Geçim Derdine Çare

İnsanların en çok şikayetçi oldukları hususlardan biri de geçim sıkıntısı ve maişet derdidir. Gerçekten, zaman zaman toplumların da, fertlerin de iktisadi durumları sarsıntı geçirir. Bu esnada şikayetleri artıran asıl sebep, gerçekte pek büyük mahrumiyet ve sıkıntılar içinde olmak değildir. Alışılagelen hayat tarzından biraz fedakarlık yapma mecburiyetinin doğmasıdır. Halbuki bolluk zamanında da iktisada alışmış olan bir kimse, kriz ortamlarında, darlıkta da sıkıntı çekmeyecektir. Şu halde, geçim şikayetlerinin esas kaynağı israf alışkanlığı ve iktisada riayetsizlikten başka bir şey değildir.

Hayatın geçim şartlarından yakınmak, zamanımızın yaygın bir adeti haline gelmiştir. Toplumdaki değişik konumdaki kişilere ‘işler nasıl?’ diye soracak olsanız, alacağınız cevap aşağı yukarı aynıdır. Ücretlerin düşük olduğundan, hayat pahalılığından, müşteri yokluğundan, piyasanın durgunluğundan ve akla gelebilecek ne varsa olumsuzluklardan şikayet edilmekte olduğunu görürsünüz. Elindeki imkanlara şükreden pek az kişiye rastlarsınız.

Sebepler, Allah tarafından konulmuş kanunlardır. Bu alemde hayatımızı devam ettirmek bu kanunlara uygun şekilde çalışmakla, yaşamakla mümkün olur. Dünya ya geliş gayemizi unutarak yaşarsak, imanımızın gerektirdiği şekilde yaşamış olmayız. Huzurlu yaşamanın ölçüsü, imanımızın hayatımızı şekillendirmesidir. Verilen nimetlerin kıymetini bilerek, şükrederek, iktisatlı yaşamaktır.

Nimetin kıymetini bilmemeyi ve şükürsüzlüğü netice veren israf, bereketsizliğin en büyük sebebidir.

Eskiden insanlar ancak belli başlı üç dört şeye muhtaçtı, zarurî ihtiyaçları birkaç basit maddeden ibaretti. Bu üç dört ihtiyacı temin edemeyenler ise on kişiden ancak iki kişiydi. Şimdi ise zalim Batı medeniyeti, insanları suiistimale alıştırarak, israfa sürükleyerek, nefis ve heveslerini okşayarak zarurî olmayan ihtiyaçları zarurî ihtiyaçlar haline getirdi; görenek yoluyla, tiryaki ederek ihtiyaçları dörtten yirmiye, belki yüze çıkardı. İstekler ihtiyaç haline geldi.

İstekler ihtiyaç haline gelince, ihtiyaçlar beş, belki yirmi beş kat artmasına rağmen gelirlerin, bu oranların yarısı kadar bile arttığını söylemek mümkün görünmemektedir. İhtiyaçlarının hepsini, helalinden temin edebilen insan sayısı, ancak yüzde on olarak tahakkuk etmektedir. Bu durumda yüzde doksan, “muhtaç” halde kalmıştır. İhtiyaçlarını helal kazançları ile karşılayamaz durumdadır.

Demek ki, bu medeniyet insanı iyice fakirleştirdi. İhtiyaçların zorlaması sonucu insanları zulme yöneltti, geçimini haramdan karşılama yoluna sürükledi. Dar gelirli insanları varlıklı insanlarla çatışmaya ve kavgaya teşvik etti. Kur’ân’ın önemli bir esası olan, zekâtın farz oluşu ve faizin haramlığı vasıtasıyla fakirin zenginlere karşı itaat etmesini ve varlıklı kesimin fakir kesime karşı şefkatini temin eden bu kutsi kanunlar terk edildi, böylece burjuvaları zulme, fukarayı da isyana mecbur etti, sonunda insanlığın rahatı alt üst oldu. İsrafa alışan, kanaati terk eden, elindekiyle yetinmesini ve yaşamasını bilemeyen insan şükretmeyi unutarak manevi hayatını da kaybetti.

Çünkü harama yöneldi, haram malı elde etmek için de yüzsuyu döktü, vicdanını, mukaddes değerlerini rüşvet olarak verdi, namus ve haysiyetini yıprattı, izzetini ve şerefini kaybetti, bereket denen o özü ve özelliği unuttu; huzurunu, saadetini, rahatını ve keyfini kaçırdı, dünyasını elde etmeye çalışırken ahiretini ve ebedî hayatını da tehlikeye attı.

Bir cümle ile özetlemek gerekirse, ihtiyaçlar birden ona çıktı, helâlinden karşılamak zorlaştı, haramdan temin yoluna gidildi. Hem barış ve huzur ortamı kayboldu, hem de insanlar riyakârlaştı, düşük ahlaklı, izzet, haysiyet ve şereften yoksun fertler haline düştüler, üstelik ebedi hayatlarından da ümitlerini kestiler.

Oysa İslamın zekât emri ve faizi yasaklaması gibi iki hüküm uygulansa idi, insanlık bu duruma düşmeyecekti.

“Evet, iktisat etmeyen, zillete ve manen dilenciliğe ve sefalete düşmeye namzettir. Bu zamanda israfata medar olacak (israfa sebep olan) para çok pahalıdır. Mukabilinde bazen haysiyet, namus rüşvet alınıyor. Bazen mukaddesat-ı diniye mukabil alınıyor, sonra menhus bir para veriliyor. Demek, manevi yüz lira zararla maddi yüz paralık bir mal alınır.” (Lem’alar, On dokuzuncu Lem’a, s.358.)

Bu genel afetin bir de gıda üretimindeki yansımasına, kısaca göz atmakta fayda olduğunu düşünüyorum. İnsanın en temel ihtiyacı “karnını doyurmak” olduğuna göre gıda üretimi ve onu sağlayan tarım faaliyetleri ekonominin de temelini teşkil etmektedir.

Bu genel yaklaşım ışığında israf, kanaatsizlik, bencillik gibi insana yakışmayan ahlaki düşüşün ekonominin bu boyutuna yansıması tam bir facia yaşanmasına sebep oldu. Günümüzde artık açlığın yaygın bir şekilde hüküm sürdüğü topluluklardan değil, bütünüyle ülkelerden söz edilir oldu. Bilhassa Afrika, açlığın pençesinde bir kıta olarak anılır oldu. Açlıktan ölen kitlelerle anılan bu kıtaya, Hindistan, Pakistan ve Afganistan gibi ülkelerin eklenmesi an meselesi.

Dünyanın bir bölümü en temel ihtiyacını, karnını doyurma ihtiyacını karşılayamazken, diğer bir bölümünün ve sayıca daha az insanın, lüks ve ihtişam içinde yaşamaya devam etmesi, israfın bu boyutta, hatta artarak devamı, dünyada genel ve yaygın bir barıştan da söz etmeyi imkansız hale getirmektedir.

Peki, tarımın bu fırtınadan payını almasını etkileyen unsurların ne olduğu sorusuna nasıl bir cevap verilebilir? Toprakta verim düşmesinin, bereketin kalkmasının, kuraklık ve yağmursuzluğun hüküm sürmesinin temel sebebi, acaba şu değerlendirmede yer alan gerçekler olabilir mi:

“Şimdi, malda ve rızıkta hilelerle suiistimâlle, rüşvetle çok haram karıştığı ve ekinciler kendi malına hakkıyla sahip olmadığı ve on adamdan iki-üçü tam rahmete müstahak ise, ekincilerin malından istifade edenlerden beş-altısı ya zulümle, haram karıştırmakla, ya şükürsüzlükle rahmete istihkakını kaybediyor” (Emirdağ Lahikası s.74)

Elbette olabilir. Hatta son iki asırdır, bilhassa 20. yüzyılın ikinci yarısı ile 21. yüzyılın şu yaşadığımız ilk çeyreğinde peş peşe yaşanan felaketleri insanoğlunun doymak bilmez hırsı ile açıklamak, “vakıayla tam mutabıktır” denebilir. Kendine sunulan nimetleri küçümsemesi, gerekli saygıyı göstermemesi, onları verene şükretmemesi; israf ve kanaatsizliği yaygın bir hayat anlayışı haline getirmesidir insanoğlunu bulunduğu hale düşüren.

Bahtiyar insan şöyle hareket eder:

Saadet ve lezzetin kaynağı ve sebebi olan helâlinden kazanarak kanaat ve iktisatla hareket etmeyi bir ibadet olarak bilir, bir çeşit fiili dua kabul eder. Allah’ın kendisine nasip ettiği ve ihsan ettiği nimetleri kabul ederek, rıza ile karşılar, şükür ve minnet içinde hayatını mutlu bir şekilde geçirir.

Bu gerçek, kaynağını şu Nebevî ölçüden almıştır:

Bir gün sabahın erken saatinde gücü kuvveti yerinde bir genç, bazı işlerini görmek için yola çıkmış gidiyordu. Onu gören Sahabeler, “Keşke şu delikanlı gençliğini Allah yolunda harcasaydı” dediler.

Peygamberimiz (asm), onların hatalı düşüncelerini şu şekilde düzeltti:

“Öyle demeyin. Şayet o dilencilikten ve insanların elinde ve avucunda olanlara göz dikmekten kurtulmak için çıkmışsa, Allah yolundadır. İhtiyar anne ve babasının geçimini temin etmek veya küçük yavrularını beslemek için çıkmışsa, yine Allah yolundadır. Ancak boy göstermek ve gösteriş yapmak için çalışıyorsa, işte o zaman şeytan yolundadır.” (Gazali, İhya, 2:163.)

Ölçü, şükür ve helâl dairesinde bir hayat geçirmektir. İktisatlı yaşamaktır. “Helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir, harama girmeye lüzum yoktur.”

“Şükrün mikyası kanaattir ve iktisattır ve rızadır ve memnuniyettir. Şükürsüzlüğün mizanı, hırstır, israftır, hürmetsizliktir, haram helâl demeyip rast geleni yemektir.”

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: