Hakk Yolunun Zorlukları, Bâtıl Yolun Kolaylıkları (Lem’alar,13. Lem’a, 9. İşaret’in Şerhi)

Soru: Lem’alar kitabından 13. Lem’anın 9. İşaretini açıklayabilir misiniz?

Cevap: Üstad Bediüzzaman bu İşaret’te şöyle diyor:

Sual: Hizbullah (Allah’ın taraftarları) olan ehl-i hidayet, başta enbiya ve onların başında Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm, o kadar inâyet ve rahmet-i İlâhiye ve imdad-ı Sübhâniyeye mazhar oldukları halde, neden çok defa, hizbü’ş-şeytan (şeytanın taraftarları) olan ehl-i dalâlete mağlûp olmuşlar? Hem, Hâtemü’l-Enbiyânın güneş gibi parlak nübüvvet ve risaleti ve iksir-i âzam gibi tesirli i’câz-ı Kur’ânî vasıtasıyla irşadı ve cazibe-i umumiye-i kâinattan daha cazibedar hakaik-i Kur’âniyenin komşuluğunda ve yakınında olan Medine münafıklarının dalâlette ısrarları ve hidayete girmemeleri niçindir ve hikmeti nedir?

[ Bu soru, bütün zamanları içine alan bir soru. Şu an Kur’ana ve İslam’a sırtını dönenleri de içine alan bir meseledir. ]

Elcevap: Bu iki şık müthiş sualin halli için, derince bir esas beyan etmek lâzım gelir. Şöyle ki:

Şu kâinat Hâlık-ı Zülcelâlinin hem cemâlî, hem celâlî iki kısım esmâsı bulunduğundan ve o cemâlî ve celâlî isimler, hükümlerini ayrı ayrı cilvelerle göstermek iktiza ettiklerinden, Hâlık-ı Zülcelâl, kâinatta ezdâdı birbirine mezc edip, birbirine mukabil getirip ve birbirine mütecaviz ve müdafi (müdafaa edici) bir vaziyet verip, hikmetli ve menfaattar bir nevi mübareze (birebir çarpışma) suretine getirip, ondan, zıtları birbirinin hududuna geçirip ihtilâfat ve tagayyürat meydana getirmekle, kâinatı kanun-u tagayyür ve tahavvül ve düstur-u terakki ve tekâmüle tâbi kıldığı için; o şecere-i hilkatin (yaratılış ağacının) câmi bir semeresi olan insan nev’inde o kanun-u mübarezeyi daha acip bir şekle getirip, bütün terakkiyât-ı insaniyeye medar bir mücahede kapısını açıp, hizbullaha karşı meydana çıkabilmek için hizbüşşeytana (şeytanın taraftarlarına) bazı cihazat vermiş.

İşte bu sırr-ı dakik içindir ki, enbiyalar çok defa ehl-i dalâlete karşı mağlûp oluyor. Ve gayet zaaf ve aczde olan dalâlet ehli, mânen gayet kuvvetli olan ehl-i hakka muvakkaten galip oluyorlar ve mukavemet ediyorlar.

[ Yaratıcılık, kudret-ilim-irade sıfatlarını zaruri olarak gerektiriyor. İlim, her şeyi bir plan, program şeklinde takdir eder. Bütün hususiyetlerini tayin eder. Bu şekilde yaratılışın manevi temeli atılır. İrade, o şeyi diğer benzerlerinden ayıracak hususiyetlerle donatır; onu onun açısından uygun zaman ve zeminde varlık âlemine getirme teşebbüsünde bulunur. Kudret ise, iradenin varlık ve hayatını istediği şeyi icad eder, ona sabit bir vücud verir. Bu açıdan şu an gözle gördüğümüz her şey bütün özellikleri ile bu 3 sıfata dayanırlar. Sonrasında cemalî ve celalî isimler hükümlerini icra ederek o şeyi çeşitli özelliklerle donatırlar. Cemal, servet verip izzet sahibi kılmak ister. Celal ise izzetle şımaranları zelil etmek ister. Bu şekilde Muizz ve Müzill simleri tecelli eder. Cemal, ilim vererek hidayet vermek ister. Celal ise, ilmi kendi aklının ürünü görenleri hakikat yolundan saptırmak ister. Hâdi ve Mudıll isimleri bu şekilde tecelli eder. Hz. Âdem’in sahip olduğu ilme rağmen yaptığı hata sonrasında sergilediği tövbe, istiğfar ve kendini eleştirme tavrı gösterir ki O kendindeki ilmi, kendinin değil Allah’ın ikramı olarak görüyordu. Bu şekilde o, hidayet üzere yoluna devam etti. Fakat İblis, secde hadisesinden kaçınmakla Hakka muhalefet etti. Hata kendinden kaynaklanmasına rağmen Allah’ı suçladı. “ Sen beni azgınlaştırdın, ben böyle değildim. İzzetin üzerine yemin ederim ki kullarını yolundan saptıracağım ”[1] diye yemin etti. Bütün ilmi, şer hesabına çalışmaya başladı. Bunun sebebi Onun ilmi kendinden bilmesiydi. Melekler “ Senin bize öğrettiğin ilimden başka bizde ilim yok ”[2] deyip secde ederlerken, O secde etmedi. Demek ki o kendindeki ilmi, kendinin biliyordu. Bu cihetten Mudıll ismine mazhar oldu. Bütün Esma-yı Hüsna kendi hükümlerini yaratılış sisteminde ifade ediyorlar. Bu şekilde yaratılış sistemi mükemmel oluyor. İnsanlık dünyasında ise, kâinattaki bütün celâlî ve cemâlî isimler hükümlerini icra ediyorlar. Şuurlu bir surette… Bu açıdan ehl-i iman ile ehl-i küfür, ehl-i islam ile ehl-i ilhad, ehl-i ihlas ile ehl-i nifak şeklinde muazzam bir ayrışma insanlık dünyasında başından beri görüldü. Hâbil-Kabil mücadelesinden tut, Hz. İbrahim-Nemrud mücadelesine, Hz. Musa-Firavun mücadelesinden, Peygamberimiz ile Ebu Cehil mücadelesine, tâ Âhir Zaman’da Hz. İsa-Deccal, Hz. Mehdi-Süfyan mücadelesine kadar muazzam bir mücadele insanlık dünyasının kaderidir. Bu şekilde Cenab-ı Hakk kemalini izhar ediyor. Mücadele şiddetlendikçe, kemâlâtın izhar çapı da büyüyor. Mücadele şiddetlenmesi için Cenab-ı Hakk her iki tarafa çeşitli cihazat veriyor. Ta ki kalite kanunu tam tecelli etsin. Sıradan insanların bir kısmı ehl-i iman, daha az bir kısmı ehl-i islam ve çok çok az kısmı ise ehl-i ihlas ve ihsan olsun. Tam tersi yönde de insanlığın çoğu ehl-i küfür, daha bir kısmı ehl-i ilhad, çok az bir kısmı da ehl-i nifak olsun.

Celâli ve Cemali isimler dış dünyada mücadeleyi bu şekilde şiddetlendirdiği gibi iç dünyamızda da tecelli etti. Kalb-Nefis, Ruh-Şahsiyet, Sır-Enaniyet mücadelesi ile insan kemale erer. Nefsini arındırırsa, kudsiyete ve selamete; şahsiyetini arındırırsa ferdiyete ve emniyete; enaniyetini arındırırsa hüviyete ve şuura erişir. Eğer bu mücadeleyi yapmazsa nefis-şahsiyet ve enaniyetinin kulu ve esiri olur. Fıtratını bozar. İstidadlarını zayi eder. Kalb ve nefis, şahsiyet ve ruh, enaniyet ve sır savaşında her iki cephenin de silahları olacak şekilde Allah onlara donanım vermiştir. Aşağı kısımlarda Üstad bu noktalara değinecek. 5 ve 6. İşaretlerde işaret edildiği üzere, insandaki kuvve-i şeheviye ve gadabiye nefis ve benliğin güdümü altında ve şeytanın telkinlerine açık bir durumdadırlar. Hücumat-ı Sitte’de bulunan 6 Husus hakka hizmet edenlerin avlandıkları noktaları ifade ediyor.

İnsan bu zıtlıklarla mücadele ettikçe hem kendi fıtratını tanıyor, hem Allah’ın hikmetini öğreniyor, hem kendisinin zayıf ve güçlü yönlerini keşfedip kendini geliştiriyor. Bu manada destek alması gereken yerleri gördüğü gibi nasıl gelişebileceğine dair yolları da öğreniyor. Bir kişinin hayatında ne kadar zıtlıklar iç içe ise, ne kadar mücadele ve mücahede fazla ise, ne kadar düşmanları var ve büyük ise, o o nispette gelişir. Mücadeleleri kişiyi gelişmeye zorlar. Bu manada bir kişinin büyüklüğünü düşmanlarının büyüklüğü gösterir diye maneviyatta ve evliyalar arasında temel bir kural bulunuyor.

Kanun-u tagayyür, bir şeyin bam başka bir varlığa dönüşmesi ve dönüşüme zorlanması veyahut başka bir fonksiyon sergileyecek seviyeye yükselmesi demektir. Mesela “Kureyş’in Şeytanı” denilen ve ömrü yıkım üzere geçen Umeyr bin Vehb’in Müslüman olup “ Kureyş’in Ruhbanı ”[3] olacak duruma gelmesi, ömrünün sonuna kadar insanları hayra ve hakka yönlendirmesi onda tagayyürü gösterir. Yakıcı lavların taşlaşması ve kayalar haline gelmesi, akabinde ufalanarak taş ve toprak şekline dönüşmesi, toprağın bitkilerin bedeninde meyveye, meyvelerin hayvanın bedeninde ete dönüşmesi de diğer tarzda tagayyüre bir delildir. Yakıcı ateş mahiyeti bitti, yapıcı insan bedeni haline geldi diyebiliyoruz.

Kanun-u tahavvül, bir halden başka hale dönüşme demektir. Mesela suyun katı-sıvı-gaz halleri arasında sürekli değişmesi ve gezmesi bir tahavvüldür. İnsanın hastalık-sıhhat, zarar-fayda, gençlik-yaşlılık, dinçlik-yorgunluk halleri arasında geçen ömrü de bir tahavvüldür.

Tagayyür, tahavvüle göre çok daha köklü bir değişimdir. Bir insanın geliştiğinin en büyük göstergesi hayatındaki tagayyürdür. Bu tarz kişiler geçmişleri ile şu anki halleri arasında dağlar kadar fark görürler. Bu farklılık gidişatın çok iyi derecede olduğunu ve değişimin köklü olduğunu haber verir. Tagayyür, kulluk alametidir. Vâcibü’l-Vücud olan Allah için tagayyür, mümkün değildir. Kul için, mümkün ve kemâli için vâcibdir. Bu günün eşkıyası, yarının asfiyası; bu günün evliyası, yarının eşkıyası olabiliyor. Bu tehlikeli ve fırsat dolu haliyle dünya çok mükemmel bir sistemdir. Mayınlı bir arazi gibi de hassasiyet ister. “ Hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork! ”[4] uyarısı boşuna değildir. Büyük hatalar, ufak yanlışlarla başlar. Bunu ehl-i küfür keşfettikleri için, din hizmetkarlarını bu şekilde de avlıyorlar.

Düstur-u terakki, kalkınma, maddi-manevi yükselmenin anayasası demektir. Düstur ile kanun arasındaki fark budur. Maddi-manevi kalkınma için Cenab-ı Hakk, Hakîm, Âdil, Hakem ve Adl isimleriyle böyle mücadele ve mücahedeye dayalı bir sistem kurmuş. Her bir ruhu asker fıtratında ve mücahid donanımıyla, 1001 isme mazhar olacak şekilde Ehadiyetine ayna olarak yaratmış. Bu açıdan dünya, her bir ruh için bulunmaz bir mücahede meydanıdır.

Düstur-u tekâmül, dış dünya ile etkileşerek kemale erme, kemal yolunda zorlanarak gelişme anayasası demektir. Kemalin ileri tabakalarında yol alabilmek için çok köklü değişimler gerekir. Eski alışkanlıklar, gelenekler, görenekler, kültürel bilgiler ve saire ne varsa tamamından sıyrılmak şartıyla o seviyelere kişi erişebilir.

Bu değişim ve gelişim yolculuğunda her iki tarafa Cenab-ı Hakk çeşitli özellikler vermiş. Mücadele güçlensin diye… Soru kısmındaki çok cazibedar şartlara rağmen Medine münafıklarının tavrının sebebine Üstad giriyor: ]

Bu acip mukavemetin sırr-ı hikmeti şudur ki:

Dalâlette ve küfürde hem adem ve terk var ki, pek kolaydır, hareket istemez. Hem tahrip var ki, çok sehîldir ve âsândır, az bir hareket yeter. Hem tecavüz var ki, az bir amel ile çoklarına zarar verip, ihâfe (korkutma) noktasında ve firavuniyet cihetinden onlara bir makam kazandırır. Hem âkıbeti görmeyen ve hazır zevke müptelâ olan insandaki nebâtî ve hayvânî kuvvelerin (güçlerin) tatmini, telezzüzü, hürriyeti vardır ki, akıl ve kalb gibi letâif-i insaniyeyi insaniyetkârâne ve âkıbet-endişâne (sonrayı düşünür yapıda) olan vazifelerinden vazgeçiriyorlar.

[ Ehl-i küfrün başarısının, Hakka muhalefette ısrarının sırları bunlar. Tembeller için uygun bir zemin. Nefsani ve hayvani arzuların sınırsızca tatmini noktasında da serbestlik olan bir duruma sahipler. Hem dehşet vererek halkın üzerinde korku cihetinden bir hakimiyet kurmasıyla bir otorite imajı vermesiyle şöhret budalaları için güzel bir ortam. Hem emek ve zahmet istemeyen yıkıma dayalı işlere dayanıyor. Mesela bir hıyanetle çok kötülüklere sebep olabiliyorlar. Uhud Savaşı’nda olduğu gibi… Bir iftira ile —İfk Hadisesinde olduğu gibi— Medine’de yer yerinden oynamasına yol açabiliyorlar. Saldırganlıkları var. Bu cihetle, savaşta dahi olsa tecavüz ile hukukları çiğnemenin yasak olduğu bir dine galip görünüyorlar. Onlar bizim çocuklarımızı savaşta öldürse, hanımlarımızı katletseler biz onların çocuk ve hanımlarına bunu yapamayız. Bu ise mağlubiyete yol açar. Hem bir şey yapmamakla yıkıyorlar, vazifelerini terk etmekle yol alıyorlar. Kırım Tatarlarının II. Viyana Kuşatması’nda Polonyalıların saldırısını önlemekle mükellef iken, yoldan çekilerek Osmanlı Ordusu’nu iki ateş arasında bırakması gibi… Hem tahrip var. Bir binayı 2 dinamitle 5 dakikada yıkar. Yapıcılık temelli olan din, yıllarca uğraşır ki kaliteli bir adam yetiştirsin. Ehl-i küfür, 2 kurşunla yılların emeğini zayi eder. Türkiye’deki kaliteli ilim ve siyaset adamlarına yapılan fâil-i meçhuller gibi… Bunların hep ehl-i küfür ve nifakın işleri olduğu bu izahtan anlaşılıyor.

Hakka muhaliflerin ellerindeki bu zahmetsiz, kolay, çok etkili, nefsaniyette sınırsız özgürlük taşıyan yola mukabil ehl-i hakkın durumu ise şöyle: ]

Ehl-i hidayet ve başta ehl-i nübüvvet ve başta Habib-i Rabbü’l-Âlemîn olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın meslek-i kudsîsi, hem vücudî, hem sübutî, hem tamir, hem hareket, hem hududda istikamet, hem âkıbeti düşünmek, hem ubudiyet, hem nefs-i emmârenin firavuniyetini, serbestliğini kırmak gibi esasat-ı mühimme (önemli esaslar) bulunduğundandır ki, Medine-i Münevverede bulunan o zamanın münafıkları, o parlak güneşe karşı yarasa kuşu gibi gözlerini yumup, o cazibe-i azîmeye karşı şeytanî bir kuvve-i dâfiaya (itici bir güce) kapılıp dalâlette kalmışlar.

[ Kısaca, dindarlık zor meslek… Vücûdî olmanı ister. Yani yapmamaya değil, hep yapmaya dayanır. Namaz kılmak, helal kazanmak, zekatını vermek gibi… Hem sübûtî olmanı ister. Yani bir yapıp bir yapmama yok. Her gün 5 vakit namaz; yaz-kış, sıcak-soğuk, hasta-sağlıklı fark etmez. Her yıl 1 ay oruç gibi yaptığı şeylerde de sabitlik… Esneklik yok. Çünkü bir kişilik ve varlık inşa ediliyor. Hem ta’mir ehli olmanı ister. Yani yıkıcı değil, yıkılanı yapıcı ve düzeltici. Her şeye ömür verici… Şerre zorlasalar da, damarına bassalar da alttan almanı, sulh üzere bir hayatı senden ister. Yoksa bir anlık öfke, 10 yıl hapis doğurduğu malum bir mesele. Hem hareket ister. Yani dinde durgunluk, tembellik, takılıp kalma, bir şeye bağlanma ve esiri olma yoktur. Her gün kılınan namaz hareketliliği sağladığı gibi, dinin bütün “Yap!” emirleri de bir hareket ve faaliyettir. Çünkü dünya, temelinde hareket ve faaliyet üzere kurulmuş. Akan sular, berrak iken; durgun su, kokuşur ve toprağı da bataklığa çevirir. Çevresine de zarardır. İnsan ve duyguları da bir akarsu gibidir. 5 vakit namazı akarsuya benzeten hadisi hatırlayabilirz! Hem hududda istikamet ister. Yani ifrat-tefritten uzak durmayı, daima istikamet üzere hareket halinde bulunmayı, kontrolsüz bir güç ve freni patlamış kamyon gibi olmamayı ister. “ Ne zulmediniz, ne zulme uğrayınız ”[5] emriyle istikamet dışına çıkmamayı emrettiği gibi, istikamet dışına iten veya çekenlere uymamayı da emreder. Hem âkıbeti düşünmek bir esasıdır. Yani anlık öfkenin seline kapılarak kalp ve kalıpları kırmak onda yoktur. Hem bir anlık şehvet ateşine atılarak dünya ve Ahiretini yakmak yoktur. Anlık nebatî ve hayvanî kuvvetlerin zevk ve lezzetlerinin cazibesine kapılmak yoktur. Akıl ve kalb ve ruhun önceyi ve sonrayı gören nazarları ve taleplerine göre hareket esastır. Hem ubudiyet ister. Yani ömür boyu, Allah’ın emir ve yasaklarına tabi bir hayatı öngörür ve talep eder. Canın sıkkın da olsa, farzları senden bekler. Harama arzun da olsa, imtihan da edilsen yasaklar koyar. Hem nefs-i emmârenin firavuniyetini, serbestliğini kırmak ister. Yani canının istediği gibi hareket etmeye izin vermez. Bu manada dinde mutlak hürriyet yoktur. Haramlarla, nefsin arzularına sınır çizer. Tatil mantığıyla her şeyi bırakmak da yoktur. 5 vakit ezanlarla insanı talime çağırır.

Bütün bu esaslar tembel enaniyete ağır gelmesi, hem istediği yere koşturmak isteyen nefs-i emmareyi öfkelendirmesi, küfür ve nifak yolunun zahmetsiz görüntüsü, her türlü zevk ve lezzete müsaadekar zemini münafıkların Hakka tabi olmasını engelledi. Yarasa kuşu gibi, Hak ve Hakikatin ışığından rahatsız oldular. Kaybettiler. ]

Eğer denilirse: Resul-i Ekrem aleyhissalatü vesselâm madem Habib-i Rabbü’l-Âlemîndir. Hem elindeki hak ve lisanındaki hakikattir. Ve ordusundaki askerlerin bir kısmı melâikedir. Ve bir avuç su ile bir orduyu sular. Ve dört avuç buğday ve bir oğlağın etiyle bin adamı doyuracak bir ziyafet verir. Ve küffar ordusunun gözlerine bir avuç toprak atmakla, o bir avuç topraktan her küffârın gözüne bir avuç toprak girmesiyle onları kaçırır. Ve daha bunun gibi bin mu’cizat sahibi olan bir kumandan-ı Rabbânî, nasıl oluyor da Uhud’un nihayetinde ve Huneyn’in bidâyetinde mağlûp oluyor?

Elcevap: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, nev-i beşere muktedâ ve imam ve rehber olarak gönderilmiştir. Tâ ki, o nev-i insanî, hayat-ı içtimaiye ve şahsiyedeki düsturları ondan öğrensin ve Hakîm-i Zülkemâlin kavânin-i meşietine itaate alışsınlar ve desâtir-i hikmetine tevfik-i hareket etsinler. Eğer Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hayat-ı içtimaiye ve şahsiyesinde daima harikulâdelere ve mucizelere istinad etseydi, o vakit imam-ı mutlak ve rehber-i ekber olamazdı.

[ Peygamberler öyle bir hayat yaşamalılar ki, Kıyamete kadar bütün ümmetinin yaşayacağı ana sıkıntıları ve güzellikleri onlar da yaşamalı ki vahyin rehberliğinde ideal davranışı o durumlarda gösterip ümmetlerine örnek olsunlar. Bedir Savaşı ve galibiyet sevinci, sebepler dünyasının bir hali olduğu gibi; Uhud Savaşı’nın sonundaki mağlubiyet de sebepler dünyasının diğer halidir. Sosyal hayatta da gece ve gündüz gibi durumlar olağan hadiselerdir. İlkinde zafer, ganimet kârını netice verdi. İkincide mağlubiyet ise şehitler kârını verdi. Birçok dersi de Müslümanlara fiilen gösterdi. Emre itaatsizlik, ganimet ve mal hırsı, nasıl kaybettiriyor, nasıl ümmete zarar veriyor fiilen gözüktü. Huneyn savaşı ise, sayı çokluğuna güvenmenin, kuru kalabalığa aldanmanın nasıl kaybettirdiğini göstermesi açısından mühim bir derstir. Dikkat edilirse Uhud Savaşı’nda başta galibiyet varken, emre itaatsizliğe yol açan hırs ve tama’ savaşın gidişatını tam tersine çevirdi. Huneyn’de ise, sayı çokluğuna güvenme başta savaşı kaybettirirken, az ama kaliteli sahabelerin toparlanmasıyla savaş yine kazanıldı. Bu da diğer bir dersi verdi. Müslüman orduları, sayı çokluğuna aldanırlarsa kaybederler. Mühim olan sayı çokluğu değil, askerlik sisteminin ve savaş hakikatinin gereği olan kaliteli, gönüllü, dayanışma içinde ve cesur askerlerden oluşan ordular hazırlayarak savaşa çıkmaktır.

Hendek Savaşı gösterir ki, ümmet savaş teknolojisinde bulundukları muhitin teknik seviyesinden ileri bir seviye elde ederlerse toplu halde saldırılsa dahi galip gelip başarılı bir müdafaa yapılabilir. Bu ders yerine getirilmediği için sahabeler Köprü Savaşı’nda içinde filler bulunan İran ordusuna mağlup oldular. Çünkü fillere karşı savaşma tekniğini bilmiyorlardı. Sonraki savaşlarda taktiği öğrendikleri zaman filli Sasani ordularını kendi atlı askerleriyle perişan ettiler. Fatih Sultan Mehmed, İstanbulun taştan, kalın surlarını delecek toplar döktürerek İstanbul’u fethetti. Memluk Devletinin atlı ordusuna karşı, topla savaşan Osmanlı ordusuyla Yavuz Sultan Selim galip gelip Mısır’ı ele geçirdi. Osmanlı teknikte geri kalınca teknikte ilerleyen Batı Dünyası’nın askerleri karşısında tutunamadı. Onlar tüfekle saldırırken Osmanlı askerleri kılıç ve süngü ile savaşıyorlardı. Hendek Savaşı’ndaki sünnete tabi olunsaydı, savaşlar kaybedilmez, düşmandan daha ileri bir hale geçilirdi.

Peygamberler, sebepler dünyasını teşkil eden Sünnetullah kanunlarını keşfedip o kanunlara hareketlerini uyduran bir din ve sosyal hayat getiriyor. Bu açıdan sünnetullaha tabi olarak hareket etmek dinin zorunlu bir sonucudur. Asıl iş, kâinatla barışık insanlar, bu insanlardan oluşan bir toplum ve dünya düzeni kurmaktır. Bu noktada Peygamberler her sahaya ait İlahi kanunları, hikmetleri ders veren üstadlardır. O kanunlara ayak uydurarak yaşayan ve yaşamayı öğreten mürşidlerdir. Çünkü asıl mesele budur. Harikulade işler, insanları imana eriştirmek, imanlı insanların imanına kuvvet verdirmek için istisnai durumlardır. Kainattaki kanunlarla kendini barıştıran ve onlarla uygun harekete kendini alıştıran bir Müslümanın arkasında kâinat ordusu ve imkanları olur. Allah’ın yardımı ve desteği onunladır.

Ayrıca maddi mucizeler, anlık olduğu için sadece sahabelere hitap edebilecek şeylerdi. Manevi mucize olan Kur’an ise bakidir. Asıl iş manevi mucize olan Kur’anın doğru anlaşılması, Kur’anın doğru şekilde yaşanılması ile bütün zamanlardaki insanlara örnek olabilecek bir hayatı sergilemektir. Bunun tahakkuku için de peygamberlerin ve daha özelde peygamberimizin vahiylerde anlatılan bütün hakikatleri yaşamaları gerekir. Acı ve tatlı, hoş ve nahoş… İşte bu noktada Peygamberler her işinde harikulade durumlar sergilese ümmetlerine örnek olamazlardı. Ya da örnekliği kendi asrıyla sınırlı kalırdı. Bu açıdan: ]

İşte bu sır içindir ki, yalnız dâvâsını tasdik ettirmek için, ara sıra, indelhâce, münkirlerin inkârını kırmak için mucizeler gösterirdi. Sair vakitlerde nasıl ki herkesten ziyade evâmir-i İlâhiyeye itaat etmiştir; öyle de, hikmet-i Rabbâniye ile ve meşiet-i Sübhâniye ile tesis edilen âdetullah kavâninine herkesten ziyade mürâat ve itaat ederdi. Düşmana karşı zırh giyerdi, “Sipere giriniz” emrederdi. Yara alırdı, zahmet çekerdi. Tâ, tamamıyla hikmet-i İlâhiye kanununa ve kâinattaki şeriat-ı fıtriye-i kübrâya mürâat ve itaati göstersin.

[ Model kişilik böyle olunur. Uhud Savaşı’nda yanağına zırhının halkası batmış ve dişi kırılmıştır. Sosyal ve kişisel hayata dair sahabelere tavsiyeleri, hep sünnetullah kanunlarının sırlarını açan tavsiyelerdir. ]

[1] Sa’d suresi, 82-83.

[2] Bakara suresi, 34.

[3] DİA, Umeyr bin Vehb maddesi.

[4] Lem’alar, 17. Lem’a, 14. Nota, 3. Remiz.

[5] Bakara suresi, 279.

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: