Farkında Olmalı İnsan..!

Son zamanlarda, Müslüman camianın sosyal medyasında -dine muhalif kimliğiyle iştihar etmiş ve ateist olduğunu ilan eden bir yazara ait olduğu iddia edilen “FARKINDA OLMALI İNSAN” isminde çok güzel bir şiir paylaşılıyor.. Üslup ve İçerik açısından yapılacak ufak bir araştırma neticesinde anlaşılacaktır ki, bu ve buna benzer milli ve manevi ruh dünyamıza hitap eden yazı ve şiirler, kesinlikle Can Yücel gibi ateist yazarlara ait olması muhal ender muhaldir…. Zira bu manayı Can Yücel’in eşi Cumhuriyet gazetesine verdiği bir röportaj da şöyle ifade etmiştir; “Bu şiirler Canın biçimine aykırı, espri anlayışından yoksun, zekâsına uygun değil, muhalif duruşunun zerresi yok… Bu tür ona aykırı şiirlerin böyle ve özellikle yayılması, yaygınlaştırılması, gerçek Can Yüceli unutturup uyduruk bir Can Yücel üretmeye hizmet ediyor gibi..”

Bizler bu gelecek yazıda, medar-ı bahs bile olamayacak derecede, kalb ve ruh dünyamızda yer almayan bir ateist yazarın yazılarından bahsetmek yahut “falanca yazı, şiir buna ait mi, değil mi?” gibi suallerin cevabını aramak veyahut bu tür malayani manaları tartışmayı züll olarak görüyoruz. Zira bize yakışacağı üzere ve böylesi dünyevi hadiselerden ibret almak yahut ders çıkarmak kaydıyla, ancak nazar edip mütalaa yapmak caiz olabilecektir.

İşte bu vesile ile şuurlu ve hikmetle, istikamet üzere harekete me’mur ve mükellef olan genelde Müslüman, özelde nurun müştak talebelerine hitaben bazı ehemmiyetli düstur ve manaları ifade etmekle istifadelerinize arz ediyoruz:

  1. İhsan-ı İlahîden fazla ihsan, ihsan değildir. Her şeyi, olduğu gibi tavsif etmek gerektir. (Mektubat, Hakikat Çekirdekleri)

Aziz Nesin, Turan Dursun, İlhan Arsel, Nazım Hikmet vb. Türkiye’de ki ünlü ateistlerle birlikte ismi her ortamda anılan Can Yücel gibi, dinsizliklerini âleme ilan etmiş bedbahtları, türlü vesilelerle zoraki “dindar” gibi göstermeye çalışan bir düşüncenin; hiç kimseye menfaati olmadığı gibi, safi zihinleri idlal’den başka çok zararları havi olduğu aşikârdır.

Bu noktada en istikametli bir duruş, kim nasıl anılmak istiyorsa, onu öylece kabul etmek ve bu kabulün gereği olarak hikmetli hareket etmektir. Kömür ruhlu Ebu Cehiller ile Elmas ruhlu Sıddikleri, mizan-ı şeriatta aynı teraziye koyup nazar etmeyi; sağını solundan farkedemeyen cahillerin bir cinayet-i azimesi olarak görmek, çokta isabetli bir nazar olacaktır. Evet, “cennet” adam istediği gibi, “cehennem” dahi adam ister.

  1. Evet, hakkı tanıyan, hakkın hatırını hiçbir hatıra feda etmez. Zira hakkın hatırı âlîdir. Hiçbir hatıra feda edilmemek gerektir. Fakat şu hüsn-ü zannınızı kabul etmem. Zira bir müfside, bir dessasa hüsn-ü zan edebilirsiniz. DELİL ve AKİBETe bakınız. (Münazarat 15)

Beşerin hayat-ı içtimaiyesinde, türlü vesilelerle, türlü kılıklarda karşılaştığımız nice insan evladı hakkında; türlü zan ve düşüncelere sahip olmaktayız. Karşılıklı olarak yaptığımız maddi ve manevi alışveriş ve muaşeretler vesilesiyle, kalb ve ruh dünyamızdaki duygu ve tefekküratlar neticesinde, bir “muhabbet” yahut “adavet” damarı depreşir maneviyat dünyamızda..

İşte tam da burada dikkat edilmesi gereken husus, delil ve akibet nokta-i nazarıdır. Tabir-i diğer ile arkamızdan bıraktığımız maddi ve manevi eserler, hakikatte Allah katındaki en safi kişiliğimiz olan manevi şahsiyetimize işaret eden şaşmaz ve şaşırtmaz birer delildir. Zira bu “eserlerin” ne denli ehemmiyetli olduğunu ifade zımnında Bediüzzaman hazretleri, “Âhirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, fâni dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme.” şeklinde veciz bir surette, ne güzel de söylemiş. Ayrıca yine mezkûr manaya kuvvet verecek bir surette Merhum Ziya Paşa, şu:

Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz,

Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde.

beyti ile nesilden nesile bir düstur halinde intikal edecek olan çok büyük bir hakikatı ifade etmiştir. (Mesnevi-i Nuriye 129; Asa-yı Musa 266)

  1. Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mehenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum.

Öyle ise her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mehenge vurunuz. Eğer altun çıktı ise kalbde saklayınız. Bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz gönderiniz. (Münazarat 14)

Bir eser okunacağı veya bir söz dinleneceği zaman, evvelâ “Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne için söylemiş? Ne makamda söylemiş?” olan bir kaide-i esasiyeyi, nazar-ı itibara almalı. Evet, kelâmın tabakatının ulviyeti, güzelliği ve kuvvetinin menbaı, şu dört şeydir: Mütekellim, muhatab, maksad ve makam. Yoksa her ele geçen kitab okunmamalı, her söylenen söze kulak vermemelidir. Meselâ: Bir kumandanın, bir orduya verdiği arş emriyle; bir neferin, arş sözü arasında ne kadar fark vardır? Birincisi koca bir orduyu harekete getirir. Aynı kelâm olan ikincisi, belki bir neferi bile yürütemez. (Sözler, Konferans)

Demek risale-i nur külliyatında kendisine yer bulmuş, bu derece ehemmiyetli mezkûr kaideler içindir ki; sosyal medya gibi umuma açık içtima-i zeminlerde cereyan eden hadiseler ve yapılan paylaşımlar neticesinde; insanlarda husule gelen hissiyatlar ve devamında gelen paylaşımlar ve yorumlar için ciddi bir muhasebe yapmak ve elde edilen neticeyi ayrıca mihenge vurmak; her ziakıl ve zişuur için bir zaruret halidir.

Tabir-i diğerle her önümüze konulan yemeği, mahiyetine vakıf olmadan yemek zorunda değiliz. Her ağızdan çıkan söze değer verip, kulak vermemek gerekir. Yahut yapılan herhangi bir paylaşımı, mehenge vurmadan “doğru” olarak kabul edip, her önümüze gelen ortamda paylaşmak akıl karı değildir. Veyahut her söylenen söze yahut her yapılan paylaşıma, yorum yapmak zorunda ise hiç değiliz.

Dolayısıyla her konuda söz sahibi değiliz elbet. Ancak Rabbimizin “Eğer bilmiyorsanız, işin ehline sorun. Nahl 43” kudsi sözüne kulak vermek ve bunun gibi nice rahmani emirlerine boyun eğmek, kendisini “kul” ve “abd” olarak kabul eden her insanın öncelikli vazifesidir.

  1. Cenab-ı Hak âhirette muhasebe-i a’mal düsturuyla, adalet-i Rabbaniyesini, hasenat ve seyyiatın müvazenesiyle gösteriyor. Yani hasenat racih ve ağır gelse, mükâfatlandırır, kabul eder; seyyiat racih gelse cezalandırır, reddeder. Hasenat ve seyyiatın müvazenesi, kemmiyete bakmaz, keyfiyete bakar. Bazı olur, birtek hasene bin seyyiata tereccuh eder, afvettirir. (Mektubat 445)

Bu ehemmiyetli düstur, beşerin hayat-ı içtimaiyesinin ayrılmaz bir parçası olmak zorundadır. Aksi durumda zalimlere merhamet ve mazlumlara zulüm gibi nice dehşetli ef’al ve ahvali netice verdiğine çokça şahitlik ediyoruz.

Evet, hadsiz cinayetlere imza atmış nice zalimlerin ufak bir iyilik, hasene yahut güzel bir sözünü baştacı edip, nice zulümlerine gözümüzü kapatmak suretiyle, rahmet ve merhamet nazarıyla mezkûr zalimlere baktığımıza; hal-i âlemin ilcaatı ve türlü kılıklardaki zalimlere olan muhabbeti netice veren zalimlere afüvkarane bir bakış ve nazarı, müteessifane görmekte ve böylece kahrolmaktayız.

Diğer yandan bir mü’min kardeşimizden gelen ufak haksızlık yahut kusuratı çok görüp, yaptığı tonlarca hasenat ve iyilikleri bir anda silebildiğimizi yahut unutabildiğimizi ayrıca ibretle müşahade etmekteyiz.

Biz Müslümanlara bu noktada düşen en büyük görev ise, Rabbimizin “adalet-i ilahiye” namıyla tesmiye edilen ilahi adaletiyle hükümlerimizi icraata geçirmek lüzum ve zaruretidir.

Diğer bir ifadeyle günlük hayatta ki türlü kılıklardaki muhataplarımızın, hasenat ve seyyiatlarını ilahi adalet terazisinin ayrı kefelerine koyup tartmak gerekiyor öncelikle. Sonrasında terazide hangisi ağır gelirse ona göre hüküm vermek icab edecektir. Sözgelimi hasenatı seyyiatına galebe eden bir adam, muhabbete layıktır. Aksine adavete liyakatini gösterecektir.

İşte bu ehemmiyetli sır içindir ki, yine ve herdaim Bediüzzaman hazretlerine kulak verelim..

اَلْحُبُّ لِلّٰهِ ٭ وَالْبُغْضُ فِى اللّٰهِ ٭ وَالْحُكْمُ لِلّٰهِ olan desatir-i âliye düstur-u harekât olmazsa nifak ve şikak meydan alır. Evet َالْبُغْضُ فِى اللّٰهِ ٭ وَالْحُكْمُ لِلّٰهِ demezse, o düsturları nazara almazsa, adalet etmek isterken zulmeder. (Mektubat 268)

Evet Allah için sevmek..

Allah için buğz etmek..

Ve netice itibariyle nefis hesabına değil, belki Allah’ın rızasına muvafık hüküm vermek..

İşte istikamet yolunun; şaşmaz ve şaşırtmaz işaret, ikaz ve ibret lavhaları..

 

  1. Kâfirlerin, müslümanlara ve ehl-i Kur’ana düşman olmaları küfrün iktizasındandır. Çünki küfür imana zıddır. Maahaza Kur’an, kâfirleri ve âba ve ecdadlarını i’dam-ı ebedî ile mahkûm etmiştir.

Binaenaleyh müslümanlar ile ülfet ve muhabbetleri mümkün olmayan kâfirlere muhabbet boşa gidiyor. Onların muhabbetiyle karşılaşılamaz. Onlardan meded beklenilemez. (Mesnevi-i Nuriye 89)

Üstad Bediüzzaman hazretlerinin, Müslümanlar için çok ehemmiyetli bir düstur olarak izah etmek suretiyle nazar-ı mütalaamıza arz ettiği mezkûr hakikatların bir gereği olarak; yaradılışta insanoğlunun kalb ve ruhuna dercedilmiş olan “muhabbet” ve “adavet” duygularının “yerinde” ve “istikamet üzere” kullanılması icab ediyor.

Efendimizin(s.a.v) “kişi sevdiğiyle beraber olacaktır” ve “kişi dostunun dini üzeredir” şeklinde yaptığı ehemmiyetli açıklamalardan anlaşılacağı üzere, mezkûr manada “muhabbet” ve “adavet” sıfatlarının “doğru” yahut “yanlış” bir surette kullanımından kaynaklanan bir “bedel” ödemeyle karşılaşacağımızı, o “büyük günü” hatırlatmak kaydıyla ikaz ve ihtar etmektedir.

Sözü, yine Asrımızın sahibi Bediüzzaman hazretlerine bırakıp, bu ehemmiyetli düsturda istikametli bir duruşun muhteşem bir tarifine kulak veriyoruz; “Adavet etmek istersen, kalbindeki adavete adavet et; onun ref’ine çalış. Hem en ziyade sana zarar veren nefs-i emmarene ve heva-i nefsine adavet et, ıslahına çalış. O muzır nefsin hatırı için, mü’minlere adavet etme. Eğer düşmanlık etmek istersen; kâfirler, zındıklar çoktur; onlara adavet et. Evet, nasılki muhabbet sıfatı, muhabbete lâyıktır; öyle de adavet hasleti, her şeyden evvel kendisi adavete lâyıktır.” (Mektubat, Uhuvvet Risalesi)

  1. Tarihin tozlu raflarından, bir ibret levhası..

Son nefesine kadar M. Kemal’in Genelkurmay Başkanlığını yapmış, beş vakit namazını kılan dindar bir askerdi. Ancak yaşadığı fecaat döneminde, dinimizin aleyhine olarak cereyan eden bütün maddi ve manevi tahribatları görmezlikten gelmiş, hertürlü istibdat ve cinayetlere sessiz kalmış, İslamiyet’e savaş açan süfyaniyet komitesine olan sadakatını hiç bozmamış ve hatta dindarlığı sebebiyle millet ile süfyaniyet komitesinin tahribkar icraatları arasında bir paratoner görevini de bihakkın ifa etmiştir.

Evet, Süfyaniyet komitesinin 4 rüknünden birisi olarak “kaderce” tescillenen Fevzi ÇAKMAK ile alakadar bir ibret vesikasını mevzu bahis edeceğiz. Zira mezkûr mesaile tam muvafık ve davamıza en münasib bir şahid-i sadıktır. İşte bediüzzaman hazretlerinin, gelecek hadise münasebetiyle, şuurlu bir Müslümanlık ve istikametin bir gereği olarak takındığı tavır ve gösterdiği imanlı duruşu; nümune-i imtisal olması açısından yaşanmış, ibretnüma olan bu tarih-i hadisiyeyi nazarınıza arz ediyoruz.

Sene 1950. Bediüzzaman hazretleri Emirdağ’da üçüncü Said dönemini yaşamaktadır. Tahiri Mutlu Ağabey ise o sıralarda, İstanbul’da Nurların neşriyatı ile meşguldür. Hikâyenin gerisini, hadisenin şahidi Mustafa Sungur Ağabey’den dinleyelim: Bir gün Tahiri Mutlu Ağabey İstanbul’dan geldi. Emirdağ’da Üstad’ın yanına girince, Üstadımızın ilk suali şu oldu:

–Tahiri Kardeşim, ahvâl-i âlemde ne var ne yok?

Bu soru üzerine Tahiri Ağabey:

–Üstadım! Fevzi Çakmak Hazretleri vefat eyledi. Üstad hiç cevap vermedi ve sustu.

Tahiri Ağabey tekrar:

–Üstadım! Fevzi Çakmak Hazretleri vefat eyledi. Üstad yine hiç cevap vermedi ve sustu.

Tahiri Ağabey tekrar:

Üstadım! Fevzi Çakmak Hazretleri vefat eyledi.

Tahiri ağabeyin bu üçüncü tekrarından sonra, üstadımızın mübarek dilinden dökülen kelimat, bizleri ziyadesiyle şaşırtmıştı:

Kardeşim, beni zorlama, “Allah rahmet eylesin” diyemiyorum.

 

Elhasıl:

İşte denizden bir katre misali, hayatın bu gıllu gışı içerisinde, sosyal medyada yapılan “şuursuz” paylaşımlar ve neticesinde ibretli bir bakış ve nazarla husule gelen müşahede ve tefekküratlar..

Biz insanoğlundan vücuda gelebilecek her bir “küçük” tohumun, nice “büyük” meyveleri netice verebileceğine, hep beraber yaptığımız hayali yolculuğumuzda, ibretle şahitlik yaptık..

Demek her daim farkında olmalı insan..!

Zira sen gündüz uyanık iken güzel bir söz söylersin; bazan rü’yada güzel bir elma şeklinde yersin.

Gündüz çirkin bir sözün, gecede acı bir şey suretinde yutarsın.

Bir gıybet etsen, murdar bir et suretinde sana yedirirler.

Öyle ise, şu dünya uykusunda söylediğin güzel sözlerin ve çirkin sözlerin; meyveler suretinde uyanık âlemi olan âlem-i âhirette yersin ve yemesini istib’ad etmemelisin.

Hasan TAYFUR

11 Şevval 1438

 

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: