Geniş Daire Faaliyetleri

Evvelâ umumî bir kaideyi nazara almak lâzımdır. Şöyle ki: Esbab ve zıdlar karması olan bu alemde çok şeyler var ki ,kubh, hüsn, zarar ve fayda gibi zıdları tazammun eder. Bu durum karşısında hak düsturlarına uymaya bedel meyline uyan insanlar, mevzu edilen mes’elenin kendi meyline göre hoşlandığı cihetini görür ve gösterir ve böylece aldanır ve aldatır. Halbuki dinî mes’elelerde asl olan, Kur’andan gelen hükümleri esas almaktır. Bu kaide unutulmamalıdır. Dine hizmetin esasları ve hizmet ehlinin evsafı bilinmez ver hizmetler buna göre yapılmazsa, mühim hatalara sebebiyet verilmiş olur. Bu bakımdan geniş dairede içtimaî faaliyetler ve dine hizmet çalışmalarının nüsbet mânada yapılabilmesi için, bid’alara bulaşmamak ve hizmet-i Kur’aniyeyin esasını teşkil eden hâlis iman hizmetinden geniş dairelere nazarları çevirmemek icab eder. Böyle müsbet ve tavizsiz hizmet ve faaliyetlerin yürütülebilmesi de ancak gerekli olan şartların varlığı ile mümkündür.
Bediüzzaman Hazretleri bu hususa dikkat çekerek der ki :
“Risale-i Nur’un meslebi, sâir tarikatlar, meslekler gibi mağlûb olmayarak belki galebe ederek pek çok muannidleri îmana getirmesi; pek çok hâdisatın şehadetiyle, bu asırda bir mu’cize-i mâneviye-i Kur’âniye olduğunu isbat eder. O dâirenin haricinde, ekseriyetle bu memlekette ve hususî ve cüz’î ve yalnız şahsî hizmet veya mağlûbane perde altında veya bid’alara müsamaha suretinde veya te’vilât ile bir nevi tahrifat içinde hizmet-i dîniye edilebilir, diye hâdisat bize kanaat vermiş.”(Em:63)
Halbuki Risale-I Nur’un haslar dairesi; ihlas sadakat, takva, azimet gibi keyfiyet hususiyetlerinde a’zamiyet mesleğini takip etmekle ve numune-i imtisal ve şayan-ı itimad ve nokta-i istinad olacak merkezi mâneviye vasfını muhafaza etmekle mükellef bulunmaktadır. Evet:
“Risale-i Nur gerçi umuma teşmil suretiyle değil; fakat her halde hakikat-ı İslâmiyenin içinde cereyan edip gelen esas-ı velayet ve esas-ı takva ve esas-ı azimet ve esasat-ı Sünnet-i Seniyye gibi ince fakat ehemmiyetli esasları muhafaza etmek, bir vazife-i asliyesidir. Sevk-i zaruretle, hâdisatın fetvalarıyla onlar terkedilmez.”(K.L.78)
Malumdur ki:
“Her zaman def’-i şer, celb-i nef’a racih olmakla beraber; bu tahribat ve sefahet ve cazibedar hevesat zamanında bu takva olan def’-i mefasid ve terk-i kebair üss-ül esas olup, büyük bir rüchaniyet kesbetmiş. Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takva bu tahribata karşı en büyük esastır.”(K:148)
“Risale-i Nur şakirdlerinin bu zamanda en mühim vazifeleri, tahribata ve günahlara karşı takvayı esas tutup davranmak gerektir.”(K:148)
Hem yine Hazret-i Üstad, mevcut hâkim cereyanların tasallutundan bahisle,şu ikazda bulunmaktadır:
“Bu zamanda öyle fevkalâde hâkim cereyanlar var ki, her şeyi kendi hesabına aldığı için, faraza hakikî beklenilen o zât dahi bu zamanda gelse, harekâtını o cereyanlara kaptırmamak için siyaset âlemindeki vaziyetten feragat edecek ve hedefini değiştirecek diye tahmin ediyorum.
Hem üç mes’ele var: Biri hayat, biri şeriat, biri imandır. Hakikat noktasında en mühimmi ve en a’zamı, iman mes’elesidir. Fakat şimdiki umumun nazarında ve hal-i âlem ilcaatında en mühim mes’ele, hayat ve şeriat göründüğünden o zât şimdi olsa da, üç mes’eleyi birden umum rûy-i zeminde vaziyetlerini değiştirmek nev’-i beşerdeki cârî olan âdetullaha muvafık gelmediğinden, her halde en a’zam mes’eleyi esas yapıp, öteki mes’eleleri esas yapmayacak. Tâ ki iman hizmeti safvetini umumun nazarında bozmasın ve avamın çabuk iğfal olunabilen akıllarında, o hizmet başka maksadlara âlet olmadığı tahakkuk etsin.
Hem yirmi seneden beri tahribkârane eşedd-i zulüm altında o derece ahlâk bozulmuş ve metanet ve sadakat kaybolmuş ki, ondan belki de yirmiden birisine itimad edilmez. Bu acib hâlâta karşı, çok fevkalâde sebat ve metanet ve sadakat ve hamiyet-i İslâmiye lâzımdır; yoksa akîm kalır ve zarar verir.
Demek en hâlis ve en selâmetli ve en mühim ve en muvaffakıyetli hizmet, Risale-i Nur şakirdlerinin daireleri içindeki kudsî hizmettir. Her ne ise… Bu mes’ele şimdilik bu kadar yeter.”(K:90)
Demek oluyor ki geniş dairede beklenen zat dahi, ittihad-ı İslamın teşekkülü ile ona istinad etmesi gerekiyor. Nitekim:
“O zât, bütün ehl-i imanın manevî yardımlarıyla ve ittihad-ı İslâmın muavenetiyle ve bütün ülema ve evliyanın ve bilhassa Âl-i Beyt’in neslinden her asırda kuvvetli ve kesretli bulunan milyonlar fedakâr seyyidlerin iltihaklarıyla o vazife-i uzmayı yapmağa çalışır.”(E:266)
Hem  “O zâtın ikinci vazifesi, şeriatı icra ve tatbik etmektir. Birinci vazife, maddi kuvvetle değil, belki kuvvetli îtikad ve ihlâs ve sadakatle olduğu halde, bu ikinci vazife, gayet büyük maddî bir kuvvet ve hâkimiyet lâzım ki, o ikinci vazife tatbik edilebilsin. O zâtın üçüncü vazifesi, Hilâfet-i İslâmiyeyi İttihad-ı İslâma bina ederek, İsevî ruhanîleriyle ittifak edip Dîn-i İslâma hizmet etmektir. Bu vazife, pek büyük bir saltanat ve kuvvet ve milyonlar fedakârlarla tatbik edilebilir.”(S.T:9)
Binaenaleyh o zâtın böyle bir kuvvete dayanmadığı takdirde, mezkûr hâkim cereyanların tasallutundan dolayı geniş dairedeki vazifelerden feragat edip en a’zam mes’ele olan iman hizmetini esas yapması icab ediyorsa, bugün iman hizmetinde vazife alanların elbette ki manevi hizmeti daha çok tercih etmeleri lazımdır.
Hem mezkûr ikaznamede, külli ifsadat içinde umumi ahlâkın bozulması ile itimadın sarsılması sebebiyle bu bozuk vasatta geniş daire faaliyetlerinin sağlam ve tesanüd esaslarına müstenid şekilde yapılamayacağına ve en selâmetli hizmetin Nur’un halis hizmeti olduğuna dikkat çekilmektedir. Çünkü şer cereyanı, ya hizmet cemaatinin içine hulûl ederek içten bozmak için sinsi plânlarını tatbike çalışır veya imha etmek ister. Bu manada Hz.Üstad şöyle diyor:
“Sizin beraetiniz ve manen galebeniz, zalimleri şaşırttı. Cepheyi burada değiştirdiler. Düşmanane taarruzdan vazgeçip, dostane hulûl edip, has talebeleri Risale-i Nur’un hizmetinden geri bırakmak için, memuriyet gibi bir meşgale buluyorlar veya terfian işi çok diğer bir memuriyete veya diğer bir meşgaleyi buluyorlar. Burada o neviden çok vakıalar var. Bu taarruz bir cihette daha zararlı görünüyor.”(K:147)
Aynı şekilde
“Perde altındaki düşmanımız münafıklar, şimdiye kadar yaptıkları gibi, adliyeyi ve siyaset ve idareyi zahirî dinsizliğe âlet edip, bize hücumları akîm kaldığı; ve Risale-i Nur’un fütuhatına menfaati olan eski plânlarını bırakıp, daha münafıkane ve şeytanı da hayrette bırakacak bir plân çevirdiklerine dair buralarda emareleri göründü. O plânların en mühim bir esası; has, sebatkâr kardeşlerimizi soğutmak, fütur vermek, mümkün ise Risale-i Nur’dan vazgeçirmektir. Bu noktada o kadar acib yalanları ve desiseleri istimal ediyorlar ki, Isparta ve havalisi, gül ve nur fabrikasının kahraman şakirdleri gibi, çelik ve demir gibi bir sebat ve sadakat ve metanet lâzım ki dayanabilsin. Bazı da dost suretinde hulûl edip, korkutmak mümkünse, habbeyi kubbe edip evham veriyorlar.”(E:125)
Ve “Bu gizli din düşmanları ve münafıklar çoktandır anladılar ki, Nur Talebelerinin kefenleri boyunlarındadır. Onları, Risale-i Nur’dan ve üstadlarından ayırmak kabil değildir. Bunun için şeytanî plânlarını, desiselerini değiştirdiler. Bir zayıf damarlarından veya sâfiyetlerinden istifade ederiz fikriyle aldatmak yolunu tuttular. O münafıklar veya o münafıkların adamları veya adamlarına aldanmış olanlar dost suretine girerek, bazan da talebe şekline girerek derler ve dedirtirler ki: “Bu da İslâmiyete hizmettir; bu da onlarla mücadeledir. şu malûmatı elde edersen, Risale-i Nur’a daha iyi hizmet edersin. Bu da büyük eserdir.” gibi bir takım kandırışlarla sırf o Nur Talebesinin Nurlarla olan meşguliyet ve hizmetini yavaş yavaş azaltmakla ve başka şeylere nazarını çevirip, nihayet Risale-i Nur’a çalışmaya vakit bırakmamak gibi tuzaklara düşürmeye çalışıyorlar.”(T:690)
Aynı şekilde ihtilâfları tahrik ederek tefrikaya düşürmeye, içten tahrife ve bozmaya çalışırlar.Nitekim Hz.Üstad diyor:
“Ben kendim mükerreren müşahede etmişim ki: Yüzde on ehl-i fesad yüzde doksan ehl-i salahı mağlub ediyordu. Hayretle merak ettim, tedkik ederek kat’iyyen anladım ki: O galebe kuvvetten, kudretten gelmiyor, belki fesaddan ve alçaklıktan ve tahribden ve ehl-i hakkın ihtilafından istifade etmesinden ve içlerine ihtilaf atmaktan ve zaîf damarları tutmaktan ve aşılamaktan ve hissiyat-ı nefsaniyeyi ve ağraz-ı şahsiyeyi tahrik etmekten ve insanın mahiyetinde muzır madenler hükmünde bulunan fena istidadları işlettirmekten ve şan ü şeref namıyla riyakârane nefsin firavuniyetini okşamaktan ve vicdansızca tahribatlarından herkes korkmasından geliyor.”(L:85)
Eğer böyle planlar netice vermiyorsa, çeşitli bahaneler çıkarıp o bahaneler perdesi altında su-i kast planlarını tatbikle tecavüz etmek isterler.Evet
“Ecnebi menfaati hesabına ve bu millet ve bu vatanın pek büyük zararına çalışan bir gizli komite, bizim beraetimizi bozmak için, her tarafta habbeyi kubbe yaparak bir kısım memurları aleyhime evhamlandırdılar. Bir maksadları; benim sabrım tükensin, artık yeter dedirtsinler. Zâten onların şimdi benden kızdıklarının bir sebebi; sükûtumdur, dünyaya karışmamaktır. Âdeta ne için karışmıyorsun, tâ karışsın maksadımız yerine gelsin diyorlar.”(E:17)
Hatta bu gizli düşmanlar gayeleri için en şenî planları hazırlayıp tatbik edebilirler. Hz Üstadın bir beyanı şöyledir:
“Gizli düşmanlarımız hükûmetin ehemmiyetli ve birkaç vazifedarlarını elde edip beni tazyikatla, Menemen ve şeyh Said hâdisesi gibi bir hâdise çıkarmak için bütün kuvvetiyle en hassas damarlarıma dokunduracak tarzda her desiseyi istimal ettiler. Gördüler ki Eski Said yok, yenisi ise her şeye tahammül ediyor, o plânı sair sû’-i kasdlere ezcümle zehir vermeye tebdil ettiler. Hıfz-ı İlahî onu da akîm bıraktı. şimdi o münafıklar resmen hükûmetin nüfuzunu, benden halkları ürkütmek ve vazgeçirmek için burada dehşetli bir propaganda ile istimal ediyorlar. Fakat siz hiç telaş etmeyiniz. İnayet-i Rabbaniye devam eder. Gittikçe fütuhat-ı Nuriye tevessü’ ediyor.”(E:147)
Bu din düşmanlarının çeşitli plân ve niyetlerini bilen Bediüzzaman Hazretleri bunların işi nereye kadar götürmek istediklerini göstermek bakımından şu misalide veriyor:
“Otuz sene evvel Dâr-ül Hikmet a’zası iken, bir gün arkadaşımızdan ve Dâr-ül Hikmet a’zasından Seyyid Sa’deddin Paşa dedi ki: “Kat’î bir vasıta ile haber aldım; kökü ecnebide ve kendisi burada bulunan bir zındıka komitesi, senin bir eserini okumuş. Demişler ki, bu eser sahibi dünyada kalsa, biz mesleğimizi (yani zındıkayı, dinsizliği) bu millete kabul ettiremeyeceğiz. Bunun vücudunu kaldırmalıyız.” diye senin i’damına hükmetmişler. Kendini muhafaza et.” Ben de “Tevekkeltü Alallah, ecel birdir, tegayyür etmez” dedim.
İşte bu komite, otuz sene belki kırk seneden beri hem tevessü’ etti, hem benimle mücadelede herbir desiseyi istimal etti. İki defa imha için hapse ve onbir defa da beni zehirlemeye çalışmışlar (şimdi ondokuz defa oldu.) En son dehşetli plânları, sâbık dâhiliye vekilini ve Afyon’un sâbık valisini, Emirdağı’nın sâbık kaymakam vekilini aleyhime sevketmeleriyle, resmî hükûmetin nüfuzunu bütün şiddetiyle aleyhimde istimal etmeleridir. Benim gibi zaîf, ihtiyar, merdümgiriz, fakir, garib, hizmete çok muhtaç bir bîçareye o üç resmî memurlar, aleyhimde öyle bir propaganda ve herkesi korkutmak o dereceye gelmiş ki; bir memur bana selâm etse, haber aldıkları vakitte değiştirdikleri için, casusluktan başka hiçbir memur bana uğramadığını ve komşularımın da bazıları korkularından hiç selâm etmediklerini gördüğüm halde; inayet ve hıfz-ı İlahî bana bir sabır ve tahammül verdi. Emsalsiz bu işkence, bu tazyik, beni onlara dehalete mecbur etmedi.”(E:193)
Hz. Üstad bir suale verdiği cevabında mezkûr ifsad komitesinin bu tarz plânlarına icmalen şöyle işaret ediyor:
“Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye neden hizmet edemedi?
C- En büyük hizmeti, adem-i hizmetidir. En büyük hareketi, hareketsizliğidir. Çünkü buradaki hâkim olan kuvvet-i ecnebiye, lehinde olmayan herbir hareketi boğuyor. Hareket edenleri gördük, mukaddes câmilerde gâvurlara dua ettirildi ve mücahidlerin cevaz-ı katline fetva verdirildi. İşte Dâr-ül Hikmet, bu fırtına içinde âlet ettirilmedi. En büyük mani olan ecnebi kuvvet, bütün kuvvetiyle ahlâksızlığı himaye ve teşci’ ediyordu.”(S.T.İ.89)
Risale-i Nur ‘daki has ve halis iman hizmetini geniş dairedeki hizmet şekline çevirmekle daha faydalı neticeler alınabileceği yolunda telkinatlarda yapıla gelmektedir. Bu tarz fikirler çok cazip görünse de Risale-i Nur böyle zâhirde şa’şalı hareketlere ve cereyanlara dâhil olduğu ve bu nevi hareketlerle ihtilata girdiği görülmemiştir. Nitekim Hz.Üstad bu manada çok cazip bir teklifi kabul etmediğini, hikmetleriyle beyan ederek, Risale-i Nur’un çok ehemmiyetli bir düsturu olarak şu hâdiseyi ibret nazarlarına arz eder:
“Büyük memurlardan birkaç zât benden sordular ki: “Mustafa Kemal sana üçyüz lira maaş verip, Kürdistan’a ve vilayat-ı şarkıyeye, şeyh Sünusî yerine vaiz-i umumî yapmak teklifini neden kabul etmedin? Eğer kabul etseydin, ihtilâl yüzünden kesilen yüzbin adamın hayatlarını kurtarmaya sebeb olurdun?” dediler.
Ben de onlara cevaben dedim ki: Yirmişer-otuzar senelik hayat-ı dünyeviyeyi o adamlar için kurtarmadığıma bedel, yüzbinler vatandaşa, herbirisine milyonlar sene uhrevî hayatı kazandırmaya vesile olan Risale-i Nur, o zayiatın yerine binler derece iş görmüş. Eğer o teklifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye âlet olamayan ve tâbi’ olmayan ve sırr-ı ihlası taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi.”(E:11)
Yine bir mektubunda aynı mânayı te’yiden ve şayan-ı ibret ve teemmül olan bir ikazı da şöyledir:
“Hem maddî hem manevî, hem nefsim hem benimle temas edenler gayet ehemmiyetli benden sual ediyorlar ki: “Neden herkese muhalif olarak -hiç kimsenin yapmadığı gibi- sana yardım edecek çok ehemmiyetli kuvvetlere bakmıyorsun? İstiğna gösteriyorsun? Ve herkes müştak ve talib olduğu ve Risale-i Nur’un intişarına, fütuhatına çok hizmet edeceğine o Risale-i Nur şakirdlerinin hasları müttefik oldukları ve senden kabul ettikleri büyük makamları kabul etmiyorsun? şiddetle çekiniyorsun?
Elcevab: Bu zamanda ehl-i iman öyle bir hakikata muhtaçtırlar ki; kâinatta hiçbir şeye âlet ve tâbi’ ve basamak olamaz ve hiç bir garaz ve maksad onu kirletemez ve hiçbir şübhe ve felsefe onu mağlub edemez bir tarzda iman hakikatlarını ders versin. Umum ehl-i imanın bin seneden beri teraküm etmiş dalaletlerin hücumuna karşı imanları muhafaza edilsin.
İşte bu nokta içindir ki, dâhilî ve haricî yardımcılara ve ehemmiyetli kuvvetlerine, Risale-i Nur ehemmiyet vermiyor, onları arayıp tâbi’ olmuyor.. tâ avam-ı ehl-i imanın nazarında, hayat-ı dünyeviyenin bazı gayelerine basamak olmasın ve doğrudan doğruya hayat-ı bâkiyeden başka hiçbir şeye âlet olmadığından, fevkalâde kuvveti ve hakikatı, hücum eden şübheleri ve tereddüdleri izale eylesin.”(E:74)
Yine aynı hükmü te’yiden Hz. Üstad:
“Bu sırada dâhilde o kadar dâhilî, haricî heyecanlı parti cereyanları varken ve bundan tam istifade etmek, yani mahdud birkaç arkadaşına bedel çok diplomatları kendisine taraftar kazanmak için zemin hazır iken, sırf siyasete karışmamak ve ihlasına zarar vermemek ve hükûmetin nazarını kendine celbetmemek ve dünya ile meşgul olmamak için, bütün arkadaşlarına yazıp ki: “Sakın cereyanlara kapılmayınız, siyasete girmeyiniz, asayişe dokunmayınız!” dediği ve iki cereyan bu çekinmesinden ona zarar verdikleri; eskisi evhamından, yenisi de “Bize yardım etmiyor” diye ona çok sıkıntı verdikleri halde (Ş:374)
Diyerek devam eden beyanında da Risale-I Nur’u geniş sahada neşredecek olan diplomatlardan dahi ihlas için uzak durduğunu ve bu içtinabından dolayı da muhalif ve muvafık iki siyasi cereyanın eziyette bulunduklarını, buna bedel Nur’un ve hizmetin safiyetinin muhafaza edildiğini açıklıyor. Demek oluyor ki, geniş dairedeki ünvanlı şahsiyetlerle temas ve ihtilatın zahirde getireceği faydadan daha çok manevi zararı vardır ki men ediliyor.
Aynı mes’eleyi tahkim ve ehemmiyetini tebarüz ve mesleğin bir hususiyetini beyana vesile olan bir suale verdiği cevapta şöyle demektedir:
“ Sual: Neden ne dâhilde, ne hariçte bulunan cereyanlara ve bilhassa siyasetli cemaatlara hiçbir alâka peyda etmiyorsun? Ve Risale-i Nur ve şakirdlerini mümkün olduğu kadar o cereyanlara temastan men’ ediyorsun. Halbuki eğer temas etsen ve alâkadar olsan, birden binler adam Risale-i Nur dairesine girip parlak hakikatlarını neşredeceklerdi; hem bu kadar sebebsiz sıkıntılara hedef olmayacaktın!

Elcevab: Bu alâkasızlık ve içtinabın en ehemmiyetli sebebi: Mesleğimizin esası olan “ihlas” bizi men’ediyor. Çünki bu gaflet zamanında, hususan tarafgirane mefkûreler sahibi, herşeyi kendi mesleğine âlet ederek, hattâ dinini ve uhrevî harekâtını da o dünyevî mesleğe bir nevi âlet hükmüne getiriyor. Halbuki hakaik-i imaniye ve hizmet-i nuriye-i kudsiye, kâinatta hiçbir şeye âlet olamaz. Rıza-yı İlahîden başka bir gayesi olamaz. Halbuki şimdiki cereyanların tarafgirane çarpışmaları hengâmında bu sırr-ı ihlası muhafaza etmek, dinini dünyaya âlet etmemek müşkilleşmiş. En iyi çare, cereyanların kuvveti yerine, inayet ve tevfik-i İlahiyeye dayanmaktır.”(E:39)
Evet, Nur’un hâlis iman hizmetindeki hizmet ehlinin ,bu acib asırda keyfiyet hususiyetlerini muhafazada çok dikkatli olmaları icabediyor. Geniş daire faaliyetlerine Nur’un ikaz ve irşadları tebliğ edilmeli, fakat ihtilatsız ve Nur’un izzet ve hâlisiyetini incitmeden, yani tâbi ve dahil olmadan, diğer bir ifade ile hizmet-i imaniyenin umuma ders veren mal-ı umumilik vasfı muhafaza edilmek şartıyla olmalıdır. Yoksa geniş dairenin, nefsin hissiyatına hoş gelen şa’şalı faaliyetlerine fiilen katılıp hizmet ehlinin nazarlarını hârice dağıtmak, hizmet ehline fütur getirmek olur ki bu büyük zarardır. Mutabık-ı hal demek olan belağatın icabı olarak her türlü teşvikler, nefsin hissiyatına hoş gelmeyen manevi hizmetlere yapılmalıdır.
Hakiki Nur talebeleri tevazu, mahviyet ve terk-i enaniyet gibi meziyetlerinin iktizası olarak hizmeti Nuriyede bulunurken böyle şa’şaalı, cazibedar ve tezahüratlı faaliyetleri esas alamaz. Belki esas vazife-i Nuriye ve mânevi hizmet hayatı, a’zami ihlas ve sadakat üzere tam ve ciddiyetle muhafaza edilmek ve hâslar dairesinin manevi merkeziyeti ve müessiriyeti tam yerleşmiş olmak ve geniş dairedeki faaliyetler meşruiyet içinde Nur’a muvafık tutulmak şartıyla, hem bu faaliyetlerin lüzüm derecesinin imana nispetle ikinci ve üçüncü derecede olduğunun da şuurunda olmak ve haslar dairesini korumak kaydiyle, içtimai faaliyetlerin hizmet-i diniyeye vereceği faydaları, hatalarını, hatalarını örtebilir veya aşabilir ve bu şartlarda makbuliyeti kazanabilir.
Haslar dairesini muhlas hizmetkârlarının tezahürattan uzak mahviyetkâr vasıfları, Risale-i Nur’un muhtelif eczalarında tavsif edilmiştir. Ezcümle Şualar’daki bir ifade şöyledir: “Evet bu asrın dehşetine karşı, taklidî olan itikadın istinad kal’aları sarsılmış ve uzaklaşmış ve perdelenmiş olduğundan; her mü’min, tek başıyla dalaletin cemaatle hücumuna mukavemet ettirecek gayet kuvvetli bir iman-ı tahkikî lâzımdır ki dayanabilsin. Risale-i Nur bu vazifeyi; en dehşetli bir zamanda ve en lüzumlu ve nazik bir vakitte, herkesin anlayacağı bir tarzda, hakaik-i Kur’aniye ve imaniyenin en derin ve en gizlilerini gayet kuvvetli bürhanlar ile isbat ederek, o iman-ı tahkikîyi taşıyan hâlis ve sadık şakirdleri dahi, bulundukları kasaba, karye ve şehirlerde -hizmet-i imaniye itibariyle- âdeta birer gizli kutub gibi, mü’minlerin manevî birer nokta-i istinadı olarak, bilinmedikleri ve görünmedikleri ve görüşülmedikleri halde, kuvve-i maneviye-i itikadları cesur birer zabit gibi, kuvve-i maneviyeyi ehl-i imanın kalblerine verip, mü’minlere manen mukavemet ve cesaret veriyorlar.(Ş:748)
Tezahürata riyakârlık manasında bakan Hz. Üstad şöyle diyor:
“Hattâ tezahüre bir riyakârlık, bir hodfüruşluk, bir enaniyet manasını verip halklarla görüşmeyi de terk ettiği ve rahmet-i İlahînin ihsanı ile sesi de kesilmiş ki, dostlarla görüşmeye mecbur olmasın ve hatırları da kırılmasın.” (E:237)
(Mevzu ile alâkalı tafsilat için Hizmet Ehlinin Hususiyetleri adlı Nur eczalarında alınmış toplamaya bakılabilir)
Mezkûr ifadelerden açıkça görülüyor ki tahkiki iman dairesinde ihlâs ve sadakat ehli olan şakirdler, şa’şaa ve tezahürat âlemlerine girmezler.
Bir mahkeme münasebetiyle Hz. Üstad’ın yazdırdığı, gayr-ı münteşir ve has daireye bakan bir mektubda da bu mes’eleyi çok derin hikmetiyle ifade edip der ki:
“Aziz kardeşlerimiz Ahmed Feyzi, Mehmed Emin.
Necded Bey’in tekrar ifade vermesini bildiren mektubunuzu aldık. Üstadımıza okuduk. Üstadımız sizlere selâm ediyor ve muvaffakiyetler niyaz ediyor ve diyor ki:
“Aziz kardeşlerimiz, şu dünyanın gidişatı ve hâdisatın sevkiyatı her dâim bitamamihâ âhiret hesabına olmasından, ehl-i hakikat âhiret ve beka itibariyle dünyaya bakıyorlar. Bu dünyada muvaffakiyet ve parlak saadet maksud-u bizzat değil. Belki rıza-yı İlahi ,saadet-i ebediye gibi ulvi emirlerdir. Esma-i hüsnanın mütenevvi tecelliyatına mazhariyet kesbetmektedir. Mahiyet-i insaniyede münderic acz, fakr, zaaf gibi madenleri tazyiklerle işlettirip dergah-ı uluhiyete iltica ettirmektedir.
Eğer bunlar olmasaydı, yalnız kürsülere çıkıp konferanslar ve vaazlar vermek , fikrî münakaşalar yapmak gibi meşru’ hususlar dahi olsaydı sönük kalırdı, tam kemal olmazdı. Hakiki ubudiyet yapılmayacaktı, yalnız bir cihette ayinedarlık olurdu. Mes’ele ruhun derinliğine nüfuz edemeyecekti.
İşte bu ve bunun gibi daha birçok sebebler var ki; Risale-i Nur şakirdleri cüz’i külli dünyevi müzayakalara, kederlere düçar oluyorlar. Tâ ihlaslarını muhafaza edebilsinler, hâdisatın şaşaa-i surîsine kapılıp aldanmasınlar.
Hatta bu sene içinde Üstadımızın Ankara ve İstanbul’a son seyahatları ve neticesinde muhalif ve muvafık muhitlerin birinden Nur’a iltihakları mana teşkil edip meydana gelen Risale-i Nur talebelerinin azîm manevi kuvveti icabı iken Risale-i Nur’un nurani ,bedi’ ve ulvi dairesine nâehiller girmemek ,dünyevi ve siyasi cereyanlar buluşmamak için kader-i İlahi dest-i inayetle muhafaza ediyor, sırrı imtihanı muhafaza ediyor gibi bazı sebebler olsa gerektir.
Çok selâm ve muvaffakiyetler.
Kardeşiniz Zübeyr, Mustafa Acet”

Hakiki Nur şakirdlerinin ehl-i dünyaca mahkemeler vasıtasıyla taciz edilmeleri gibi hadiselerin, âlem-i İslam’ın Nurculara itimadına vesile olduğunu anlatan, gayet mânidar ve medenilerle ihtilâtı hoş görmeyen mektup dahi şayan-ı teemmüldür. Şöyle ki:
“Üstadımız diyor ki: Mahkemelerin te’hirinde hayır var. Şimdiye kadar Nur’a ve Nurculara verilen zahmetler, rahmetlere dönmesi gösteriyor ki; bu te’hirde de hayırlar var ki, birisi bu olmak ihtimali var:
Hariç âlem-i İslâm’da Nur’un ehemmiyetli tesire başlaması ve inkişaf ve intişarı ve buranın siyasîleri Avrupa’ya bir rüşvet olarak bir derece Avrupalaşmak meylini göstermesi, hariçte zannedilmekle mahkemelerce Nur’un serbestiyet-i tâmmesi için karar vermek, hariç âlem-i İslâm’da Nurların hakikî ihlasına böyle bir şübhe gelecekti ki; ya Nurcular riyakârlığa mecbur olmuşlar veyahut böyle medenîleşmek fikrinde olanlara ilişmiyorlar, za’f gösteriyorlar diye Nur’un kıymetine büyük zarar olduğu için bu te’hir o evhamları izale eder. Ve isbat ediyor ki: Otuz seneden beri İslâmiyetin şiarına muhalif şeylere baş eğmiyorlar.”(E:107)
Mesnevi-i Nuriye’de de şu ifade var:
“Ey uykuda iken kendilerini ayık zannedenler! Umûr-u diniyede müsamaha veya teşebbühle medenîlere yanaşmayın. Çünki aramızdaki dere pek derindir. Doldurup hatt-ı muvasalayı temin edemezsiniz. Ya siz de onlara iltihak edersiniz veya dalalete düşer boğulursunuz.” (Mesnevi N.126)
Nesebi âl’e mensub ve içtimai geniş dairede vazifedar olan gelecek zatın vazife makamının nokta-i nazarıyla, asıl mehdiyetin birinci vazife sahasına yani safi ve şaaşasız medreselerdeki hizmetlere bakmanın ,yani dar ve geniş daireleri birbirine karıştırıp tefrik etmemenin mahzurunu anlatan Bediüzzaman Hz.leri şöyle diyor:
“Nurların fütühatını kalben temaşa ederken ,bazı has kardeşlerimin Nur’un tercümanına verdikleri makam noktasında baktım. O makama nispeten fütuhat az olmasından, o makamın şerefi için bir hırs ile vazife-i İlahiyeye karışmak gibi şekva geldi. Sonra mahviyet ve terk-i enaniyet ve ihlas-ı tam ile aynı vaziyete baktım, gördüm ki : O fütuhatta binler hamd ü sena ve teşekkür ve manevi sürur ve sevinç ruhuma geldi.Ben o halde iken anladım ki , makamat-ı maneviye dahi mesleğimizde mevzu bahis olmamalı. Eğer bazı has kardeşlerimin hakkımdan yüz derece ziyade bana verdikleri hisse ve makam hakikat olsa ve hakkımda olsa, mezkûr hakikat için bırakmağa, meslek-i Nuriyede ki ihlâs-ı tamme bırakmağa mecbur eder.”(Osmanlıca teksir baskı Tılsımlar Mecmuasının zeyli, Maidet-ül Kur’an başındaki mektuptan)
İşte bütün bu mezkûr ifade ve beyanlar gibi Risale-i Nur’daki daha birçok ifade ve beyanlar müvacehesinde ve dikkat ve insafla bakılıp teemmül edilmesi halinde Nur’un haslar dairesi; bütün âlem-i İslam’da bir itimad merkezi olmak manasında ciddiyete sahip ve esasat-ı Nuriyenin muhafızlığı vasfına haiz olmasına binaen geniş Nur dairesinin itimad ve hürmetine mazhariyeti neticesi, tesanüde vesile olmak gibi çok mühim vazife-i maneviyeyi hâmil olan manevi bir dairedir. Geniş dairenin hizmette istikamet ve istihdamı için varlığı elzemdir. Hizmette teşettütü kaldırıp tevhide medardır. Varlığı ve müesseriyeti, resmi ve zecri değil manevi ve vicdanidir: Yani hürmet ve itimad evsafına sahip olmanın bir neticesidir. Bu sebeble bu dairedeki hizmet ehlinin hayat seyri, şaşaasız bir derece başkalarından farklı olmak gerektir.

Araştırmacı Yazar
Süleyman Yasin AKDENİZ

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: