Doğal Âfetlerin İki Yüzü

Felâketler, Âlemlerin Rabbini tanımak ve Ona yönelmek için olağan bir yol değildir. Ne var ki, Onu tanımak ve Ona yönelmek ihtiyacını da, insanların büyük bir kısmı, günlük hayatın akışı içinde pek fazla hissedemiyor. Fakat bu dünya hayatına o kadar bel bağlamanın doğru olmadığı gerçeği ile yüz yüze kaldığı anda, insan, ister istemez, hayatın Sahibine yönelme ve Ona yalvarma ihtiyacını bütün benliğinde duymaya başlıyor. Fakat bu da Allah’ı rahmetinden önce azabıyla tanıma gibi bir durum ortaya çıkarıyor.

Eğer felâketlerin gelip geçmesinden sonra bu hal de gelip geçmeyecekse, yine de böyle bir “tanışmayı” hiç yoktan iyi karşılayabiliriz. Sonuç olarak, bu an, insanın hayatında bir dönüm noktası teşkil edebilir ve eski hatâların tamiri için bir zemin açılmış olur. Lâkin Allah’ı bize tanıtan bilgi kaynaklarımız sadece felâketler ve olumsuzluklarla sınırlı kalacak veya bu kaynaklar birinci planda yer alacaksa, bunun kul ile Rabbi arasında sağlıklı bir ilişkiye imkân vermesi hayli şüphelidir. Bu şartlar altında vücut bulan bir inanç, muhtemelen, cezalandırıcı yönü ağır basan bir Tanrı korkusunu sonuç verecektir. Böyle bir inanç ise, yaratılışın en esaslı ve kapsamlı gerçekleri olan rahmet ve muhabbet gibi kavramların sıcaklığını gönüllere pek az hissettirebilir.

Diğer yandan, kâinatın bütün hadiseleri gibi, âfetleri de Allah’a imandan bağımsız bir şekilde ele almak mümkün değildir. Âfetler, varlık âlemini kuşatan bir düzenin dışında cereyan eden birtakım aksaklıklar demek değildir; tam tersine, onlar da bu muhteşem düzenin bir parçasıdır. Onlar bazan gökten gelirler, bazan yerin derinliklerinden, bazan insanların eliyle, bazan da hiç umulmadık yerlerden. Bazan belli noktaları hedef alırlar, bazan ülkeleri haritadan siler ve içinde suçlu veya suçsuz kim varsa helâk ederler. Ancak bütün bunlar yerkabuğunun, denizin, atmosferin veya daha başka bir unsurun gelişigüzel hareketlerinden ortaya çıkan sonuçlar değildir. Güneşin doğuşu, yağmurun inişi, yeryüzünün her bahar yeniden dirilişi gibi, bütün bu hareketler de düzenli ve hikmetli şekilde cereyan ederler. Şu kadar var ki, bunlardaki düzeni ve hikmeti kavrayabilmek için, olaylara yeteri kadar geniş bir açıdan bakmak gerekir. Hattâ bu bakış açısını, önce “Onu tanımanın doğru yollarına” kadar genişletip ondan sonra felâketlere dönmek daha doğru olacaktır. Böylelikle, gözümüzün önünde olup bitenleri bu gözlerle kuşatamadığımız asıl ve büyük tablonun gerçek yerine yerleştirebilir ve olup bitenler hakkında ancak ondan sonra sağlıklı bir teşhiste bulunma imkânını elde edebiliriz. Yoksa, ya hoşlanmadığımız birtakım olayları Allah’ın ilim, irade ve kudret sıfatlarının sınırlarından dışarıya çıkarmak veya Onu ağırlıklı olarak cezalandırıcı yönüyle tanımak gibi iki yanlıştan birine düşme ihtimali vardır.

***

Bir Ağustos sabahı bütün Türkiye’yi ayağa kaldıran ve o günden bu yana iliklerimize kadar deprem korkusunu yerleştiren Gölcük depremi, resmî rakamlara göre, 18 binden fazla insanın ölümüne, 50 bine yakın insanın da yaralanmasına yol açmıştı. Depremde yıkılan ve ağır hasar gören konut ve işyeri sayısı 100 binin üzerindeydi.

Deprem sonrasında yaşanan yoğun tartışmalarda suçlamaların odak noktasına kaçak yapılaşma, standartlara aykırı olarak inşa edilen binalar ve malzemeden çalan müteahhitler yerleşti. Bu arada, yıkılan binalarla ilgili olarak çeşitli illerde 2 bine yakın dâvâ açıldı; ancak bu dâvâlardan, iki üç kişinin mahkûmiyetinden başka bir sonuç çıkmadı.

Gölcük depreminden dört yıl kadar önce Japonya’nın Kobe şehrini vuran büyük Hanşin depremi ise, nisbeten daha hafif bir depremdi. Depremle birlikte yaşamaya alışmış, yapıları sağlam ve halkı eğitimli bir ülkede meydana gelen bu deprem, 1,5 milyon nüfuslu şehri harabeye çevirdi ve 6200 kişinin canına mal oldu. Hükûmet, onca tecrübe ve imkânlarına rağmen, buraya ilk yardımlarını ancak iki gün sonra ulaştırabildi.

Yine Japonya’da, 2011 Mart’ında çok büyük bir depremin ardından meydana gelen tsunamide yüksekliği 37 metreye ulaşan dalgaların duvarları nasıl yıktığını, önüne gelen arabaları, uçakları, evleri kâğıttan maketler gibi önüne katıp nasıl sürüklediğini tekrar tekrar seyrettik. Bu felâket de, teknolojisi ve âfetlere hazırlıklı oluşuyla örnek gösterilen bir ülkede onca yıkımın yanı sıra 16 binden fazla kişinin ölümüne yol açmıştı.

İki zıt görüş mü?

Bu örneklere bir cihetten bakıldığında, âfetlerin de hayatın bir gerçeği olduğuna dikkat çekerek bu konuda hazırlıklı bulunmak gerektiğini söyleyenlere hak vermemek elde değildir. Çünkü bizde depremlerin yerle bir ettiği binalardan birçoğu tedbirsizlik yüzünden yıkılmaktadır.

Diğer taraftan bakıldığında ise, âfetlerin insanları her zaman en zayıf yerinden vurmadığı, hattâ bazan en güçlü yerinden vurduğu ve en güvenilen önlemleri boşa çıkardığı görülmektedir. Bu da, meselenin sadece âfete hazırlıklı bulunmaktan ibaret olmadığını gösteriyor.

Her ne kadar birbirine zıt görünürse görünsün, aslında, her iki bakış açısından görülen şey de doğrudur. Çünkü bunlar, aynı manzaranın değişik açılardan çekilen fotoğraflarıdır.

Bir bilim adamı yahut bir mühendis, hadisenin tabiat kanunları açısından fotoğrafını çeker. Ondan sorulacak soru, herhangi bir bölgenin hangi şiddette deprem üretme potansiyeline sahip olduğu, burada âfete dayanıklı binaların hangi şartları taşıması gerektiği gibi  sorulardır. Karadan, denizden veya havadan gelebilecek diğer felâketlerle ilgili olarak da her alanın uzmanından alınması beklenen bilgiler, bu istikametteki bilgilerdir.

Maneviyat sahasının uzmanları ise, daha başka kanunlar açısından manzarayı yorumlar. 14’üncü bölümde incelediğimiz bu kanunlar da “tabiat kanunları” denince akla gelen kanunlar kadar gerçek ve esaslı kanunlardır; ancak bunlar diğerlerinden farklı bir uzmanlık alanı teşkil eder.

Her iki alanın uzmanları, kendi alanları ile ilgili değerlendirmelerini yaptığı ve onlardan da kendi alanları ile ilgili fikirleri sorulduğu müddetçe, söylenen şeyler ne kadar farklı olursa olsun, bir problem olarak görülmemelidir. Problem, bunlardan herhangi biri kendi alanını aşarak diğerine ait sahada söz söylemeye başladığında ortaya çıkar.

Sağlıklı bilginin yolu

Bir ilâhiyatçı çıkıp da “Felâketlere karşı önceden tedbir almanın bir anlamı yoktur; gelecek olan başa gelir” diyecek olursa, hiç şüphesiz, kendi sahasının sınırlarını aşmış ve yetkisiz olduğu bir alanda fetvâ vermiş olur.

Bir bilim adamının, “Doğal âfetler İlâhî birer uyarı veya ceza olarak görülemezler” demesi de böyledir. O da, bu sözleriyle konunun manevî yönüne ait bir hüküm vermek suretiyle, kendi alanından dışarı çıkmış ve yetkisiz olduğu bir sahada konuşmuş olur. Veya, daha başka bir ifade ile, “kendi inancını” dile getirmiş olur ki, bu tamamen kendisini bağlayan bir ifadedir; “bilim adamı” ünvanı bu inanç ifadesine bir kuvvet katamaz.

İster madde, ister mânâ alanında olsun, sağlıklı bilginin peşinde olanlar, bu noktayı dikkatten hiçbir zaman uzak tutmamalıdırlar: Her konu kendi uzmanından sorulur. Her uzmanın sözü, kendi uzmanlık alanında bir değer ifade eder. Doğal âfetlerle ilgili hususlarda da doğru olan şey, her konuyu kendi uzmanına bırakmak ve bunların maddî yönünü bilim adamlarından, manevî yönünü de ilâhiyat uzmanlarından öğrenmektir.

Ümit Şimşek’in Akıl Fikir Yayınları arasında çıkan
Doğal Afetleri Doğru Okumak
adlı kitabından alınmıştır.

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: