Ertelenen Hayatlar

Büyük şehirlerin kenar mahallelerinde iki-üç katlı, kabası bitmiş, sıvasız, alt katında oturulan, üst katların pencere ve kapıları takılmamış evler görürsünüz. Bitmemiş, belki de hiç bitmeyecek olan bu evlerde oturan insanlar ellerindeki mevcut imkânlarla bir kat evi bitirip tam yerleşmek ve rahat etmek varken, neden yarım kalmış iki üç katlı evlerde eğreti bir hayat yaşarlar? Çünkü daha fazlasına sahip olduklarında rahat edeceklerini ve mutlu olacaklarını hayal ederler. Daha fazlasına sahip olma hırsı ve buna bağlı mutluluk hayali, dünyanın insanoğluna hazırladığı acı bir tuzaktır.

Önemli olan sahip olduklarımız değil, bunları nasıl kullandığımızdır. İnsanların çoğu  ellerindekiyle yetinmeyip daha fazlasını istedikleri için, durmadan çalışır, kendilerine ve sevdiklerine vakit ayıramazlar. Sahip olduklarının sefasını süremeden, arkalarından yarım kalmış işler, yarım kalmış hayaller ve yarım kalmış bir hayat bırakarak bu dünyadan göçüp giderler.

Erteleme Sendromu

Kiralık evde oturan, üç-dört senelik evli çiftler düğün ve eşya borçlarını bitirdikten sonra tam rahat edecekleri zaman banka kredisiyle araba alır, tekrar borç altına girer, her ay taksit ödemek zorunda kalırlar. Bu arada çocuk sahibi olmuş, masrafları daha da artmıştır. Taksitleri ve faturaları ödedikten sonra maaştan artan az bir parayla ay sonunu getirmeye çalışırlar. Taksitler bitinceye kadar arabanın sefasını süremez, seyahate çıkamaz, dışarıda yemek yiyemez, sosyal ve kültürel etkinliklere katılamazlar. Erteleme ile teselli bulurlar: “Şu arabanın borcu bir bitsin, bak nasıl rahat edeceğiz.”

Arabanın borcu biter, ama hayaller bitmez. Sırada ev sahibi olma hayali vardır. Bir-iki sene para biriktirir, biriken parayı peşinat yapıp yine banka kredisiyle taksitleri kimbilir kaç sene sürecek bir borcun altına girerek daire sahibi olurlar. Erteleme devam eder: “Şu evin borcu bitsin, bak nasıl rahat edeceğiz.” Yıllar sonra dairenin borcu biter; ama çocuklar büyümüş, üniversiteye başlamış; masrafları artmıştır. Memur ve işçi maaşıyla üniversitede çocuk okutmak kolay değil: “Şu çocuk/çocuklar üniversiteyi bitirsin, iş sahibi olsun, bak nasıl rahat edeceğiz…”

Çocukların üniversite bitirmesi iş sahibi olmayı garanti etmiyor. Yüksek lisans yapacaklar, yabancı dil öğrenecekler, erkekler askerlik yapacak. Askerlik dönüşü iş arayacaklar. Anne baba erteleme ile teselli bulur: “Şu çocuk/çocuklar, hayırlısıyla bir iş bulsa rahata kavuşacağız.” Çocuk/çocuklar, iş bulduğu gün ailede büyük sevinç yaşanır. İş sahibi olan genç, ilk maaşıyla anne babaya ve aile büyüklerine hediyeler alır. Senesi dolmadan iş sahibi olan gencin/gençlerin evlenme hazırlıkları başlar. Nişan, nikâh, düğün masrafları, ev eşyası az parayla olmaz. Modern hayat, beş kalem olan zaruri ihtiyaçları beş katına çıkarmış. Genç daha yeni işe girmiş. Anne baba desteği olmadan masrafların altından kalkamaz. Gençleri evlendirmek de anne babanın görevi… Anne baba olmak ne zor şeymiş.

Adam, eşini teselli eder: “Şu çocuğu/çocukları hayırlısıyla evlendirsek; sırtımızdan büyük bir yük kalkmış olacak. Ondan sonra emeklilik dilekçemi verir, emekli olurum. Küçük bir sahil kasabasına yerleşir, emekli maaşımla gül gibi geçiniriz.”

Bir gün emeklilik hayalleri kuran yaşlı babanın iş yerinden acı haber gelir: “Kalp krizi geçirdi, hastaneye kaldırıldı, bütün müdahalelere rağmen kurtarılamayarak hayata gözlerini yumdu.” Eşi, duyduğuna inanamaz. “Yıllar ne çabuk da geçiyormuş…” der içinden. “Oldu mu bey? Hani emekli olacaktın, bir sahil kasabasına yerleşip emekliliğin tadını çıkaracaktık.”

Misafir, Misafirliğini Bilmeli

Bir yolcu üç beş günlüğüne misafir olarak kalacağı otel odasına valizler dolusu elbise ve eşyayla gitse; beş günün sonunda her şeyini otel odasında bırakıp evine dönse akıllıca bir iş yapmış olur mu? İnsan bu dünyada misafirdir. Er veya geç, istesek de istemesek de, ölüm kapımızı çalacak, gerçek vatanımız olan ahiret yurduna göç edeceğiz. Geçmişi geri çeviremeyiz. Gelecek de elimizde olmadığı için ne getireceğini bilemeyiz. Gerçek hayat yaşadığımız andır. Yaşadığımız ânı en iyi şekilde, kimseye muhtaç olmadan, kimseye yük olmadan, sevdiklerimizle birlikte, dürüst ve onurlu bir şekilde değerlendirmeli; hırs ve hayale kapılıp ertelemelerle yaşadığımız ânı ziyan etmemeliyiz.

Üstün Dökmen Hoca, “Küçük Şeyler-3” kitabında Tolstoy’dan bir hikâye naklediyor. Hikâye kısaca şöyle: Yakut Türklerinden uyanık bir emlakçi arazi satışında çok ilginç bir yöntem uyguluyormuş. “Noter huzurunda, az parayla istediğin büyüklükte arazi sahibi olabilirsin” ilanını duyan saf müşteri yed-i emine elindeki parayı yatırıyor; erkesi gün, güneş doğmadan, noter eşliğinde satılık araziye gidiliyormuş. Emlakçi, noter ve müşteri ile birlikte üzerinde küçük bir mezarlık bulunan tepenin üzerine çıkıyor, arazi satın alacak müşterinin eline dört küçük kazıkla bir çekiç veriyor, aşağıdaki uçsuz bucaksız ovayı gösterip şöyle diyormuş: “Gün doğumundan gün batımına kadar vaktin var. Bu dört kazığı koşarak istediğin büyüklükte bir kare oluşturacak şekilde çakabilirsin. Gün batmadan kazıkları çaktıktan ve kareyi tamamlamak için ilk kazığa elini değdirdikten sonra üzerinde dikildiğimiz bu tepeye gelip çekici bana teslim ettiğin an arazi senin olacak. Gün batmadan yetişip çekici teslim edemezsen yatırdığın parayı alamazsın, para benim olur.”

Müşteri duyduklarına inanamaz, emlakçiye, noter huzurunda bir kere daha tekrar ettirirmiş. Güneş doğar doğmaz, müşteri aşağıya koşup ilk kazığı çakıyor; ikinci kazığı çakmak üzere koşabildiği kadar uzağa koşuyor, ikinci kazığı çakıyormuş. Kare oluşturmak için ikinci kenara dik ve eşit mesafe oluşturacak şekilde koşmaya devam ediyormuş. İnsan hırsı bu ya, daha çok araziye sahip olmak için gün batımına az kala ancak üçüncü kazığı çakabiliyormuş. Çoğu müşteri birinci kazığa elini değdirip kareyi tamamlayamadan ve çekici teslim edemeden gün batar, parası yanarmış. Bazıları da yetişme hırsıyla canını dişine takıp koştuğu için nefesleri tıkanır, kalp krizinden ölürmüş. Tepenin başındaki mezarlık bu ölen müşterilere aitmiş. Hiçbir müşterinin aklına o mezarların kime ait olduğunu sormak gelmezmiş.

Eğer akıl edip baksalarmış, mezar taşlarında şöyle yazılı olduğunu göreceklermiş: “Daha çok araziye sahip olmak için bir gün boyunca koştu, ancak gün batımında payına düşen, iki metre kare yer oldu.”

Ali Çankırılı / Zafer Dergisi