Dertlerimizi bilmen devan karşısında yaralarımızı çaresiz bıraktı

Kalp, insanların yaralarını iyi etmek için gereken devayı, ancak kendileri balta ile yaralandıkları zaman veren şifalı ağaçlar gibidir.” Chateaubriand, Atala/Rene’den.

Bencileyin ‘doktor’ ile ‘mürşid’ arasındaki en büyük fark şudur: Birincisi derdi tatmadan da tedaviyi başarabilir. Fakat ikincisi bunda muvaffak olamaz. Tatması lazımdır. Söndürüşü yanmasına bağlıdır. Empatisi acıları seviyesindedir. Sadakası ihtiyacı nisbetindedir. Konuştuğu kalptir çünkü. Meselesi insandır. Fakat ruhuyla insandır. Bedeniyle değil. Ve herkes de bilir ki, külün ‘söndürücülüğü’ evvelden ‘yanmışlığı’ kadardır. Tutuşacak birşeyi kalmayanlar ancak yangınları söndürebilirler. Daha yanacak parçaları varken ateşin üzerine atılanlar, engel değil, destek olurlar.

Orwell, Kitaplar ve Sigaralar’da çocukluğunu anlatırken çok ilginç bir tesbitte bulunuyor. Diyor ki: “Çocuklar, yalnızca anılarımız ya da tahminlerimiz aracılığıyla içine girebileceğimiz, bize yabancı olan bir sualtı dünyasında yaşar. Başlıca ipucumuz, bizim de bir zamanlar çocuk olduğumuz gerçeği; ancak çoğu insan kendi çocukluklarındaki ortamı neredeyse bütünüyle unutuyor gibi gözüküyor…

Orwell’a hak veriyorum. Biz büyükler, çocukları, ancak kendi çocukluğumuzla anlayabiliriz. Onlara uzanabileceğimiz kollarımız hatıralarımızdır. Empati ancak hatıralarla sağlanır. Konulacak yeri bilmeyen, yani ‘o hal nasıl birşeydir’ bilmeyen, kendisini başkasının yerine koyamaz. Hüznünü/neşesini tanıyamaz.

Eğer kendi çocukluğumuzu unutursak çocuklarla diyalog kurabileceğimiz bir dilimiz de kalmaz. Dilsizleşiriz. Kelimeler dil değildir çünkü. Telaffuz dil değildir. Dil manadır. Dil sözcüklerin dünyamızda bulduğu karşılıktır. Dilin özü ‘nakledilene’ değil ‘anlaşılana’ bakar. Doğrunun/eğrinin bir çocuk zihninde nasıl karşılık bulduğunu idrak edemeyenler onlarla konuşamazlar. İsterse aynı dili konuşsunlar.

Fakat ben Orwell’ın bu analizini sadece çocuklara münhasır görmüyorum. İnsanların birbirlerini anlaması da böylesi anılar vasıtasıyla oluyor. Yaşanmışlıklar, tatmışlıklar, görmüşlükler, hissetmişlikler bizi birbirimize de aşina kılan şeyler. “Damdan düşenin halini damdan düşen anlar…” kabilinden, insanlar da en çok birbirlerini yaralarından tanıyorlar. Hatta iddiam şu: Bizi kardeş yapan sevinçlerimizden çok ‘aynı yaralara sahip olmamız’dır. Dokunulduğunda canımız yanarsa dokunulduğunda canı yandığını biliriz. Hem canı en çok ‘yanmasından’ biliriz.

Yara nedir? Yara derttir. Yara musibettir. Yara çiziktir. Yara ayrılıktır. Ruhta kalan izdir yara, dizde kalan değil. Ve yine hadis-i şerifin ifadesiyle insanlardan en çok musibete uğrayan peygamberlerdir. Çünkü bulundukları makam-ı irşad, daha çok insanı anlayabilmeleri için, daha çok yaraya gereksinim duyar. Mürşid de, mürşidimin ifadesiyle; Belki herkesten evvel sana verildi; çünkü herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi… diyebilen insandır zaten.

Yaralarının farkındadır. Yaraları duası olur. Duasına edilen iltifat diğer yaralılara da deva olur. Deva arayanlar ışığı görmüş pervaneler gibi etrafında dönmeye başlarlar. Yarası olmayan deva bulamaz. Yarası olmayana hiçkimse deva sunamaz: ‘hem müşterileri aramak değil, belki müşteriler hakikî ihtiyacını hissedip ve yarasının tedavisi için Risale-i Nur’u aramasının lüzumu… veya Hem Risale-i Nur yalvarmaz; onlar yalvarmalı ve aramalı. veya Ben başkaları için kitap yazmamışım. Kendim için yazmışım. Kur’ân’dan bulduğum bu devâlarımı arzu edenler okuyabilir… gibi ifadeler hep aynı şarkıyı söyler bize: Deva isteyende yara şarttır.

Birisinin ‘içimizden biri’ olması, bizim yaralarımıza/yoksunluklarımıza benzer yaralara/yoksunluklara sahip olmasıdır aslında. Mahrumiyetlerimizi tadan bize daha yakındır. Yara kardeşliği bir kıdemdir. Sevinçten gelen kardeşlikte böylesi bir kıdem yoktur. Eskiden, pek rağbet gören bir reklam sloganı vardı, hatırlarsınız: “O, içinizden biri!” Siyasetçiler veya sanatçılar çok kullanırdı böyle sloganları. (Hâlâ da benzerlerini kullanıyorlar.) Cümle yalanlarının içinde farkettikleri hakikat şuydu bence: İnsan, kendinden hissettiğine ancak, tâbi ve taraf olur. Kendinden olana kapılır. Kur’an da buyurmuyor mu o güzeller güzeli aleyhissalatuvesselam hakkında: Size kendi içinizden öyle bir peygamber geldi ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona ağır gelir. O size çok düşkün, mü’minlere çok şefkatli, çok merhametlidir.

Doğmadan babasını, küçükken annesini ve dedesini, büyükken evlatlarını/eşini/amcasını; tebliğe başlayınca da neredeyse bütün kavmini kaybeden; boykotun, fakirliğin, Taif’te taşlanmanın şahidi; göçün, iftiranın, cihadın eleklerinden geçmiş, feleğin imtihanlarını aşmış ve nübüvveti boyunca müminlere her çilelerinde kardeş ve önder olan Aleyhissalatuvesselam; elbette bir sıkıntıya uğrasak bize en çok sen üzülürdün, çünkü sen yara nedir bilirdin. Gam denilen şeyi tatmıştın. Elem denilen şeyi duymuştun. Acıya aşinaydın. Gözün yaşarmıştı. Kalbin hüzünlenmişti. Sen içimizden biriydin. Dertlerimizi bilmen devan karşısında yaralarımızı çaresiz bıraktı. Balındır şu kovanındaki arıların akıllarını başlarından alan. Sancındır, ey sancısı bile güzel, seni en çok bizden kılan. Üzerimizden şefaat elini ayırma. Âmin.

Ahmet AY – risalehaber.com

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: