Haşir

İman esaslarından: Başta Allaha sıfatları ile inanmak sonra öldükten sonra dirilmeğe inanmak lazım. Yani “Haşre” inanmaktır. Öteki şartlar sonra gelir.

Hiç mümkün müdür ki; bir saltanat, bâhusus böyle muhteşem bir saltanat, hüsn-ü hizmet eden mutilere mükâfatı ve isyan edenlere mücâzâtı bulunmasın. Burada yok hükmündeedir. Demek başka yerde bir mahkeme-i kübrâ vardır.

Demek şu saltanat sahibinin pek büyük bir keremi, pek geniş bir merhameti var. Hem pek büyük izzeti, pek celâlli bir haysiyyeti, nâmusu vardır. Halbuki kerem ise, in’am etmek ister. Merhamet ise, ihsansız olamaz. İzzet ise, gayret ister. Haysiyyet ve nâmus ise, edebsizlerin tedibini ister. Halbuki şu memlekette o merhamet, o nâmûsa lâyık binden biri yapılmıyor. Zâlim izzetinde, mazlûm zilletinde kalıp buradan göçüp gidiyorlar

Bak ne kadar âlî bir hikmet, bir intizâmla işler dönüyor. Hem ne kadar hakikî bir âdalet, bir mîzanla muameleler görülüyor.

Halbuki şu yerlerde o hikmete, o adâlete lâyık binden biri icra edilmiyor. Senin gibi sersemler, çoğu ceza görmeden buradan göçüp gidiyorlar.

Demek bir Mahkeme-i Kübrâya bırakılıyor…

“Ey bizi ni’metleriyle perverde eden sultanımız! Bize gösterdiğin nümûnelerin ve gölgelerin asıllarını, menba’larını göster. Ve bizi makarr-ı saltanatına celbet. Bizi bu çöllerde mahvettirme. Bizi huzuruna al. Bize merhamet et. Burada bize tattırdığın leziz ni’metlerini orada yedir. Bizi zeval ve teb’îd ile tazib etme. Sana müştak ve müteşekkir şu mutî raiyyetini başı boş bırakıp îdam etme.”

Nasılki bir kitap, bâhusus öyle bir kitap ki; her kelimesi içinde küçük kalemle bir kitap yazılmış. Her harfi içinde ince kalem ile muntâzam bir kaside yazılmış. Kâtibsiz olmak, son derece muhaldir. Öyle de şu kâinat nakkaşsız olmak, son derece muhal-ender muhaldir. Zîra bu kâinat öyle bir kitabdır ki; her sahifesi çok kitapları tazammun eder. Hattâ, her kelimesi içinde bir kitap vardır. Her bir harfi içinde bir kaside vardır. Yeryüzü bir sahifedir; ne kadar kitab içinde var… Bir ağaç bir kelimedir; ne kadar sahifesi vardır… Bir meyve, bir harf; bir çekirdek, bir noktadır. O noktada koca bir ağacın programı, fihristesi var. İşte böyle bir kitab, evsaf-ı Celâl ve Cemâle, nihayetsiz kudret ve hikmete mâlik bir Zât-ı Zülcelâl’in nakş-ı kalem-i kudreti olabilir. Demek, âlemin şuhûdiyle bir imân lâzım gelir. İllâ ki, dalâletten sarhoş olmuş olan…hükûmet ise, saltanatın cenah-ı himayesine iltica eden mültecilerin taltifini ister. Adâlet ise, raiyyetin hukukunun muhafaza sını ister; tâ hükûmetin haysiyyeti, saltanatın haşmetini iktiza eder

Evet bir şeyden her şey’i yapmak ve herşey’i birtek şey yapmak, herşey’in hâlıkına has bir iştir.

fermân-ı zîşânına dikkat et. Demek; Vâhid-i Ehadı kabûl etmemek ile, mevcûdat adedince ilâhları kabûl etmek lâzımgelir.

Hatıra gelmesin ki; bu küçücük insânın ne ehemmiyeti var ki, bu azîm dünya onun muhasebe-i a’mâli için kapansın, başka bir daire açılsın? Çünki; Bu küçücük insân, câmiiyyet-i fıtrat itibariyle şu mevcûdat içinde bir ustabaşı ve bir dellâl-ı saltanat-ı İlâhiyye ve bir ubudiyyet-i külliyyeye mazhar olduğundan büyük ehemmiyeti vardır.

Hem, hatıra gelmesin ki; kısacık bir ömürde nasıl ebedî bir azaba müstehak olur? Zira küfür; şu mektûbât-ı Sâmedâniyye derecesinde ve kıymetinde olan kâinatı mânâsız, gayesiz bir derekeye düşürdüğü için, bütün kâinata karşı bir tahkir olduğu gibi; bu mevcûdâtta cilveleri, nakışları görünen bütün Esmâ-i Kudsiyye-i İlâhiyyeyi inkâr ile red ve Cenâb-ı Hakk’ın hakkaniyyet ve sıdkını gösteren gayr-ı mütenahî bütün delillerini tekzib olduğundan nihayetsiz bir cinâyettir. Nihayetsiz cinâyet ise, nihayetsiz azabı îcab eder…

Nasılki şu âlem bütün mevcûdâtıyla Sâni’-i Zülcelâl’ine kat’î delâlet eder; Sâni’-i Zülcelâl’in de sıfât ve Esmâ-i Kudsiyyesi, dâr-ı âhirete delâlet eder ve gösterir ve ister.

Haşre mâni hiçbir şey yoktur. Muktazî ise; (İcab ettiren.) her şeydir. Evet, mahşer-i acâip olan şu koca Arzı, âdi bir hayvan gibi imâte ve ihya eden (Üldürüp dirilten) ve beşer ve hayvana (Dünyayı) hoş bir beşik, güzel bir gemi yapan ve Güneşi onlara şu misafirhanede ışık verici ve ısındırıcı bir lâmba eden, Seyyaratı Meleklerine tayyare yapan bir Zâtın, bu derece muhteşem ve sermedî Rubûbiyyeti ve bu derece muazzam ve muhît hâkimiyyeti; elbette, yalnız böyle geçici, devamsız, bîkarar, ehemmiyetsiz mütegayyir bekasız nâkıs, tekemmülsüz umûr-u dünya üzerinde kurulmaz ve durmaz. Demek, O’na şâyeste, daimî, berkarar, zevalsiz, muhteşem bir diyar-ı âher var Başka bâki bir memleketi vardır. Bizi onun için çalıştırır. Oraya dâvet eder ve oraya nakledeceğine; zâhirden hakîkate geçen ve kurb-u huzuruna müşerref olan bütün ervah-ı neyyire ashâbı, bütün kulûb-u münevvere aktâbı, bütün ukûl-ü nuranîyye erbabı şehadet ediyorlar ve bir mükâfat ve mücâzât ihzâr ettiğini müttefikan haber veriyorlar ve mükerreren pek kuvvetli vaad ve pek şiddetli tehdid eder, naklederler.

Kur’an-ı Hakîm’in hikmeti, hayat-ı şahsiyyeye verdiği terbiyye-i ahlâkiyye ve hikmet-i felsefenin verdiği dersin muvâzenesi:

Felsefenin hâlis bir tilmizi, bir fir’avundur. Fakat menfâati için en hasis şeye ibâdet eden bir firâvun-u zelildir. Her menfaatli şey’i kendine “Rab” tanır. Hem o dinsiz şâkird, mütemerrid ve muanniddir. Fakat bir lezzet için nihayet zilleti kabûl eden miskin bir mütemerriddir. Şeytan gibi şahısların, bir menfaat-ı hasîse için ayağını öpmekle zillet gösterir denî bir muanniddir… Hem o dinsiz şâkird, cebbar bir mağrurdur. Fakat kalbinde nokta-i istinad bulmadığı için zâtında gayet acz ile âciz bir cebbar-ı hodfuruştur… Hem o şâkird, menfaatperest hodendiştir ki: Gaye-i himmeti, nefs ve batnın ve fercin hevesâtını tatmin ve menfaat-ı şahsiyyesini, bâzı menfaat-ı kavmîyye içinde arayan dessâs bir hodgâmdır. (Risale-i nurdan.)

Paylaşan: Abdülkadir Haktanır