Fatiha’yı Oruçla Açarken…

Her istediğimize elimizi uzatabileceğimizden eminken, şeffaf ve yumuşak bir kılıç gibi iner; elimizi eşyadan keser oruç. Eşya ile aramızı açar. Eşya ile aramızda, karşılıklı razı olunmuş bir yabancılık inşa eder. Bu yabancılık, Yaradan’ın eşyayı bize tanıdık ve yakın edişinin hatırlatıcısı olur. Her kavuşmayı çocukça bir heyecanla bekler, her iftarda ter ü taze bir buluşma yaşarız. Denir ki bize: “Hiçbir şey için ‘Benimdir’ deme. De ki ‘Sadece yanımdadır.'” Ve denir ki yine: “Ne su senindir ne de suyu içen dudak… İkisi arasındaki yakınlık, O’nun izniyledir, O’nun hatırınadır, O’nun ismiyledir.” Açlığı ve susuzluğu her hissedişte, yeryüzünde müsaadeyle yaşamanın tadı yayılır damağımıza.

Mahrumiyetimizi hatırladıkça, dünyada misafir izzetiyle ve izniyle nefes almanın genişliği dolar göğsümüze. Böylece, sürekli devinen ve sözsüz de söylenen bir “Bismillah”a dönüşür oruç. Arzuladıklarımızın her zaman elimizin altında olduğu hissi, onlara dair hayretimizi azaltır, onların varlığı karşısındaki hayranlığımızı küllendirir. Oruç, eşyanın üzerindeki külleri kaldırır, varlığa olan körlüğümüzü açar. Nimetlerin üzerindeki alışkanlık perdesini yırtar. Diğer zamanlarda sebepler üzerinden fiyatlandırdığımız nimetler, yeni bir bedelle, bambaşka bir fiyatla karşımıza çıkar. “Su eşittir para” denkleminin tek yönlü geçerli olduğunu anlarız meselâ. Su para eder ama para su etmez. Parayla su içemeyeceğimizi ilk defa fark ederiz. Paramız geçersizleşir, suyun gönderilmişliği sahicileşir.

Hep yeni, hep yeniden tadarız suyu ve ekmeği… Yeni baştan tadarız varlığı… Karşılığını ödemekten aciz olduğumuz iyilikler gördüğümüzü öğreniriz. Hayretimiz artar. Teşekkür iştahımız yerine gelir. Minnettarlık duygumuz çoğalır. Hamdimiz artar. Böylece, sessiz bir “Elhamdülillah“ı içirir bize oruç. Arzu ettiklerimizi gerçekleştirmekte pek gecikmeyiz sair zamanlarda. Elimizin altında olana çabucak erişiriz. Canımızın çektiğini hemencecik alırız. Heveslendiğimizi kolaycacık yer içeriz. Arzu ve heveslerimizle yapışık hale geliriz böylece. Yapışık ikizler gibi, her şart altında, onların yanı sıra koşarken buluruz kendimizi. Varlığımızı heveslerimize kilitleriz. Arzularımızdan ayrı bir kişilik oluşturma mecalimizi hepten kaybetmiş olabiliriz. İçgüdülerimizin ucunda savrulmaya başlarız. Sahiciliğimizi yitiririz. Hevamızla aynılaşırız. Sığlaşırız. Orucun yaşattığı gönüllü yoksunluk, heva ve heveslerimiz ile “biz”in arasını ayırır. Kendimizi, ilk defa, kendimiz bildiğimiz arzularımıza “dur!”, “yapma!” derken buluruz. “Ben” ile “ben”imiz sandığımız arzularımız ayrışır, karşı köşelere geçer. Bu hâl, bize naif bir bakış kazandırır.

İlk defa, hırsla değil merhametle görürüz eşyayı. “Yiyecekmiş gibi” bakmayız nimete; duru ve sakin “var edilmişliğini”, taze ve kasıtlı “verilmişliğini” okumaya başlarız. Şehvetin sürükleyiciliğinden “ben”imizi sıyırır; şefkatin kucaklayıcı bakışını kuşanırız. Heva ve hevesin, arzu ve hırsın hoyratlığı, her şeyi bize “mecburmuş” gibi göstermesine karşı direnme fırsatı ediniriz. Her şeyi, “ikram”, “iltifat” ve “ihsan” şaşırtıcılığı içinde tatmaya başlarız. Anlarız ki, eşya bizim heveslerimize “mahkûm” değildir; aksine bize yönelmiş “merhamet”in göstergesidir. “Mecburiyet” algımız, “mahcubiyet”e dönüşür. Merhamet eden mecbur değildir çünkü. Kendisine kerem edilen, keremi hak etmiş değildir. İhsan, ihsan edenin kendi tercihidir; kimsenin zorlaması değildir. İftar vakti, bu ikram, ihsan ve iltifat edilmişlik duygusunu daha bir net hissederiz. Sofrada, eşya sanki yeniden filizlenir gibi olur. Varlık, taze kabuk bağlamış bir yara gibi pembeleşir. Her şey, “marul içi tazeliği”ne bürünür. Nefsimizle değil, nefesimizle muhatap oluruz varlığa. Bize merhamet edildiğini anlar, başkalarına da merhamet borçlu olduğumuzu fark ederiz. Şefkat gözeneklerimiz açılır. Benden bana, benden sana, benden ona, ondan bana, senden bana.. şefkat nehri yeniden akmaya başlar. Böylece, “O Rahmandır ve O Rahîmdir” sırrıyla yıkar bizi oruç. Sebepler susar oruçta. Çokluk bire iner. Çokça hazır olanlar tükenir.

Bolca el altında tutulanlar faydasızlaşır. Yalnızlaşırız. Eşyanın desteği koltuğumuzun altından çekilir. Tekilleşiriz. Bir gurbete düşmüşçesine, eşyanın uzağına atılırız… Kalabalığın ortasında, yapayalnız kalırız. Her şey var ama bize faydasız. Her şey burada ama bizden habersiz. Çokluğu susturup, Bir olanın emrine kulak kabartırız oruçla. Sebeplerin şımartmasını terk edip, sebepsiz Var Eden’in iznine ayarlarız kalbimizi. Eşyanın içinde kaybolmuşluğumuzu yırtarız. Kentin boğuculuğundan sıyrılırız. Dar zamanların duvarlarından dışarı atarız kendimizi. Silikleşmiş varlığımızı, her şeyi bir kenara itmenin ayrıcalığı ile yeniden biliriz, yeni baştan bileriz. Varlığın göğsünde taze bir heyecanla çarpan kalp gibi yeniden ölçüp biçeriz kendimizi. Her şeyin faydasızlaştığı, her şeyin sustuğu “din günü”nde, “hesap sorulacak adam” imtiyazı ile tek başına ayakta tutulmanın resmini tamamlarız. Böylece, “Din Günü’nün Sahibi”iyle tanış eder bizi oruç

Senai Demirci

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: