Dert ve Sıkıntılar

“Hayret ederim müminin Allah’ın takdiri karşısındaki teslimiyetine. Ona üzücü bir musibet verse, sabreder kazanır. Sevindirici bir nimet lütfetse, şükreder yine kazanır!”
Daha doğrusu kaderine teslim olan bir mümin, başına gelen her hali memnuniyetle karşıladığından rahatlık gelse de kazanır, sıkıntı gelse de kazanır. Kazaya rıza hali, onu bu makama, bu rahata yükseltir. Demek O’ndan gelen nârı da hoş, nuru da hoştur. Ayrıca şurası bir gerçektir ki, insan hayatı boyunca maruz kaldığı sıkıntı ve musibetlere ne kadar dayanır, sabır ve teslimiyetle mukabele ederse o nispette olgunlaşır, Allah yanında makamı yükselir. Efendimiz (A.S.M.) şöyle buyuruyor: “Sıkıntı ve musibetlere sabreden insanlar Allah yanında öyle yüce makamlara mazhar olurlar ki, ibadetleriyle o makamlara çıkamazlar!.”

Nitekim bu konuyu bir misalle izah eden Lokman Hekim de şöyle der: “Nasıl madenin kıymetlisi ateşe verilince üzerindeki pası dökülüp altından öz cevheri meydana çıkarsa, Allah’ın sevdiği kulları da maruz kaldıkları musibetleri teslimiyet ve sabırla karşılayarak olgunlaşırlar, Allah’in saf, temiz kulları olduklarını meydana çıkarmış olurlar. “
Başa gelen musibet ve sıkıntıları ikiye ayıran alimlerimiz derler ki: Kulun maruz kaldığı musibetler bazen makamının yükselmesi için olur. Bazen de işlemiş olduğu günahın cezasının ahirete tehir edilmeyip burada verilmesinden dolayı olur. Her iki hal de kulun lehinedir. Kul bu inceliği bilmelidir. Bu konuda yaşanmış bir vaka var. Şöyle ki:

– Sahabeden bir zat cahiliye devrinde tanıdığı bir kadınla karşılaşır, yolda ayrılıp da giderken kadına doğru bakarak yürüdüğünden ayağı çukura girip düşer, kolu kırılır. Doğruca Resulüllah’ın huzuruna gelen sahabi durumu aynen anlatınca Efendimiz (A.S.M.) şöyle açıklamada bulunur:

“Allah, bir kulunu severse, onun işlemiş olduğu günahının cezasını burada takdir eder, âhirete tehir etmez! Böylece kul burada cezasını çektiğinden âhirette kurtulur.” Anlaşılan kolun kırılması, geriye doğru ısrarla bakmanın bir cezası olarak yorumlanmıştır.

Başa gelen sıkıntı ve üzücü o olaylar ister makamın yükselmesi için gelsin, isterse günahın cezası olarak musallat olsun, sonuçta sabreden kazanır. Hatta kaybediyor gibi görünürken kazanır. Allah’ın takdirine rıza inancı işte insanı böylesine teslimiyetli hale getirir. Bu inanç sıkıntılara dayanma gücü verir. Evet, tahkiki imanlı insanlar kolay kolay yıkılmaz, hep ayakta dururlar. Başkalarının boğulduğu yerlerde onların ayakları bile ıslanmaz.

Yani kadere iman eden gam ve kederden emin olur. Yani Allah’ın her yaptığında hayırlar vardır. Bunlar bize nasıl teselli veriyor.
Dünyevi musibetlerden neden bu kadar korkuyoruz? Aslında korkulacak musibet dine gelen musibettir. Dinin emrini yaşama imkânından mahrum kalmak, Risâle-i Nûr’dan mahrum kalmak büyük musibetdir. Bu musibetin insana kazandıracak bir şeyi yoktur. Bu musibetten Allah’a sığınmalıdır. Dünyevi musibetler ise zahmetini burada bırakır, rahmetini âhirete seninle gönderir. Onun kazancı kat’idir. Bundan dolayıdır ki, büyük âlim Sehl’e şikâyette bulunan bir adam: “Evime hırsız girmiş, ne var ne yok hepsini de çalıp gitmiş!” dedi. Sehl ise şöyle cevap verdi:
“Hiç üzülme, bunlar dünyevi musibetler. Ya kafana şeytan girse idi de, kalbindeki imanını çalsa idi ne yapardın? Âhirete imanını çaldırmış olarak gitmekten daha büyük musibet var mı?” Bediüzzaman ise, Lem’alar eserinde bu hususu şöyle izah etmektedir:

“Asıl musibet ve muzır musibet, dine gelen musibettir. Musibet-i diniyeden her vakit dergâh-ı İlahiyeye iltica edip feryad etmek gerektir. Fakat dinî olmayan musibetler, hakikat noktasında musibet değildirler. Bir kısmı ihtar-ı Rahmanîdir. Nasılki çoban, gayrın tarlasına tecavüz eden koyunlarına taş atıp, onlar o taştan hissederler ki: Zararlı işten kurtarmak için bir ihtardır, memnunane dönerler. Öyle de çok zahirî musibetler var ki; İlahî birer ihtar, birer ikazdır ve bir kısmı keffaret-üz zünubdur ve bir kısmı gafleti dağıtıp, beşerî olan aczini ve za’fını bildirerek bir nevi huzur vermektir.”

Üstad Bediüzzaman Hazretleri Lem’alar’ın 9,10,11. Sayfalarda musibetler hakkında bakın ne müjdeli söler söylüyor. Diyor ki :
“Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffi eder, kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir, tekemmül eder; vazife-i hayatiyeyi yapar.”
Buna göre hayat, vazifesini yapmasın mı? Musibet, hastalık gelmesin mi? Sonra diyor ki: “Şu dâr-ı dünya, meydan-ı imtihandır ve dâr-ı hizmettir; lezzet ve ücret ve mükâfat yeri değildir. Madem dâr-ı hizmettir ve mahall-i ubudiyettir; hastalıklar ve musibetler, dinî olmamak ve sabretmek şartıyla o hizmete ve o ubudiyete çok muvafık oluyor ve kuvvet veriyor.”

İşte maalesef geç anladığımız veya bazımızın hâlâ anlamamakta direndiği bir hakikat de, bu dünyanın lezzet yeri, zevk yeri değil, hizmet yeri, ubudiyet yeri olduğudur. O zaman musibet başka bir şekil alıyor, bakın. . .

“Musibetler, dinî olmamak ve sabretmek şartıyla o hizmete ve o ubudiyete çok muvafık oluyor. Evet ibadet iki kısımdır: Bir kısmı müsbet, diğeri menfî. Menfî kısmı ise, hastalıklar ve musibetlerle musibetzede za’fını ve aczini hissedip Rabb-ı Rahîmine ilticakârane teveccüh edip, onu düşünüp, ona yalvarıp hâlis bir ubudiyet yapar.” Demek sıcak dua ettirmek ve samimi yalvartmak için bize bu musibet verilmiş. Yoksa dertsiz dua, soğuk olur, musibetzede kardeşim.

Allah insana taşıyamayacağı yükü yüklemez. Allah bize yetecek kadar sabır vermiş. Biz ise bu sabrımızı geçmişe ve geleceğe sarfederek o ana yetecek sabrı tüketiyoruz. Bakın bu hususta Üstad ne diyor:

“Cenab-ı Hakk’ın insana verdiği sabır kuvvetini evham yolunda dağıtmazsa, her musibete karşı kâfi gelebilir. Fakat vehmin tahakkümüyle ve insanın gafletiyle ve fâni hayatı bâki tevehhüm etmesiyle sabır kuvvetini mazi ve müstakbele dağıtıp hâl-i hazırdaki musibete karşı sabrı kâfi gelmez, şekvaya başlar.” Demek Allah’dan sabrı, yerinde ve israfsız kullanmayı da istemeliyiz.

Yarabbi, hastalarımıza şifa, dertlilerimize deva, borçlularımıza eda, hepimize sabr-ı cemil nasib-i müyesser eyle, hizmet-i imaniyede istihdam ederek, ihlas ile yaşat, iman ile canımızı al. Âmin.
Başına türlü türlü belâlar geliyor, bunların elemini sana hafif gösteren, senin kuvvetli imanındır.

Mâdem ki bunları Allâh veriyor, öyle ise senin üzülmemen gerekir. Çünkü başına gelen belâlar Allâh’dan geliyor. Seni güldüren ve evvelce sayamıyacağın derecede lütûflarda bulunan O idi. Bu gün belâlar verip de ağlatan yine O’dur.

Binâenaleyh üzülmemen lâzımdır. Sabredip, neticeyi beklemek gerekir. Muhakkak ki, bu olan senin iyiliğinedir, bunu şu anda biz bilemeyiz. Fakat, bu belânın Allâh’dan geldiğini bilmekliğin, sabretmekliğin, en büyük belâyı sana hafifleştirir.

Âyet- i Kerimeler ne diyor: “Çok hoşlandığınız şeylerden başka, hoşlanmadığınız şeyler de vardır. İşte bunlarda da bir iyilik vardır.” “Sizin hayır gördüğünüz şeylerin ardında şer’; şer gördüğünüz şeylerin ardında da hayır takılıdır. Takdîr’i Allâh’a bırakın”

Dekkâk Hazretleri (200 tarihinin büyük velisi) uyuza tutulmuş, üzülüyormuş. Hamama gitmiş ve içinden bir mâna gelmiş: “Bu uyuz kimden geldi? Allâh’dan.” Öyle ise bu benim dostumdandır” deyip, hem kaşınmış, hem de öpmüş. Hamamdan çıkınca, uyuzun geçtiğini görmüş. Dekkâk Hazretleri der ki: “- Hastalıklar ve belâlar tevhidi korur.” Yâni, belâlar tevhidin muhafazasına memurdur. Yine Dekkâk Hazretleri der ki:

“Kudret ve kader makasları etini paramparça etse, senin yine şükredip o işin ardında Allâh’ı görmen ve O’ndan olduğunu bilmen lâzımdır.”

Ebu Hureyre (R.A.) naklediyor:

“Biz Resûlullâh’dan işittik, O; mü’mine bir gam, keder ve musibet gelmesi, onun günâhlarının temizlenmesi içindir .”

Yine Hz. Ayşe (R.anhâ) Validemizden naklen bir hadisde:

“- Bir mü’mine bir diken batınca, duyduğu ezâya mukâbil Allâh sevâp yazar.”

Bir başka Hadis-i Şerifde de: “- Allâh bir kuluna hayır murâd edince, ona musîbet verir.” buyurulmuştur.

Tâbi’înden biri, bir arkadaşıyla Basra’yı gezerken bir mağaraya gelmişler. Burada yaralarından cerâhât akan bir adam görüyorlar. Bunlardan biri hasta adama: “Seni burada kimse görmüyor, Basra’ya git ki hekimlere görünüp iyileşirsin” diyor.

Bu sözü işiten hasta adam da: “Yâ Rabbî! Hangi günâh işledim ki, bu adamları buraya gönderdin, tövbeler olsun” diyor.

Paylaşan: Abdülkadir Haktanır