Ene ve Zerre Penceresinden: Çocuklarda Özsaygı ve Özgüven

Hoşça bak zatına âlemin özüsün sen
Varlıkların gözbebeği olan âdemsin sen! 

Şeyh Galip

Muhakkak ki Allah, Âdem’i kendi suretinde yaratmıştır.”

(Müslim, Birr, 115)

Özgüven ve özsaygı (benlik saygısı) bir çocuğun hayatında mutlu, huzurlu ve başarılı olması için ihtiyacı olan çok önemli iki özelliktir. Ailede şartsız sevilen ve değer verilen bir çocuk “demek ben annem babam için önemliyim, değerliyim, sevilmeye layık bir çocuğum” diye düşünür, kendine olan güveni artar. Bu çocuğa: “Sen insan olarak Allah’ın en değerli sanatısın. Seni özenerek yaratmış. Düşünmen için akıl, görmen için göz, duyman için kulak, konuşman için dil, tutman için el, yürümen için ayak, sevmen için kalp vermiş” dediğinizde sizi anlar, Rabbine şükreder, özüne saygısı artar.

Özgüven ve özsaygı birbirini besleyen iki kişilik özelliğidir. Özgüven sanıldığı gibi kendini beğenme, kendini başkalarından üstün görme, gururlanma, büyüklenme, kendini kusursuz ve mükemmel görme, başkalarına tepeden bakma” değildir. Özüne güvenen ve özüne saygı duyan bir çocuk sorumluluk almaktan korkmaz. Başarılı olduğunda şımarmaz, gururlanmaz, üstünlük taslamaz. Başarısız olduğunda ümitsizliğe kapılmaz. Başarı kadar başarısızlıklar da hayatın bir gerçeğidir. Hataların da öğretici bir işlevi vardır. Bu açıdan baktığımızda: “Çocuklarda başarısızlık yoktur, öğrenme vardır” diyebiliriz.  Deneme-yanılma güçlü bir öğrenme aracıdır.

Özsaygı kişinin kendini doğru algılamasıdır. Yeterli olduğu ve eksik olduğu yönlerinin farkında olmasıdır. Kabiliyetlerini ve eksik yönlerini inkâr etmemesi, beklentilerinde gerçekçi olmasıdır. Kısacası; insanın kendisiyle barışık olması, kendini olduğu gibi kabul etmesidir.

Çocuğun Kişilik Gelişiminde Egosantrizm ve Egoizm

Çocuk, okul öncesi, 2-6 yaş arası dönemde benmerkezci (egosantrik) bir düşünce yapısına sahiptir. Dünyaya ve olaylara kendi açısından bakar. Kendisini dünyanın merkezinde görür, her şey onun için yaratılmıştır, anne baba ona hizmet etmek için vardır. Herkesin, hatta her şeyin, kendisi gibi düşündüğüne inanır. Benmerkezci düşünce yapısında çocuk başkalarının farklı düşünceleri ve duyguları olduğunu kavrayamaz. Başkalarının düşünceleri ve duyguları onun için önemli değildir. Konuşmalarında hep kendisinden bahseder.

Paylaşmayı bilmez. Oyuncağıyla bir başka çocuğun oynamasına izin vermez. Mülkiyete saygı duygusu gelişmemiştir. Kendi oyuncağını başka bir çocuğa vermediği gibi onun elindeki oyuncağa da sahip olmak ister. “Benim, benim” diye tutturur. Anne babanın yalnız kendisiyle ilgilenmesini ister, bu yüzden yeni doğan kardeşini kıskanır. O güne kadar kendisine ait olan anne sevgisini yeni gelenle paylaşmak istemez. Bir çocuğun üç kardeşi de olsa annesinden bahsederken “ benim annem” der; “bizim annemiz” demez.

Anne babanın kendisiyle ilgilendiğini, tehlikelere karşı koruduğunu, ihtiyaçlarını giderdiğini, onu sevdiğini görüp yaşadıkça kendisini değerli hissetmeye başlar, yaşama sevinci artar. Anne babaya güvendiği için gelecek kaygısı duymaz. Bu düşünce, dini bilgi ile beslediği zaman, ileri yaşlarda kolayca “Rabbine güvenme” şeklinde gelişecek; Allah’ın özellikle Rahman, Rahîm ve Rezzak isimlerinin kâinattaki yansımalarını (cilvelerini) müşahede edebilecektir.

Anne baba çocuğun sosyalleşmesi için, baskı yapmadan, her isteğine her zaman kavuşamayacağını, bazen sabretmesi gerektiğini; paylaşmanın, yardımlaşmanın, iş birliğinin, başkalarının düşüncelerine ve haklarına saygının önemini anlatmalı, kendi yaşantılarıyla örnek olmalıdır. Her isteğini yerine getirerek benmerkezciliğine yenik düşmemelidir. Çocuğun sosyalleşmesinde oyun ve arkadaşın önemi büyüktür. Sokaktan ve arkadaştan tecrit edilen, dört duvar arasında büyüyen çocuklar dış dünyaya uyum sağlamakta zorlanır.

Egosantrik düşüncenin animizm ve finalizm şeklinde iki tezahürü vardır. Çocuk canlı cansız ayırımı yapmaz, her şeyin canlı olduğunu ve onu anladığını düşünür. Tahta atıyla canlıymış gibi konuşur. Bu düşünce ileri yaşlarda atomdan güneş sistemine kadar yaratılan her şeyin Allah’ı tanıdığına ve O’nun emrine itaat ettiğine inanmasını kolaylaştırır. Finalist düşüncede çocuk her şeyin bir amaç için var olduğuna inanır. Anne baba çocuğun isteklerini yerine getirmek, güneş ısıtmak, ağaç meyve vermek için vardır diye düşünür. Finalist düşünme biçimi ileri yaşlarda Allah’ın hiçbir şeyi boşuna yaratmadığına dair inancın temelini oluşturur.

Üstat Beriüzzaman’ın “Ene ve Zerre” risalesindeki (otuzuncu söz)  izahlarından peygamber öğretisiyle desteklenmeyen, felsefe ile beslenen egosantrizmin zamanla egoizme (bencilliğe) dönüşeceğini anlıyoruz. Toplumumuzda bu tip insanlara çok sık rastlıyoruz. Bu insanların çoğu Allah’ın varlığını kabul ettikleri halde, gerçek Allah bilgisinden (marifetullahtan) yoksundur. Sahip oldukları sağlığa, zekâya, ilme, yeteneklere, makama, mal ve mülke kendi gayretleriyle, şu veya bu sebeplerle, sahip olduklarını iddia ederler. Allah’ın kendileri üzerindeki isim ve sıfatlarının cilvelerini (yansımalarını) göremezler.

Ailesi tarafından her isteği yerine getirilen, terbiye edilmeyen, sınır konmayan, sorumluluk yüklenmeyen, gerçek din bilgisinden mahrum büyüyen bir çocuğun Allah inancı da aldığı hatalı eğitimin etkisi altındadır. Fiziksel olarak büyüdüğü halde, zihinsel ve duygusal olarak çocuktur. Anne baba nasıl onun her isteğini yerine getirmek zorunda ise, Allah da onun her işini yoluna koyar ve yardım etmek zorundadır. Bilgisizliğinden ve beceriksizliğinden işleri ters gittiğinde önce Allah’ı sonra sırayla anne babayı, müdürü, patronu ve iş arkadaşlarını sorumlu tutar.

Ene ve Zerre Risalesi Açısından Özgüven ve Özsaygı

Üstat Bediüzzaman, otuzuncu sözün girişini şöyle yapıyor: “Otuzuncu söz, ene” ve “zerre”den ibaret bir “elif” bir “nokta”dır. Ene (benlik)  için “elif”, zerre (atom) için “nokta” tabirlerini bilerek kullanıyor ve yorumunu okuyucuya bırakıyor. Bildiğiniz gibi, elif alfabenin ilk harfidir, düz bir çizgidir ve çizgi noktaların bir araya gelmesiyle meydana gelir. Diğer harfler de çizgilerden oluştuğuna göre, bir anlamda elif diğer harflerin de temelidir. Elifin ebced hesabındaki değeri birdir. Bu anlamda Allah’ın birliğini temsil ediyor. Tasavvuf edebiyatında Allah ismi azamı yerine elif, Muhammed ismi yerine mim harfi sembol olarak kullanılmıştır.

Karacaoğlan

İncecikten bir kar yağar
Tozar Elif, Elif deyi
Deli gönül abdal olmuş
Gezer Elif, Elif deyi

Dizeleriyle başlayan şiirinde Allah ismi yerine onun remzi olan Elif’i kullanmıştır.

Tasavvufta şeyh sohbet meclisi dağılırken müritlerini uğurlamada kalpleri üzerine eliyle elif çizerek gönderir.

“Allah”, “hilal” ve “lale” kelimelerinin ebced değerleri eşit (66) olduğundan bu kelimeler gerektiğinde birbirlerinin yerine kullanılmıştır. Örneğin Bayrağımıza “Allah” lafzını aynen yazmak yerine, aynı sayı değerine sahip “Hilal”i koymak daha uygun görülmüştür. Özellikle Osmanlı Türkleri dinî konularda “Hilâl”i, askerî konularda ise “lale”yi sembol ve amblem olarak kullanmışlardır. Cami kubbelerine, minare alemlerine hilaller kondurmaları, saray ve kışla kubbelerini lale motifleri ile donatmaları hep aynı düşüncenin ürünüdür.

Elif, Allah ve Ahad isimlerinin ilk harfi olduğu gibi evvel, ahir, ezel ve ebed sıfatlarının da ilk harfidir.

Bildiğiniz gibi canlı cansız bütün varlıklar atomlardan meydana geliyor. Burada nokta atomu, elif de insanın maddi ve manevi yönünü temsil ediyor. İnsanın maddi yönü ile en küçük birimi hücredir. Hücrelerin bir araya gelmesiyle dokular, dokuların bir araya gelmesiyle organlar, organların bir araya gelmesiyle insan vücudu meydana gelmektedir. İnsan vücuduna hayat veren de ruhtur.

Üstat, “Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik. Hepsi onu yüklenmekten kaçındı ve ondan korktu. İnsan ise onu yüklendi.” (Ahzab 33/72) ayetini tefsir ederken emanetin bir anlamının “ene” olduğunu söylüyor. Emanetin bir anlamı Ene (benlik) ise, ene neyi temsil ediyor? Cüz-i irade dediğimiz “seçim yapma” iradesini temsil ediyor. İyi ile kötü arasında, hak ile batıl arasında, Rabbine itaat etme veya isyan etme arasında seçim yapmayı temsil ediyor. Yeryüzünde Rabbinin en değerli sanatı ve halifesi olduğunu kabul etmeyi ya da reddetmeyi temsil ediyor. Üstat: “Evet ene, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar âlem-i insaniyetin etrafına dal budak salan nurani bir şecere-i tûbâ (cennet ağacı) ile, müdhiş bir şecere-i zakkumun (cehennem ağacının) çekirdeğidir” ifadesi ile bu gerçeği dile getiriyor.

Rabbini tanıyan ve itaat eden eneyi (benliği), orijinal üslubuyla, şöyle tarif eder: “Ene, künuz-u mahfiye (gizli hazine) olan esma-i İlahiyenin (Allah’ın isimlerinin) anahtarı olduğu gibi, kâinatın tılsım-ı muğlakının (anlaşılması zor gizli sırrının) dahi anahtarı olarak bir muamma-yı müşkilküşadır (bilinmesi zor o sırrı açan), bir tılsım-ı hayretfezadır (hayret uyandıran bir sırdır). O ene mahiyetinin (içyüzünün-detayının) bilinmesiyle, o garib muamma, o acib tılsım olan ene açılır ve kâinat tılsımını (sırrını) ve âlem-i vücubun künuzunu (varlık âleminin hazinelerini) dahi açar.Cenab-ı Hak, emanet cihetiyle insana “ene” namında öyle bir miftah (anahtar) vermiş ki; âlemin bütün kapılarını açar ve öyle tılsımlı bir enaniyet (sırlı bir benlik) vermiş ki; Hallak-ı Kâinat’ınkünuz-u mahfiyesini (Kâinatın Yaratıcısının gizli hazinelerini) onun ile keşfeder.”

İnsanın bu keşfi nasıl yaptığını da şöyle anlatır: “Mutlak ve muhit (serbest, sınırsız, her şeyi kuşatan) bir şeyin hududu ve nihayeti olmadığı için, ona bir şekil verilmez ve üstüne bir suret ve bir taayyün vermek (bir şekil vermek ve belirtmek) için hükmedilmez (karar verilmez), mahiyeti ne olduğu anlaşılmaz. Meselâ: Zulmetsiz (karanlıksız) daimî bir ziya (ışık), bilinmez ve hissedilmez. Ne vakit hakikî veya vehmî (Gerçek veya farazi) bir karanlık ile bir had (perde) çekilse, o vakit bilinir. İşte Cenab-ı Hakk’ın ilim ve kudret, Hakîm ve Rahîm gibi sıfât ve esması; muhit, hududsuz, şeriksiz olduğu için onlara hükmedilmez (karar verilmez) ve ne oldukları bilinmez ve hissolunmaz. Öyle ise hakikî nihayet ve hadleri (sınırları) olmadığından, farazî ve vehmî bir haddi (sanal bir sınırı) çizmek lâzım geliyor. Onu da enaniyet (benlik) yapar.

Ene, kendinde bir rububiyet-i mevhume, bir mâlikiyet (hayali bir sahiplik) , bir kudret, bir ilim tasavvur eder; bir had çizer. Onun ile muhit (kuşatıcı) sıfatlara bir hadd-i mevhum vaz’eder (hayali bir sınır tayin eder). “Buraya kadar benim, ondan sonra onundur” diye bir taksimat yapar. Kendindeki ölçücüklerile, onların mahiyetini yavaş yavaş anlar. Meselâ: Daire-i mülkünde mevhum rububiyetiyle, daire-i mümkinatta Hâlıkının rububiyetini anlar ve zahir mâlikiyetiyle, Hâlıkının hakikî mâlikiyetini fehmeder ve “Bu haneye mâlik (sahip) olduğum gibi, Hâlık da şu kâinatın mâlikidir.” der ve cüz’î ilmiyle onun ilmini fehmeder (anlar) ve kesbî (çalışarak kazandığı) san’atçığıyla o Sâni’-i Zülcelal’in ibda-i san’atını (numunesiz yaratmasını) anlar. Meselâ: “Ben şu evi nasıl yaptım ve tanzim ettim. Öyle de şu dünya hanesini birisi yapmış ve tanzim etmiş.” der. Ve hâkeza… Bütün sıfât ve şuunat-ı İlahiyeyi (ilahi sıfatları, halleri, vaziyetleri) bir derece bildirecek, gösterecek binler esrarlı ahval (haller), sıfâtve hissiyat (duygular), ene’de münderiçtir (eneye konmuştur).

Üstat, “elif “ olarak isimlendirdiği enenin (benliğin iki yüzü olduğunu söyler: “Biri, hayra ve vücuda (varlığı) bakar. O yüz ile yalnız feyze (ilim ve irfana) kabildir. Vereni kabul eder, kendi icad edemez. O yüzde fâil (yapıcı-yaratıcı) değil, icaddan (var etmede) eli kısadır. Bir yüzü de şerre bakar ve ademe (yokluğa, hiçliğe, amaçsızlığa, gayesizliğe) gider. Şu yüzde o fâildir, fiil sahibidir (Rabbini tanımaz, “Ben yaptım, ben kazandım, ben başardım” der, hadiselere mana-i ismiyle bakar). Eğer o ene, hikmet-i hilkatini (yaratılış gayesini) unutup, vazife-i fıtriyesini terkederek kendine mana-yı ismiyle baksa, kendini mâlikitikad etse (kendi kendinin sahibi olduğuna inansa); o vakit emanette hıyanet eder. İşte bütün şirkleri ve şerleri ve dalaletleri tevlid eden (doğuran) enaniyetin şu cihetindendir ki; semavat ve arz ve cibal tedehhüş etmişler (gökler, yer ve dağlar dehşete düşmüşler), farazî bir şirkten korkmuşlar.”

 “Âlem-i insaniyette, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar iki cereyan-ı azîm, iki silsile-i efkâr (fikirler zinciri); her tarafta ve her tabaka-i insaniyede dal budak salmış, iki şecere-i azîme hükmünde… Biri, silsile-i nübüvvet ve diyanet; diğeri, silsile-i felsefe ve hikmet gelmiş gidiyor. Her ne vakit o iki silsile imtizaç ve ittihad etmiş (birleşmiş ve yardımlaşmış) ise, yani silsile-i felsefe, silsile-i diyanete dehalet edip (sığınıp) itaat ederek hizmet etmişse; âlem-i insaniyet parlak bir surette bir saadet, bir hayat-ı içtimaiye geçirmiştir. Ne vakit ayrı gitmişler ise, bütün hayır ve nur, silsile-i nübüvvet ve diyanet etrafına toplanmış ve şerler ve dalaletler, felsefe silsilesinin etrafına cem’olmuştur (toplanmıştır).”

Kendini Bilen Rabbini Bilir

               Yunus ne güzel söyler: “İlim ilim bilmektir, /İlim kendin bilmektir, /Sen kendini bilmezsin, /Ya nice okumaktır. /Okumaktan murat ne, /Kişi Hak’kı bilmektir.” İnancımıza göre insan Allah’ın en kıymetli sanatıdır. Sanata saygısı olmayanın sanatkârına da saygısı yoktur. Haberlerde, görsel medyada, yere düşmüş bir insanı bir değil birkaç kişinin öldüresiye tekmelediğine şahit oluyoruz. Bu kişilere sorsak Allah’a saygı duyduklarını söyleyeceklerdir. Bu saygı gerçek olmayıp, göstermelik, sözde kalan, bir saygıdır. Yine Yunus: “Yaratılanı severiz Yaratandan ötürü” derken gerçek saygıya işaret etmektedir. 

Rabbini gerçek anlamda tanımayan, tanıdığını zanneden, benmerkezci kişilikte takılıp kalan insanlara “çocuk yetişkinler” diyoruz.  Çocuk yetişkinler başkalarının haklarına saygı duymayı bilmezler. Bencildirler, başkalarının duygularını önemsemez, empati yapmayı bilmezler. Emek ve dikkat isteyen, kurallara uymayı, sabretmeyi, paylaşmayı, işbirliğini gerektiren işleri sevmezler. Fazla emek vermeden, kısa yoldan zengin olmayı (köşe dönmeyi) isterler. Nasihatten, eleştirilmekten hoşlanmaz; hemen savunmaya geçerler.

Geçenlerde ters yönden gelen bir sürücüyü el işaretiyle uyarma cesaretinde bulundum. Hemen durdu, el frenini çekti, arabadan indi, “dur” işareti yaptı. Bana doğru öfke ile gelen genç sürücünün özür dilemek için durmadığını anladım, ama artık yapılacak bir şey yoktu. Her ihtimale karşı kapıları içeriden kilitledim. Cama yaklaştı, yüksek sesle: “Neden el kol hareketi çekiyorsun!” diye bağırdı. “Belki farkında değilsin ama ters yola girmişsin” dedim. Kapıyı tekmelemeye başladı. Yine yüksek sesle: “Sana ne ulan, trafik polisi misin? İn aşağı da sana ters yolu göstereyim!” diye bağırıp meydan okumaz mı? Polisi aramaktan başka çarem kalmamıştı. Polisi aradığımı anlayınca işi uzatmadı, kapıya iki tekme daha atıp gitti.

Polis gelinceye kadar bizim “çocuk yetişkin” çoktan kayıplara karışmıştı. Büyük şehirlerde arabasıyla işe gidip gelenler, kalabalık trafikte neler yaşandığını iyi bilir. Hatalı sollayanlar, kırmızı ışıkta geçenler, sıra beklemeyip yandan girenler, yeşil ışık yanar yanmaz öndekine yürü diye kornaya basanlar, küfredenler, gece şehir içinde uzun farla gezenler, hız limitini aşanlar ve benzerleri. Bunların hemen hepsi ailenin hatalı eğitimi sonunda çocuk kalan yetişkinlerdir.

Benlik Saygısı Olmayan Çocukta Belirtiler

    * İçe kapanıktır.
    * Anneye, babaya ve eşyaya bağımlıdır.
    * Göz kırpma, sık burun çekme, saçıyla oynama, omuz silkme gibi tikler görülür.
    * Tırnak yeme, yalan söyleme, çalma gibi davranış bozuklukları görülür.
    * Yaptığı faaliyetlerde kâğıdının tamamını kullanmaz,
    * Çok küçük yazar
    * Çok kısık sesle konuşur
    * Sorumluluk almak istemez. Yapması gereken işlerden kaçmaya çalışır.
    * Hata yapma korkusuyla konuşmaz, sorulan soruya cevap vermez.

Anne baba çocukla iletişim kurarken veya bir davranışta bulunurken kullandığı dil ve yaklaşım çocuğun öz saygısını destekler ya da engeller.

İki anne düşünelim. Birinci anne 5 yaşındaki kızına verdiği kıymeti hissettirmek için her fırsatı değerlendirmeye çalışıyor. Örneğin misafirler gittikten sonra odanın toplanmasında küçük kız annesine yardım ediyor. Annesinin yönlendirmesi ile bulaşıkları bulaşık makinesine yerleştiriyor. Tabakları, bardakları kaşıkları ve çatalları doğru yerlerine koyuyor. Bu esnada: “Anne ben çok becerikliyim değil mi?’ diyerek yaptığı işten zevk aldığını, kendini değerli hissettiğini ve özüne güvendiğini belli ediyor; annesinin onayını almak istiyor.  Annesi de: “Evet kızım, çok beceriklisin. Akıllı ve becerikli bir kızım olduğu için çok şanslı bir anneyim, Rabbime şükürler olsun” diyor.

İkinci annenin 6 yaşındaki kızı misafirler gittikten sonra odayı toplamada ve bulaşıkları yıkamada annesine yardım etmek istiyor. Annesinin: ‘Dur, sen yapamazsın. Sen karışmayınca işim daha çabuk bitiyor!’ şeklindeki eleştirisi ve engellemesi ile karşılaşıyor. Bir işi yaparken hata yapma korkusuyla titriyor, endişeleniyor hepsinden önemlisi kendini beceriksiz ve değersiz hissediyor. İşin ilginç yanı gerçekten de kırıyor, döküyor, beceremiyor.

Benlik Saygısını Zedeleyen Düşünce ve Tutumlar:

İstenmeyen bir gebeliğin yaşanması, farklı cinsiyet beklentisi gibi durumlar çocuğun kendine bakışını olumsuz yönde etkiler. Ailelerin aşırı korumacı tavırları, sevgi ve şefkatlerini yanlış kullanmaları çocuklarının benlik saygısına zarar verir. Ailede çocuğun yetenekleri ve fiziksel görünüşü abartıldığı “sen çok akıllı, çok güzel, çok yakışıklı bir çocuksun” dendiğinde çocuk kendini diğer çocuklardan üstün görmeye başlar, “megalomani ve narsistik kişilik” adını verdiğimiz kendini gerçek benin üzerinde görme ortaya çıkar. Davranışları ve işleri devamlı eleştirilen, ”pısırık, beceriksiz, aptal” gibi sıfatlarla etiketlenen ve aşağılanan çocuklar kendini gerçek benin altında değerlendirmeye başlar, “aşağılık duygusu ve sosyal fobi” adını verdiğimiz kendini beğenmeme, kendinden razı olmama, kendisiyle barışık olmama benlik saygıları zedelemekle kalmaz, zamanla bu özellikleri kabullenmelerine de yol açar.  

Çocukların içinde yaşadıkları çok katlı binalarda alt kata ses gitmesin, süs eşyaları kırılmasın, oyuncaklarını dağıtmasın, üstünü başını kirletmesin gibi kısıtlayıcı yaklaşımlar enerjilerinin hapsolmasına ve kendilerine olan güvenin zayıflamasına sebep olur. Mükemmeliyetçi ailelerde çocuklar ellerinden geleni yaptıkları halde anne babayı memnun edemezler. “Senden daha yüksek not bekliyorum, yeterince çalışmıyorsun” şeklinde eleştiri almaktan kurtulamazlar. Bu çocukların hata yapma şansı yoktur. Hata yapma korkusuyla sorumluluk almak istemezler. Sınıfta veya aile meclisinde, bir soru sorulduğunda cevabını bildikleri halde “ya yanlış cevap verirsem” korkusuyla susmayı tercih ederler. Bu özgüven yitimine psikolojide “sosyal fobi” diyoruz.

Anne babalar, özellikle anneler, çocuk adına sorumluluk alıp neyin doğru neyin yanlış olduğu konusunda çocuk adına seçim yapıp çocuk adına karar verirler. Çocuğun isteyip istemediğine, bu konuda yeteneği olup olmadığına bakmadan müzik kursuna gönderir, bir müzik aleti çalmasını isterler. İhtiyacı olup olmadığına bakmadan özel öğretmen tutar, dershaneye gönderirler. Çocuk, kendi adına karar verilmesi ve kendi adına seçim yapılması durumunda kendisini baskı altında hissedecek, beklentilere cevap vermediği zaman eleştiri alacak, özüne saygı duymayacaktır. Anne babanın sözleri ile davranışları birbirini tutmadığı zaman, çocuk sözlere değil davranışlara inanacaktır. Bir anne: “Sen çok zeki bir çocuksun, başarılı olacağına inanıyorum” dediği halde bir başka seferde aldığı notu beğenmeyip “Daha çok çalışıp daha yüksek not alabilirdin” derse çocuk annesini memnun edemediğini düşünüp özgüven kaybı yaşayacaktır.

Dış görünüşe önem veren, cinsiyet ayırımı yapan ailelerde, medyanın da etkisiyle çocuklar dış görünüşlerine göre değerlendirilir. “Sen çok güzel bir kızsın. Sen çok yakışıklı bir erkeksin. Çok güzel gözlerin var. Maşallah erkek gibi cesur bir kız. Maşallah kız gibi uysal bir oğlan” gibi iltifatlar çocukları dış görünüşü huy güzelliğinden daha fazla önemsemeye ve karşı cinse özenmeye yönlendirir.

Çocuğun Benlik Saygısını Destekleyici Söz ve Davranışlar

Anne babalar, doğru ifade kalıplarını günlük konuşmalarına yerleştirmek için önce yanlış kullandıkları kalıpları fark etmeli, bunların yerine doğrularını koymalı, hatırlamak için gerekirse doğru ifadelerin bir listesini çıkarmalıdır. Her anne baba çocuğunu sever, ancak bazı anne babalar sevgisini söz ve davranışlarıyla iletmeyi beceremez. “Ben çocuğumu içimden seviyorum” der. Yüz bulup şımarmasın diye çocuğunu uykuda iken seven babalar var. Böyle durumlarda anne babanın sevgisi çocuğa ulaşmaz. Çocuk ailede sevilmediği ve adam yerine konmadığı duygusuna kapılır. Anne baba mutlaka söz ve davranışlarıyla çocuğunu sevdiğini göstermelidir.

Özellikle küçük yerleşim alanlarında ve kırsal bölgelerde büyükler konuşurken çocukların söze karışması ayıp sayılır. Büyükler konuşurken küçükler sessizce dinlemelidir. Çocuk dinlemesini de ailede öğrenir. Eğer biz çocuğumuzu dinlemezsek o da bizi dinlemeyecektir.  Çocuğunun kendilerini dinlemediğinden yakınan aileler, ona dinleme konusunda iyi örnek olmamışlar demektir. Çocuk hakkında verilecek kararlarda mutlaka çocuğun da düşüncesi alınmalı, seçme hakkı verilmeli, böylece kendisini değerli hissetmesi sağlanmalıdır.

Saç rengi, boyu, kilosu ne olursa olsun çocuğunuz sizin için değerlidir. Çünkü bunların hiçbiri kişiyi değerli yapan özellikler değildir. Çocuğumuzu bedensel özellikleri ile değil, olumlu kişilik özellikleri ile değerlendirip takdir etmeli, bunu hem sözlerimizle hem tutum ve davranışlarımızla belli etmeliyiz.

Pedagog Ali ÇANKIRILI

Kaynak: www.ulegder.net

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: