Hizmeti umum insanlara bakan muhteşem bir fabrikanın bir veya iki çarkındaki muvakkat arızayı gören kimsenin, o arızayı tamir etmek yerine, fabrikadan çekilip umum varidattan mahrum kalması kâr-ı akıl değildir.

Ruhaniyeti, ebediyen nurun hakikatleriyle merbut bir kalbin hizmetten elini çekmesi ne derece insan hissiyatını parçalarsa; hizmeti yıkacak, mevcut hizmet çarkını tahrib edecek tarzda menfi bir tavır takınmak da o derece mahiyet-i insaniyeyi yıkar, paramparça eder.

Çok dikkat gerektir. Bazen bir damlada tufan, bir cümlede, cihan nihan olur. Bu gibi durumlarda hamiyet-i diniye, afv ve mülâyemet, temkin ve tedbir imdada yetişmezse; mesele his, vehim ve hayalin dağınık bulutları içerisinde mütalaa edilebilir. Bu ahval de – Allah korusun- hiddet ve isyanları, yıkılış ve çöküşleri netice verebilir. O zaman sadırlar gayz ile dolar, fikirlerde inad ve taassub yerleşir. Gözler ve bakışlar hased kıvılcımları saçar.

Bu hizmette her zaman teenni ve nezaket ile davranmak gerektir. Kalpleri Allah’ın rızasıyla meşbu olup, hizmet aşkı ile yürüyenler, zihinlerde başka şeylerle kurulmamalıdır. Çimenli, çiçekli, çok ferahlı ve müncezip yollar vardır ki, insanı mühlik ve vahşi çöllere çıkarır. Çok da dikenli, sarp, sert kayalı yollar vardır ki, nihayetleri gül ve gülistandır. Güler yüz, tatlı söz, kalp metaneti ve hatır hoşluğu ile fitne kapısını kapatıp şeytanın tahribatına karşı kalb ve hissiyatımızı siper etmemiz gerekmektedir.

Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) “Her ümmetin bir emini vardır. Ebu Ubeyde de benim ümmetimin eminidir.” diye buyurduğu Hz. Ebu Ubeyde’nin (r.a.) vefat-ı Nebevi’den sonraki karışıklıklarda söylemiş oldukları şu sözler ne kadar ibretâmiz, ne kadar düşündürücüdür: “Ey Müslümanlar kendi elinizle yapmış olduğunuz bir hizmeti, yine kendi elinizle yıkmayınız.”

Mazi bir kitaptır. İbret ve emsaller ile doludur. Bugün dünün aynıdır. Yeni bir şey yoktur. Değişen sadece renklerdir. İttihadını muhafaza edemeyen nice nice devlet, millet ve cemaatler yıkılıp hâk ile yeksan olmuşlardır.

İşte Endülüs… ittifak ve tesanüd ile kuruldu, ihtilaflar ile yıkıldı.

Malûmunuz olduğu üzere Tarık Bin Ziyad, İspanya’ya geçince, gemileri yaktırdı. Askerlerine hitaben “Arkamız deniz, önümüz düşman… Muzafferiyetten başka çaremiz yoktur.” Evet, kardeşlerim, bu milletin kurtuluşu bizim azm ve hizmetimize bakmaktadır. Orası deniz, komünistlik geliyor, burası böyle… Bediüzzaman’ın askerleri!. Muzafferiyetten başka çaremiz yoktur!.

Tarık Bin Ziyad, Tuleytula’yı kuşatırken askerde ricat alâmeti gördü. Ordusuna hitaben: “Askerlerim, şehitlik ilerdedir. Gazilik de ilerdedir. Cennet de ilerdedir. Geride bir şey yok!…”

Evet arkadaşlar! Cennet ilerdedir. Beka ilerdedir, lika ilerdedir, muzafferiyet ilerdedir.

Üstadımızın “Kardeşlerimden rica ederim ki sıkıntı veya ruh darlığından veya titizlikten veya nefis ve şeytanın desiselerine kapılmaktan veya şuursuzluktan, arkadaşlardan sudur eden fena ve çirkin sözleriyle birbirine küsmesinler ve “Haysiyetime dokundu” demesinler. Ben o fena sözleri kendime alıyorum. Damarınıza dokunmasın. Bin haysiyetim olsa, kardeşlerimin mabeynindeki muhabbete ve samimiyete feda ederim” sözleri kulağımda çınlamaktadır.

Anladığım kadarıyla bizim hatamız, Nurun şayan-ı hayret ve ibret mizan ve mihenginin hakimiyeti altına lâyıkı vechi ile girmememizden; efkârımızı, ef’alimizi, ahvalimizi, O’nun tanzimi ile nizama koymamamızdan kaynaklanmaktadır. Onun kudsi kanunlarını fert ve cemaat olarak temessüle mecburuz…

Evet, memer olmak başka mütemessil olmak başkadır.

Evet, “El insafü hayr’ül evsaf.” İnsaf vasıfların en hayırlısıdır.

İnsan, vicdana hizmet şuuriyle hâkim olabilir. Hizmette ileri; teveccühte geri olmak ehl-i hamiyetin şanındandır. Hz. Ebubekir’in (r.a.) hilâfet ile ilgili olarak beyan buyurduğu “Bu, onundur ki, o senindir denilir; o benimdir diyenin değildir” hakikatı bizler için güzel bir mihenktir.

Hz. Ömer’in (r.a.) sahabeler içinde faziletmeab bir ferd-i feride söylemiş olduğu şu sözler hepimiz için daima değerini muhafaza eden bir mizandır: “Bu ümmetin keskin kılıcısın, eğilip de kesmez olma; bu ümmetin tatlı suyusun acıyıp da bozulma.”

Cenab-ı Hak cümlemizi sökükleri dikici, eksiklikleri ikmal edici, yarık ve çatlakları kapatıcı, gedikleri seddedici, müşfik, munsif, müdebbir, metayakkız hadimlerden eylesin. Âmin… Bihürmeti Seyyidül mürselin.

Mehmed Kırkıncı