Dinleyin! Dünya Konuşuyor!

Gökyüzündeki cisimler içinde dünya; insanların, hayvanların, bitkilerin ve ağaçların yaşaması için seçilmiş bir gezegendir. Bu açıdan önemi büyüktür. Her insan bu dünya ile ilgili olduğu kadar evrenle de ilgilenir. Bilim adamlarının evrene bakış açıları ile halkın ilgi alanı farklıdır.

Dünyaya bakıp incelediğimizde; o, aşka kapılmış Mevlevi gibi dönerken adeta bize bir şeyler mi söylemek istiyor? Kalp gözünü açıp onun derinlerden fısıldadığı gerçeklere tek tek bir bakalım!

Kur’an da evrenden bahseder. Onun gayesi; evrenin yaratıcısının kim olduğunu tüm insanlara bildirmek, o yüce yaratıcının işlerini ve özelliklerini yani sıfat ve isimlerinin evrendeki cilvelerini anlatmaktır. Muhatabı bütün insanlardır, tüm halktır. Özellikle de halk tabakasıdır. Onların anlayabileceği örneklerle bir anlatım tarzını seçmiştir.

Kur’an; evrendeki kusursuz intizama dikkat çekerek bunların ancak tek bir yaratıcı tarafından planlanıp gücüyle yapıldığını anlatır. Ama o bilim adamlarıyla da konuşur, bu kadar mükemmel bir evrenin sahibinin kim olduğunu bulmalarını bekler onlardan. Her asırda yeniden, daha önce hiç düşünülmemiş ve söylenmemiş şeyleri anlatabilir onlara. Bütün insanlara alim olsun avam olsun hitap eder. Kimine büyük harflerle yazılmış yazılar gibi, kimine şifreli yazılarla anlatır ayetlerini. Ama her bir kesimden beklentileri farklıdır. Bilgi ve yeteneklerine göre görev farklılıkları vardır insanlar arasında.

İşte bediüzzaman da Kur’an’ı örnek alarak güneş, ay, yıldızlar ve dünyaya bakarak onları konuşturur. Onların hep bir ağızdan ’’ Bizim her birimizin tek tek ve bütün olarak sahibi, birdir ve tekdir. O, kimseye muhtaç değildir. Bizim yaratıcımız, sanatkârımız ancak O’ dur ’’ dediklerini her kesin de duymasını ister.

* …Hâlık-ı Rahîm ve Rezzâk-ı Kerîm ve Sâni-i Hakîm şu dünyayı âlem-i ervâh ve ruhâniyât için bir bayram, bir şehrâyin sûretinde yapıp, bütün esmâsının garâib-i nukuşuyla süslendirip, küçük büyük, ulvî süflî herbir ruha ona münâsip ve o bayramdaki ayrı ayrı hesabsız mehâsin ve in’âmâttan istifade etmeye muvâfık ve havâs ile mücehhez bir cesed giydirir, bir vücud-u cismânî verir, bir defa o temâşâgâha gönderir.
Hem, zaman ve mekân cihetiyle pek geniş olan o bayramı asırlara, senelere, mevsimlere hattâ günlere, kıtalara taksim ederek, herbir asrı, herbir seneyi, herbir mevsimi, hattâ bir cihette herbir günü, herbir kıtayı, birer tâife, ruhlu mahlûkatına ve nebâtî masnuâtına birer resm-i geçit tarzında bir ulvî bayram yapmıştır.
Ve bilhassa rûy-i zemin, hususan bahar ve yaz zamanında masnuât-ı sağîrenin tâifelerine öyle şâşaalı ve birbiri arkasında bayramlardır ki, tabakât-ı âliyede olan ruhâniyâtı ve melâikeleri ve sekene-i semâvâtı seyre celb edecek bir câzibedarlık görünüyor; ve ehl-i tefekkür için öyle şirin bir mütâlâagâh oluyor ki, akıl tarifinden âcizdir.(SÖZLER,17.Söz)

*…küre-i arz lisan-ı hâliyle diyor ki: “Gökte, fezada, havada ne geziyorsun? Gel, ben sana aradığını tanıttıracağım. Gördüğüm vazifelerime bak ve sahifelerimi oku.” O da bakar, görür ki:

Arz, meczup bir Mevlevî gibi iki hareketiyle günlerin, senelerin, mevsimlerin husulüne medar olan bir daireyi, haşr-i âzamın meydanı etrafında çiziyor. Ve zîhayatın yüz bin envâını bütün erzak ve levazımatlarıyla içine alıp feza denizinde kemâl-i muvazene ve nizamla gezdiren ve güneş etrafında seyahat eden muhteşem ve musahhar bir sefine-i Rabbâniyedir.

Sonra sahifelerine bakar, görür ki: Bablarındaki herbir sahifesi, binler âyâtıyla arzın Rabbini tanıttırıyor. Umumunu okumak için vakit bulamadığından, yalnız birtek sahife olan zîhayatın bahar faslında icad ve idaresine bakar, müşahede eder ki:

Yüz bin envaın hadsiz efradlarının suretleri, basit bir maddeden gayet muntazam açılıyor ve gayet rahîmâne terbiye ediliyor ve gayet mu’cizâne bir kısmının tohumlarına kanatçıklar verip, onları uçurmak suretiyle neşrettiriliyor.

Ve gayet müdebbirâne idare olunuyor ve gayet müşfikâne iaşe ve it’am ediliyor ve gayet rahîmâne ve rezzâkâne hadsiz ve çeşit çeşit ve lezzetli ve tatlı rızıkları, hiçten ve kuru topraktan ve birbirinin misli ve farkları pek az ve kemik gibi köklerden, çekirdeklerden, su katrelerinden yetiştiriliyor.

Her bahara, bir vagon gibi, hazine-i gaybdan yüz bin nevi et’ime ve levazımat, kemâl-i intizamla yüklenip zîhayata gönderiliyor.

Ve bilhassa o erzak paketleri içinde yavrulara gönderilen süt konserveleri ve validelerinin şefkatli sinelerinde asılan şekerli süt tulumbacıklarını göndermek, o kadar şefkat ve merhamet ve hikmet içinde görünüyor ki, bilbedahe bir Rahmân-ı Rahîmin gayet müşfikane ve mürebbiyâne bir cilve-i rahmeti ve ihsanı olduğunu ispat eder. (ŞUALAR, Ayet-ül Kübra)

*…bu seyyâremiz bir azamet-i şevket-i Rubûbiyeti ve haşmet-i saltanat-ı Ulûhiyeti ve kemâl-i rahmeti ve hikmeti gösterir bir sûrette, güneşin etrafında emr-i Rabbânî ile, Üçüncü Mektubda beyân edildiği gibi, pek büyük bir hizmet için, bir uzun seyr ü seyahat ona ettiriliyor. Bir sefine-i Rabbâniye olarak, acâib-i masnuât-ı İlâhiye ile doldurulmuş ve zîşuur ibâdullaha seyrangâh gibi bir mesken-i seyyar vaziyeti verilmiş. Ve evkât ve hesâbı bildirecek saat akrebi gibi, kamer dahi dakîk hesablarla azîm hikmetlerle ona takılmış; ve o kamere, başka menzillerde, ayrı seyr ü seyahat verilmiş.

İşte bu mübârek seyyâremizin şu halleri, küre-i arz kuvvetinde bir şehâdetle, bir Kadîr-i Mutlakın vücûb-u vücudunu ve vahdetini ispat eder. Mâdem şu seyyâremiz böyledir; Manzume-i Şemsiyeyi ona kıyas edebilirsin.  (SÖZLER, 33. Söz, 21. Pencere)

* küre-i arz Delv burcundan koşup Hûttaki tedellî eden kanunu tutup, şecere-i hilkatin bir dalıyla semere gibi asıldı. Veyahut kuş gibi kondu. Sonra tayyar olan yer, yuvasını burc-u Sevr üstünde yapmış demektir.(MUHAKEMAT)

         Dünya; diğer gezegenlerden farklı olarak bir bölümü denizler, bunlara akıp gelen bir sürü nehirler ile karalardan ve dağlardan meydana gelmiştir. Denizler, büyük nehirler, dağlar, madenler ve dağlardan çıkan kaynak suları; faaliyet ve halleriyle kendi özel dilleriyle, bizlere acaba neler anlatmaktadır?

İnsana düşen dünya üzerindeki bu varlıkların dillerini çözmek ve sanki kulağımıza fısıldadıkları sözleri kalbimizin ta derinlerinliklerinde duymaktır. Aklını gözüne indirir bakarsan, bunları göremezsin ama aklının ve vicdanının gözüyle bakarsan görür, kulağıyla da işitebilirsin.

*…denizlerin ve büyük nehirlerin cezbekârâne cûş u huruşla zikirlerini ve hazin ve leziz seslerini işitir. Lisan-ı hal ve lisan-ı kâl ile “Bize de bak, bizi de oku” derler. O da bakar, görür ki:Hayattârâne mütemâdiyen çalkalanan ve dağılmak ve dökülmek ve istilâ etmek fıtratında olan denizler, arzı kuşatıp, arz ile beraber gayet sür’atli bir surette bir senede yirmi beş bin senelik bir dairede koşturulduğu halde, ne dağılırlar, ne dökülürler ve ne de komşularındaki toprağa tecavüz ederler. Demek gayet kudretli ve azametli bir Zâtın emriyle ve kuvvetiyle dururlar, gezerler, muhafaza olurlar.

Sonra denizlerin içlerine bakar, görür ki: Gayet güzel ve ziynetli ve muntazam cevherlerinden başka, binlerce çeşit hayvanatın iaşe ve idareleri ve tevellüdat ve vefiyatları o kadar muntazamdır; basit bir kum ve acı bir sudan verilen erzakları ve tayinatları o kadar mükemmeldir ki, bilbedahe bir Kadîr-i Zülcelâlin, bir Rahîm-i Zülcemâlin idare ve iaşesiyle olduğunu ispat eder.
Sonra o misafir, nehirlere bakar, görür ki: Menfaatleri ve vazifeleri ve varidat ve sarfiyatları o kadar hakîmâne ve rahîmânedir; bilbedahe ispat eder ki, bütün ırmaklar, pınarlar, çaylar, büyük nehirler, bir Rahmân-ı Zülcelâli ve’l-İkramın hazine-i rahmetinden çıkıyorlar ve akıyorlar. Hattâ o kadar fevkalâde iddihar ve sarf ediliyorlar ki, “Dört nehir Cennetten geliyorlar” diye rivâyet edilmiş. Yani, zâhirî esbabın pek fevkinde olduklarından, mânevî bir cennetin hazinesinden ve yalnız gaybî ve tükenmez bir menbaın feyzinden akıyorlar demektir. Meselâ, Mısır’ın kumistanını bir cennete çeviren Nil-i mübarek, cenup tarafından, Cebel-i Kamer denilen bir dağdan, mütemadiyen küçük bir deniz gibi tükenmeden akıyor. Altı aydaki sarfiyatı dağ şeklinde toplansa ve buzlansa, o dağdan daha büyük olur. Halbuki o dağdan ona ayrılan yer ve mahzen, altı kısımdan bir kısım olmaz. Varidatı ise, o mıntıka-i hârrede pek az gelen ve susamış toprak çabuk yuttuğu için mahzene az giden yağmur, elbette o muvazene-i vâsiayı muhafaza edemediğinden, o Nil-i mübarek âdet-i arziye fevkinde bir gaybî cennetten çıkıyor diye rivayeti gayet manidar ve güzel bir hakikati ifade ediyor.

İşte, deniz ve nehirlerin denizler gibi hakikatlerinin ve şehadetlerinin binden birisini gördü. Ve umumu bil’icmâ denizlerin büyüklüğü nisbetinde bir kuvvetle Lâ ilâhe illâ Hû der ve bu şehadete denizler mahlûkatı adedince şahitler gösterir diye anladı. (ŞUALAR, Ayet-ül Kübra)

*Dağların küllî vazifeleri ve umumî hizmetleri o kadar azametli ve hikmetlidirler; akılları hayret içinde bırakır. Meselâ, dağların zeminden emr-i Rabbânî ile çıkmaları ve zeminin içinde, inkılâbat-ı dahiliyeden neş’et eden heyecanını ve gazabını ve hiddetini, çıkmalarıyla teskin ederek, zemin o dağların fışkırmasıyla ve menfeziyle teneffüs edip, zararlı olan sarsıntılardan ve zelzele-i muzırradan kurtulup, vazife-i devriyesinde sekenesinin istirahatlerini bozmuyor.

Demek, nasıl ki sefineleri sarsıntıdan vikaye ve muvazenelerini muhafaza için onların direkleri üstünde kurulmuş; öyle de, dağlar, zemin sefinesine bu mânâda hazineli direkler olduklarını, Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan, “Dağları direk (yapmadık mı?)” (Nebe’ Sûresi: 78:7) gibi çok âyetlerle ferman ediyor.

Hem meselâ dağların içinde zîhayata lâzım olan her nevi menbalar, sular, madenler, maddeler, ilâçlar o kadar hakîmâne ve müdebbirâne ve kerîmâne ve ihtiyatkârâne iddihar ve ihzar ve istif edilmiş ki, bilbedahe, kudreti nihayetsiz bir Kadîrin ve hikmeti nihayetsiz bir Hakîmın hazineleri ve ambarları ve hizmetkârları olduklarını ispat ederler diye anlar.

Ve sahra ve dağların dağ kadar vazife ve hikmetlerinden bu iki cevhere sairlerini kıyas edip, dağların ve sahranın umum hikmetleriyle, hususan ihtiyatî iddiharlar cihetiyle getirdikleri şehadeti ve söyledikleri Lâ ilâhe illâ Hû tevhidini, dağlar kuvvetinde ve sebatında ve sahralar genişliğinde ve büyüklüğünde görür, “âmentü Billâh” der. (ŞUALAR, Ayet-ül Kübra)

* “Şu kâinatın eczâları dakîk, ulvî bir nizam ile birbirine bağlanmış; hafî, nâzik, latîf bir râbıta ile tutunmuş ve o derece bir intizam içindedir ki, eğer ecrâm-ı ulviyeden tek bir cirm, kün emrine veya “Mihverinden çık” hitâbına mazhar olunca, şu dünya sekerâta başlar. Yıldızlar çarpışacak, ecrâmlar dalgalanacak; nihayetsiz fezâ-i âlemde, milyonlar gülleleri, küreler gibi büyük topların müthiş sadâları gibi vâveylâya başlar. Birbirine çarpışarak kıvılcımlar saçarak, dağlar uçarak, denizler yanarak, yeryüzü düzlenecek (SÖZLER,29.Söz)

         Yeryüzünü kaplayan bütün ağaçlar, bitkiler ve çiçekler de konuşur, “Gel, dairemizde de gez, bizim de yazılarımızı da oku” derler.

*Bütün eşcar ve nebatatın envâları, bil’icmâ, beraber; Lâ ilâhe illâ Hû diyorlar gibi lisan-ı hallerinden anladı. Çünkü bütün meyvedar ağaç ve nebatlar; mîzanlı ve fesahatli yapraklarının dilleriyle ve süslü cezaletli çiçeklerinin sözleriyle ve intizamlı ve belâgatli meyvelerinin kelimeleriyle beraber, müsebbihâne şehadet getirdiklerine ve Lâ ilâhe illâ Hû dediklerine delâlet ve şehadet eden üç büyük küllî hakikati gördü.

Birincisi: Pek zâhir bir surette kastî bir in’am ve ikram

İkincisi: Tesadüfe havalesi hiçbir cihet-i imkânı olmayan kastî ve hakîmâne bir temyiz ve tefrik, ihtiyarî ve rahîmâne bir tezyin ve tasvir mânâsı ve hakikati, o hadsiz envâ ve efratta gündüz gibi âşikâre görünüyor ve bir Sâni-i Hakîmin eserleri ve nakışları olduklarını gösterir.

Üçüncüsü: O hadsiz masnuatın yüz bin çeşit ve ayrı ayrı tarz ve şekilde olan suretleri, gayet muntazam, mizanlı, ziynetli olarak, mahdut ve mâdud ve birbirinin misli ve basit ve câmid ve birbirinin aynı veya az farklı ve karışık olan çekirdeklerden, habbeciklerden o iki yüz bin nevilerin farikalı ve intizamlı, ayrı ayrı, muvazeneli, hayattar, hikmetli, yanlışsız, hatâsız bir vaziyette umum efradının sûretlerinin fethi ve açılışı ise öyle bir hakikattir ki, güneşten daha parlaktır ve baharın çiçekleri ve meyveleri ve yaprakları ve mevcudatı sayısınca o hakikatı ispat eden şahitler var diye bildi.

“Elhamdû lillâhi alâ nimeti’l-îman” dedi. (ŞUALAR, Ayet-ül Kübra)

         Dünya üzerinde yaşayan binlerce tür, cins hayvanın her biri kendisine özel diliyle ve sergiledikleri farklı davranış ve hallerin lisanıyla bizlerle konuşuyor. Onlar bize ne söylüyor? Acaba onları duyabiliyor muyuz?

*Bütün hayvanat ve kuşların bütün nevileri ve taifeleri ve milletleri, bil’ittifak, lisan-ı kâl ve lisan-ı halleriyle Lâ ilâhe illâ Hû deyip, zemin yüzünü bir zikirhane ve muazzam bir meclis-i tehlil suretine çevirmişler; herbiri bizzat birer kaside-i Rabbânî, birer kelime-i Sübhânî ve mânidar birer harf-i Rahmânî hükmünde Sânilerini tavsif edip hamd ü senâ ediyorlar vaziyetinde gördü. Güya o hayvanların ve kuşların duyguları ve kuvâları ve cihazları ve âzâları ve âletleri, manzum ve mevzun kelimelerdir ve muntazam ve mükemmel sözlerdir.

Onlar, bunlarla Hallâk ve Rezzaklarına şükür ve vahdâniyetine şehadet getirdiklerine kat’î delâlet eden üç muazzam ve muhit hakikatleri müşahede etti.

Birincisi: Hiçbir cihetle serseri tesadüfe ve kör kuvvete ve şuursuz tabiata havalesi mümkün olmayan, hiçten hakîmâne icad ve san’atperverâne ibdâ ve ihtiyarkârâne ve alîmâne halk ve inşa ve yirmi cihetle ilim ve hikmet ve iradenin cilvesini gösteren ruhlandırmak ve ihyâ etmek hakikatidir ki, zîruhlar adedince şahitleri bulunan bir bürhan-ı bâhir olarak, Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun vücub-u vücuduna ve sıfât-ı seb’asına ve vahdetine şehadet eder.

İkincisi: O hadsiz masnularda birbirinden simaca farikalı ve şekilce ziynetli ve miktarca mizanlı ve suretçe intizamlı bir tarzdaki temyizden, tezyinden, tasvirden öyle azametli ve kuvvetli bir hakikat görünür ki, Kâdir-i Külli Şey ve âlim-i Külli Şeyden başka hiçbir şey, bu her cihetle binlerle harikaları ve hikmetleri gösteren ihatalı fiile sahip olamaz ve hiçbir imkân ve ihtimali yok.
Üçüncüsü: Birbirinin misli ve aynı veya az farklı ve birbirine benzeyen mahsur ve mahdud yumurtalardan ve yumurtacıklardan ve nufte denilen su katrelerinden o hadsiz hayvanların yüz binler çeşit tarzlarda ve birer mucize-i hikmet mâhiyetinde bulunan suretlerini, gayet muntazam ve muvazeneli ve hatasız bir hey’ette açmak ve fethetmek öyle parlak bir hakikattır ki, hayvanlar adedince senetler, deliller o hakikati tenvir eder.
İşte bu üç hakikatin ittifakıyla, hayvanların bütün envâı, beraber öyle bir Lâ ilâhe illâ Hû deyip şehadet getiriyorlar ki, güya zemin, büyük bir insan gibi, büyüklüğü nisbetinde Lâ ilâhe illâ Hû diyerek semavat ehline işittiriyor mahiyetinde gördü ve tam ders aldı. (ŞUALAR,7.Şua )

 

* Sâni-i Hakîmi, kâinatın mecmuunu, hadsiz nağmelerin envâıyla sadâ veren ve ses verip tesbih eden ve zikredip konuşan bir musiki-i İlâhiye ve bir fabrika-i acibe yapmakla beraber; kâinatın herbir nevini, herbir âlemini ayrı bir san’atla ve ayrı san’at mucizeleriyle göstererek (LEMALAR,30.Lema)

Dünyanın semasındaki bulutların hareketleri bile sebepsiz değildir, onlar da her şeye gücü yeten bir Allah’ın emriyle hareket ederler.

*Kadîr-i Külli Şey, bir dakikada, bulutlarla dolmuş cevv-i havayı süpürüp temizleyerek semânın berrak yüzünde ziyadar güneşi gösterdiği gibi (LEMALAR,16.Lema)

Dünyada meydana gelen depremler, tufanlar, volkanik patlamaların hiç biri sebepsiz ve yaratıcıdan bağımsız değildir.

*Zelzele na’raları, hâdisât sayhaları sizi hiç korkutmasın, vesvese de vermesin. Zîrâ onlar içinde bir zemzeme-i ezkâr, bir demdeme-i tesbih, velvele-i naz ü niyaz.

“Sizi bize gönderen o Zât-ı Zülcelâl, ellerinde tutmuştur bunların dizginlerini.” İmân gözü okuyor yüzlerinde âyet-i rahmet, herbiri birer âvâz. (SÖZLER, Lemaat)

Havadaki sinek vızıltıları, kuşların cıvıldaşmaları, yağmurun nağmeleri, denizlerin haykırışları, gökgürlemelerindeki parlamalar ve taşlardan gelen seslerin hepsi anlamlı bir şekilde okşar.

Havanın nağmeleri, gökgürültüsünün haykırışları, dalgaların nağmeleri büyük bir zikrin halkalarıdır. Yağmurun sesi, kuşların melodik sesleri, bir rahmetin zikri gibidir. Onlar hakikata götüren birer yoldur .

*Dinle, havadaki demdeme, kuşlardaki civcive, yağmurdaki zemzeme, denizdeki gamgama, ra’dlardaki rakraka, taşlardaki tıktıka birer mânidar nevâz.

Terennümât-ı hava, naarât-ı ra’dıye, nağamât-ı emvâc, birer zikr-i azamet. Yağmurun hezecâtı, kuşların seceâtı birer tesbih-i rahmet, hakikate bir mecâz.

Eşyada olan asvât, birer savt-ı vücuddur; “Ben de varım” derler. O kâinat-ı sâkit, birden söze başlıyor: “Bizi câmid zannetme, ey insan-ı boşboğaz!”

Tuyûrları söylettirir ya bir lezzet-i nimet, ya bir nüzûl-ü rahmet. Ayrı ayrı seslerle, küçük âğâzlarıyla rahmeti alkışlarlar. Nimet üstünde iner, şükür ile eder pervâz.(SÖZLER,lemaat)

Dr.Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.org

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: