Hac ve Kurbanın Birleştirici Gücü!

İnsan olarak eşitiz, imanda eşitiz, kul olarak eşitiz ve en güzeli Kâbe ile yüz yüze gelince tepeden tırnağa eşitiz. Dünyaya gelişte, dünyada var oluşta, dünyadan gidişte ve en tatlısı Kâbe’ye sarılışta sırılsıklam eşitiz.

İki ayağımız, iki elimiz, iki gözümüz, iki kulağımız var; yaratılışta eşitiz. Bu yönüyle bile Kâbe ile eşitiz. Nasıl mı? Kâbe’nin, bağrına bastığı Hacerü’l-Esved’in -hadiste anlatıldığı gibi- konuşan bir dili, gören iki gözü, işiten iki kulağı vardır. Ne dersiniz? Kâbe ile tâ yaratılıştan kardeşmişiz değil mi?

Hac Kâbe demek değil mi? Hac Kâbe ile başlar, Kâbe ile devam eder, Kâbe ile sonlanır (Veda Tavafı). Kur’an öyle diyor zaten: “Hac için bir yol bulabilenin Beyti (Kâbe’yi) ziyaret etmesi, Allah’ın insanlar üzerindeki hakkıdır.” (Âl-i İmrân, 3:97)

Hacca gideceksek, Kâbe’ye uğrayacağız. Bunun için mutlak bir eşitliğe girmek durumundayız. Bu eşitlik ihramla başlar. Hacca niyet eder etmez ihrama bürünürüz. İhrama bürününce de ne üst kalır bedenimizde, ne baş. Tek kıyafet, tek giysi; bembeyaz iki ihram bezi sararız üzerimize. Baş açık, ayak yalın, güneşin altında eşit şartlarda dolaşır dururuz, günlerce… İfrad ve kıran haccı yapacaksak, en az 10 gün kadar çıkaramayız üzerimizden ihramı…

Eşit mekânlarda, eşit zamanlarda ve eşit şartlarda eda ederiz haccı. Hangi kimlikte, hangi konumda ve hangi seviyede olursak olalım, ayrı baş çekemeyiz, farklı hareket edemeyiz, farklı olamayız. İliklerimize kadar tadarız eşit olmanın zevkini ve feyzini, eşit yaşamanın güzelliğini ve lezzetini hac boyunca…

Orucu tek başımıza tutarız, zekâtı tek başımıza götürüp veririz, namazı tek başımıza durup kılabiliriz, ama haccı tek başımıza gidip yapabilir miyiz?

Ayrılığın değil birliğin sembolü

Eşitlenmiş insanlarla, eşitliğin bütün türlerini, çeşitlerini, her yönüyle yaşayarak hacı olmaya, hacı olarak dönmeye ve en önemlisi hacı olarak kalmaya niyet ederiz.

Üzerimizde ve sırtımızda ne kadar imtiyaz ve farklılık taşıyorsak, ne kadar makam ve rütbe bulunduruyorsak, ne kadar dünyalık ve dünyevilik üstlenmişsek, tamamından sıyrılır ve soyunuruz, her halimizle somutluktan soyutlanırız.

İçimizde ve ruhumuzda, nefsimizin kenarında köşesinde; aklımızın yanında yöresinde ne kadar ön yargılarımız, alışkanlıklarımız, vazgeçemediklerimiz, tabularımız ve tapındıklarımız varsa, hepsini, ama hepsini bir daha dönüp bakmamak üzere ihramla birlikte kaldırıp atarız.

Dünyanın dört bir tarafından kopup gelmiş ve bu Kâbe yollarına düşen her bir mü’minle eşit bakışı yakalamaya çalışırız. “Herkes yahşi ben yaman; herkes buğday ben saman” diyerek en gariban, en fakir, en zayıf ve en geride duran birisiyle eşitlenme niyetini taşırız sürekli…

Ne kadar hırsımız varsa, ne kadar beklentilerimiz duruyorsa, ne kadar hesabımız kalmışsa ve zihnimizde daha ne kadar tortularımız, birikintilerimiz varsa bütününü tek kalemde öteleriz, aynı noktada eşitliği hedefleriz.

Tavafta dönerken, say’de koşarken, Arafat’ta vakfe yaparken, Müzdelife’de dururken ve Mina’da şeytanı taşlarken, kurbanlarımızı keserken; hacdaki bütün ibadet türlerini sırasıyla eş ve eşit olarak büyük bir heyecanla yaparız.

Eşitliği yaşama pratiği

Hele Arafat meydanında “Hacı oldunuz!” müjdesini alırken, haccu’l-ekber’in sahibi İki Cihan Serveri’nin Veda Hutbesi’ndeki eşitlik mesajına bütün bedenimizle/benliğimizle kulak kesiliriz, bütün varlığımızla kabul ederiz: “Ey insanlar!  Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız, Âdem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah’tan korkmaktadır. Allah yanında  en kıymetli olanınız O’ndan en çok korkanınızdır. Azası kesik siyahî bir köle başınıza amir olarak tayin edilse, sizi Allah’ın kitabı ile idare ederse, onu dinleyiniz ve itaat ediniz. Kimse kendi suçundan başkası ile suçlanamaz. Baba, oğlunun suçu üzerine, oğlu da babasının suçu üzerine suçlanamaz.”

Her dönemde ve bütün zamanlarda sürekli gündemde kalan ve hiç eskimeyen Vedâ Hutbesi, Allah Resulü’nün (a.s.m.) dilinden insanlığın ortak özelliklerini ve değer yargılarını belirliyor.

Hac mevsiminde mukaddes topraklarda toplanan bütün hacılar bu “kutsal eşitliği” bütün yönleriyle yaşar. Hacdaki eşitlik manzaraları o kadar iç içe, o kadar yan yana, o kadar yoğun bir şekilde görülür ve seyredilir ki, çoğu kere farkına vararak, bazen de farkında olmadan kendinizi o fıtrî akışa kaptırırsınız ve onlardan bir parça olmuşsunuzdur.

Hac süresince yaşanan halleri, insanın diğer zamanlarda yakalaması pek mümkün olmaz. Dünyanın dört bir tarafından, nerdeyse bütün ülkelerden Mekke’ye koşup gelen insanlar vardır. Başka bir yerde o kadar değişik/çeşitli insanı bulamazsınız.

Geçen yüzyılın başlarında bir hac rüyası

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, 1918’de gördüğü sâdır bir rüyada haccın ihmalini anlatır ve İslam âleminin başına gelen felaketlerin önemli bir sebebinin haccı ihmal olduğu tespitini yapar. Sünuhat’ta yer alan Üstadın bu tespitlerini kısaca şöyle özetleyebilir, anlatabiliriz:

Yüzyılın başlarında bir rüya gerçeği. Hakikatin rüyalaşmış hali. Bütün ihmallerin, terk edişlerin, toplu hataların, ortak suçların bir itirafıydı rüyada yer alan unsurlar. Milletçe namazı ihmal etmiştik, keffaretini beş yıl cephelerde sürünerek ödedik. Yılda bir ay orucu çok gördük yıllar süren açlık acısı yaşadık. Kırkta bir, onda bir zekâtı ayırtıp çıkarmadık servetimizden, bedelini kırkta otuz, onda sekiz ödedik.

Ama hac seferine gelince mesele, rüya burada sustu, silikleşti ve sönükleşti. Çünkü haccın değeri ve hikmeti unutulmuştu, ihmale uğratılmıştı bir kere. Ortaya çıkan bu manzara bu musibet değil, bir kahrın ve azabın davetçisi olarak karşımıza çıktı. Cezasını da çok pahalı ödedik ve hâla ödüyoruz. Bu ceza bir günah keffareti değil, bir günah kessâreti, bir günah artışıydı.

Çünkü dünyanın dört bir tarafında yaşayan mü’minler hac sayesinde bir araya geliyorlar, tanışma fırsatı buluyorlar, irfana ulaşarak ârif oluyorlardı. Fikir birliği ve gönül birliği temin ediliyor, kardeşlik ve muhabbet hasreti bu sayede telafi ediliyor, tazeleniyor, taze kalıyordu.

Kâbe etrafındaki birlikteliklerde eksiklikler, noksanlıklar tespit ediliyor, kimin neye ihtiyacı, kimin ne isteği, kimin ne derdi varsa gözden geçiriliyordu. Maddi desteğe mi muhtaç, ilmî takviyeye mi gerek duyuluyor, savunma ihtiyacı mı var, asayiş problemi mi yaşıyor, her ne varsa müzakere ediliyor ve yardımlaşma musluğu açılıyordu sırasıyla…

Bu görüşme ve buluşmalar sonucu iş birliği, güç birliği, ortaklıklar, ortak davranışlar hayata geçiriliyor, mü’minler sadece namaz saflarında değil, bütün saflarda buluşuyor, daha sık omuz omuza veriyorlar, daha çok yüz yüze, göz göze geliyorlardı. Böylece aşılmayan engel, kapatılmayan çukur kalmıyordu. Netice itibariyle yeni sıkıntılara, yeni uçurumlara, yeni çözümsüzlüklere meydan verilmiyordu.

Amma haccın ihmaliyle bütün bu müsbet çalışmalar işlemez hale geldi, İslâmın âli menfaatleri ve idari/siyasi yelpazesi yara aldı, dünya Müslümanlarını derleyip toparlayan o geniş ve kucaklayıcı iksir kayboldu. Sonunda neler oldu?

Neler olmadı ki?

Düşman, milyonlarca Müslümanı İslâmın aleyhinde çalıştırdı, Müslümanların aleyhine geçirdi, kardeş kardeşe düştü, baba oğlunu, oğlu babasını boğmaya cür’et etti.

Hindistan Müslümanları İngilizlerin sinsi oyununa gelerek babasını pederini öldürmüş, yani İslâmî değerleri ve İslâmın kendisini ortadan kaldırmış, başında oturmuş bağırıyor.

Kafkas ve Tatar Müslümanları ise  öldürülmesine yardım ettiği şahsın biçare validesi, annesi olduğunu, iş işiten geçtikten, her şey bittikten sonra  anlıyor. Ayak ucunda ağlıyor. Yani son Farkına varmadan son İslâm  devleti olan Osmanlının tarih mezarlığına gömülmesine yardı ediyor,

Araplar ise yanlışlıkla kahraman kardeşini öldürüp, hayretinden ağlamayı da bilmiyor. O da Osmanlının silinmesine, Türklerin ortadan kaldırılmasına çalışmış, işin farkına varmış ama, artık yapacak bir şey kalmamıştır.

Afrika, özellikle kuzey Afrika Müslümanları kendi din kardeşini tanımadan öldürdü, yine İngilizlerin hilesine kapılarak Osmanlı kardeşini öldürdü, sonra da vâveyla etmeye, dövünüp ağlamaya, feryat edip sızlanmaya başladı, ama artık her şey boşunaydı, hiçbir faydası yoktu dövünmenin

Koca İslâm dünyası ise bayraktarlığını yaptığı oğlunu, Osmanlı cihan devletini gafletle bilmeyerek öldürmesine yardım etti, bir ana gibi saçlarını çekip âh vâh etmeye başladı.

Mehmed Paksu

Moraldunyasi.com

 

Neticede, yüz milyonlarca Müslüman her yönüyle hayır ve ibadet olan hac seferini devam ettirme yerine, bütünüyle şer ve felaket olan düşman bayrağı altında dünyada uzun seyahatler etti.

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: