Hayalî Ziyaeddin’den Hayalî Bediüzzaman’a gelişimizin kısa bir hikâyesi (Kur’an ve Sünnet ışığında Risale-i Nur hareketinin dünü, bugünü, yarını-12)

İmamların imtihanı

İmam Şafiî henüz delikanlı çağında iken fetvâ verecek bir mertebeye ulaşmış bir ilim âşıkı idi. Ancak hocasının verdiği fetvâ iznini kullanarak ilim mahfillerinde kendisine muteber bir yer edinmek yerine, o hayatına talebe olarak devam edip yeni ilim kaynaklarının peşine düşmeyi tercih etti. Asıl büyük hedefi ise, bugün Malikî mezhebinin kurucusu İmam Malik olarak tanıdığımız efsanevî âlim Malik bin Enes’in talebesi olmaktı. Sırf bunun için Mekke’den Medine’ye göç etti. Bu arada, İmam Malik’in meşhur eseri Muvatta’ı edinerek onun üzerinde çalıştı, hattâ bazı rivayetlere göre onu ezberledi. Bundan sonra da Mekke Valisinden aldığı bir tavsiye mektubuyla beraber Medine Valisinin kapısını çaldı.

İmam Malik, ilmi kadar vakarı ile de tanınmış bir âlimdi. En yüksek seviyedeki idareciler bile onun yanına destursuz giremezdi. Medine Valisi mektubu okuyunca Şafiî’ye “Delikanlı,” dedi, “başıma öyle bir iş çıkardın ki, buradan Mekke’ye yalınayak gitmek bundan daha kolay gelirdi.”

Medine Valisi ile İmam Şafiî (o zamanki haliyle Muhammed adındaki delikanlı) toza toprağa batıp çıkarak İmam Malik’in şehir dışındaki evine ulaştılar. Oraya varınca kapıya çıkan hizmetçiye Vali “Efendine benim geldiğimi söyle” dedi.

Hizmetçinin içeriye girip geri dönmesi bir oldu. İmam Malik “Eğer bir suali varsa bir kâğıda yazıp bıraksın; ders için geldiyse ders saatini biliyor, dönüp gitsin” diyordu.

Vali “Mühim bir iş için Mekke Valisinin mektubuyla geldiğimi söyle” diye hizmetçiyi tekrar gönderdi.

Hizmetçi az sonra bir sandalye ile çıkageldi ve sandalyeyi kapının önüne koydu. Daha sonra da İmam Malik gelip sandalyeye oturdu. Medine Valisinin kendisine verdiği mektubu okur okumaz “Sübhanallah, Resulullahın ilmi artık böyle vasıtalarla mı alınır oldu?” diyerek fırlatıp attı.

Artık Valinin konuşacak mecali kalmamıştı. Bunun üzerine Muhammed ileri atılıp durumunu arz etti.

İmam Malik’in delikanlıya karşı tavrı çok farklıydı. Ona adını sordu. “Muhammed” cevabını alınca da dedi ki:

“Muhammed, Allah’tan kork ve günahtan sakın. Çünkü sen büyük mertebe sahibi bir zat olacaksın. Allah senin kalbine bir nur koymuş; sakın onu günahla kirletme.”

Sonra da delikanlının beklediği müjdeyi verdi ve ertesi sabah gelerek derslere başlamasını söyledi.

Muhammed ertesi gün büyük bir iştiyakla İmam Malik’in derslerine başladı. Aradan yıllar geçip de Bağdat’a geldiğinde, artık o da fıkıhta bir çığır sahibiydi. Bazı noktalarda sevgili üstadı Malik’ten ayrılıyordu; ama hiçbir zaman onun görüşlerini tenkit etmiyor, sadece kendi görüşünü bildirmekle yetiniyordu.

Ancak bir zaman geldi, insanların İmam Malik’e duydukları sevgi ve saygı, itikadlarını tehlikeye düşürecek bir seviyeye erişti. Öyle ki, muhtelif İslâm beldelerinde İmam Malik’e ait eşya ve elbiseler kutsal bir varlık muamelesi görüyor; insanlar onun sarığıyla yağmur duasına çıkıyordu. Hattâ Allah’ın Resulünden bir hadis rivayet edildiği zaman, “İmam Malik de böyle dedi” diyerek Resulullah’ın hadisine karşı çıkılıyordu.

İmam Malik’e bu şekilde kudsiyet izafe edilmesi karşısında İmam Şafiî daha fazla dayanamadı. Çok sevdiği ve saydığı Üstadı hakkında “Hilâfu Malik” adıyla bir kitap yazdı. Ama yine de bu kitabı ortaya çıkarmaya eli vermedi ve onu dürüp kaldırdı. Nihayet, bir sene kadar sonra, işin artık iyice çığırdan çıktığını görüp de başka çare kalmadığına iyice kani olunca bu kitabı neşretti.[1]

Lâkin Şafiî’nin macerası burada bitmedi. İnsanlar, kendilerini İmam Malik’i kutsayarak imanlarını tehlikeye atmaktan kurtaran İmam Şafiî’ye de aynen İmam Malik’e yaptıklarını yaptılar. Yukarıdaki bölümü özetle naklettiğimiz eserin mütercimi, esere eklediği dipnotunda bunu şöyle açıklıyor:


[İmam Şafiî’nin türbesi] her zaman açıktır. Çoğu kadın olmak üzere pek kalabalık ziyaretçi gelir. Türbe dilek mahallidir. Koca arayan kızlardan tut da imtihanı kazanmak isteyen öğrencilere kadar herkes her türlü dileğini bu türbeye yapar. Bu dilekler, dilekçe (arzıhal) şeklinde yazılıp türbenin parmaklıklarından içeri atılır. Hattâ posta ile dilekçe gönderenler de vardır. Posta müvezzii, İmam Şafiî adresine yazılmış her zarfı getirip buraya atar.[2]

***

Şeytan tuzakları, Ömer feraseti

İnsanların sevdiklerini putlaştırma eğilimini hiç şüphesiz şeytan çok iyi biliyor ve onları saptırmak için bu bilgisini büyük bir beceriyle kullanıyordu. İbni Abbas’dan gelen bir rivayete göre, Nuh sûresinde adı geçen Vedd, Süvâ’, Yeğus, Yeûk ve Nesr adındaki putların isimleri, daha önceki zamanlarda yaşamış salih kimselere aitti. Bu kimseler vefat ettikten sonra şeytan insanlara bu salih kişilerin suretlerini yaparak toplantı yerlerine dikmeyi ilham etti. Böylece onlar bu o salih zatları her zaman hatırlayacak ve onların yolundan ayrılmayacaklardı. Ancak zaman geçip de o salih zatları tanıyan nesiller tarihe karışınca onlar unutuldu, suretleri ise bâki kaldı. Ve zamanla insanlar bu suretlere tapmaya başladılar. Nuh aleyhisselâm yüzyıllarca süren tebliğinde insanları tevhide çağırırken, onlar işte bu zatların isimlerini taşıyan putları sayarak “Sakın tanrılarınızdan vazgeçmeyin. Vedd’i, Süvâ’ı, Yeğus’u, Yeûk’u ve Nesr’i bırakmayın”[3] diyorlardı. Şeytan yüzyıllar öncesinden kurgulayıp da sahneye koyduğu oyunla Nuh kavmini işte böyle helâke sürüklemişti.

Şeytan insanı tuzağa düşürmek için yüzyıllar sonrasına yatırım yapacak bir gayret ve ileri görüşlülükle hareket ederken, Resulullahın “Nefsim elinde olan Allah’a yemin olsun ki, seninle yolda karşılaşıp da yolunu değiştirmeyecek bir şeytan yoktur”[4] şeklindeki iltifatına mazhar olan Hz. Ömer de şeytanın tuzaklarını yüzyıllar öncesinden sezen ve tedbirde kusur etmeyen bir ferasete sahipti. Süleyman b. Hanzale anlatıyor:


Kendisiyle sohbet etmek için Übeyy b. Kâ’b’a gitmiştik. O kalktığında biz de kalkıp peşine takıldık.

Yolda Ömer’le karşılaştık. Ömer hemen Übeyy’in peşine düşüp ona kamçıyla vurmaya başladı.

Übeyy kollarıyla kendisini korumaya çalışırken “Yâ Emîre’l-mü’minîn, ne yaptık ki?” diye soruyordu.

Ömer “Bu gördüğün şey, kendisine tâbi’ olunan kişi için fitne, ona tâbi’ olanlar için zillettir!” dedi.[5]


Bu vak’ayı lütfen şu bilgiler ışığında değerlendiriniz:

Übeyy b. Kâ’b, Resulullahın “Kur’ân’ı şu dört kişiden alın”[6] buyurduğu Sahabîlerden biriydi. O ilk vahiy kâtibiydi; Resulullah onu “Kur’ân okuyucularının efendisi, Ensârın efendisi” gibi ünvanlarla taltif etmişti. Daha Resulullah zamanında fetvâ veren bir Sahabî idi. Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’in (r. anhüma) danışma meclislerindeydi. Hz. Ömer zamanında, cemaatle ilk teravih namazını o kıldırdı. Halife Hz. Ömer nezdinde onun gerçekten büyük bir itibarı vardı. Hz. Ömer “Kur’ân’a dair birşey soracak olan Übeyy b. Kâ’b’a, feraizden soracak olan Muaz b. Cebel’e gitsin, ihtiyacı olan da bana gelsin” diyordu.

İşte böylesine mümtaz bir Sahabî peşine adamlar takarak dolaşmaya başladığı zaman işin nereye varacağını o keskin ferasetiyle fark eden Hz. Ömer, bu durumu tâbi’ olanlar için zillet, tâbi’ olunan kimse için ise fitne olarak vasıflandırmıştı. İmam Malik ve İmam Şafiî örneklerinde olduğu gibi, daha sonraki asırlarda insanlar Hz. Ömer’i bu endişesinde haklı çıkarmaktan geri kalmadılar.

***

Kur’ân kıssaları neyi anlatıyor?

Hz. Ömer’in endişe ettiği, şeytanın ise çok iyi bildiği ve kullandığı bir beşerî zaafımızın nice nesilleri helâke sürüklediğine dair örnekler Kur’ân kıssalarının da ortak temasını teşkil eder. Bu zaafı, bizim tevhide bağlılıktaki ciddiyetimizi sınamak amacıyla manevî yapımıza yerleştirilmiş bulunan bir nevi “putperestlik geni” olarak da tasavvur edebiliriz. Helâk olan kavimlerin hikâyelerinde hep bu genin hakimiyeti söz konusudur. Zira bu gen her an uyanmak için fırsat kollamaktadır; fırsatı bulduğu anda kimi zaman evvelâ masum kılıklara bürünerek insanı yoldan çıkarır, kimi zaman da iyice azıtarak insanın bütün benliğini esareti altına alır ve onu Rabbine karşı meydan okuyacak kadar cür’etkâr hale getirir. Musa kavminin henüz denizi yarıp geçmiş ve Firavundan kurtulmuşken putları olan bir kabileye özenerek Musa aleyhisselâma “Bize de bir put yapsana” deyişleri, bu genin uyanmak için hiçbir fırsatı kaçırmadığını bize açıkça gösteriyor.[7] Onun için, beşer âleminde iyi veya kötü herhangi bir kimsenin sürekli övgülere mazhar olduğunu ve kendisine olağanüstü özelliklerin yakıştırılmaya başladığını gördüğünüzde, bilin ki bu gen faaliyete geçmiş ve asıl büyük hedefine doğru mesafe kat etmeye başlamıştır. Kişinin ona mağlûp olup olmaması veya ondan kolaylıkla kurtulup kurtulamaması ise, vaziyeti ne kadar erken fark ettiğine ve gereken tedbirleri almakta kusur edip etmediğine bağlı bir durumdur.

***

Kudsiyet Allah’a, ismet peygamberlere ait

Gerek Kur’ân-ı Kerimin başından sonuna kadar tekrar tekrar vurguladığı, gerekse hayatın bize her vesileyle gösterdiği bir gerçek varsa, o da, kusurdan ve hatâdan münezzeh oluşu ifade eden “kudsiyet” sıfatının sadece Allah’a mahsus olduğudur. Bunun yanı sıra, sadece peygamberlere mahsus olan bir de “ismet” sıfatı vardır ki, bu da günah işlemekten korunmuş olmayı ifade eder. Gerçi ismet sıfatı da peygamberlerin hiçbir hatâ yapmadıkları anlamına gelmez; lâkin peygamberlerin yaptıkları hatâlar mutlaka vahiyle tashih edilmiştir. Meselâ İslâm güçlenmeden önce esirleri fidye karşılığında serbest bırakma,[8] münafıklara savaştan geri kalmaları için izin verme,[9] âmâ zâtın sualini mühimsememe[10] konularında Resulullahı muhatap alan uyarılar, peygamberlerin dahi bütünüyle hatâdan münezzeh olmadıklarını, ancak nadiren de olsa yaptıkları hatâların vahiyle düzeltildiğini ve bu sayede onların ümmete her bakımdan güzel bir nümune (üsve-i hasene)[11] teşkil ettiklerini gösteren örneklerdir.

Peygamberlere mahsus olan ismet sıfatına onlardan başka hiç kimsenin sahip olmadığı üzerinde ulema ittifak etmiştir. Bu gerçeğin en aşikâr örneği ise Resulullahın Sahabîleridir. Ümmetin en hayırlıları oldukları hem Kur’ân’ın işaretiyle,  hem de ümmetin ittifakıyla sabit olan ve bir kısmı hayatta iken Cennetle müjdelenen Ashab-ı Kiramın en önde gelenlerinin dahi hatâdan korunmuş olmadığı bütün ümmetin malûmudur.

Bütün bunların hiç tartışma götürmeyecek bir açıklıkla ortaya koyduğu ve kesinlikle iman etmemiz gereken husus şudur:

Allah’ın Resulünden başka hiçbir kimse, hiçbir âlim, hiçbir mürşid, hiçbir şeyh, hiçbir müçtehid, hiçbir imam, hiçbir üstad, hiçbir lider ismet sıfatına mazhar değildir, yani ma’sum değildir, yani hatâsız değildir.[12]

***

Peygamberler ve gayb bilgisi

Bu arada, ismet sıfatının bilgi ile bir ilgisinin bulunmadığını da kaydetmeden geçmeyelim. Peygamberlerin ma’sumiyeti onların günahtan korunmuş olduklarını ifade eden bir durumdur, yoksa onların herşeyi bilen ve bu arada gayba muttali olan kimseler olduğunu göstermez. Gerçi peygamberlerin verdikleri haberlerin büyük ekseriyeti gayb haberidir: iman esasları, kıyamet, âhiret, melekler, geçmiş kavimlerin kıssaları gibi. Ancak bunlar Allah tarafından kendilerine vahyedilmiş olan bilgilerdir; vahyedilmeyen hususlarda ise peygamberlerin gayb bilgisine karşı durumları bizim gibi beşer seviyesindedir:


De ki: Peygamberlerin ilki ben değilim. Bana veya size ne yapılacağını da ben bilemem. Ben sadece bana vahyedilene uyarım; çünkü ben apaçık bir uyarıcıyım.[13]

De ki: Allah dilemedikçe benim kendime ne bir faydam dokunur, ne de bir zararım. Eğer ben gaybı bilmiş olsaydım bundan pek çok yarar sağlardım; kötülük de bana dokunmazdı. Oysa ben iman edecek olanlara bir uyarıcı ve bir müjdeleyiciyim, o kadar.[14]


Sahabîler bütün ümmete örnek olacak bir iman ve teslimiyetle bağlandıkları Resulullahın gaybı bilmediği gerçeğine de bir o kadar âşinâ idiler. Çünkü Resulullah onlara bu gerçeği iyice belletmiş, hattâ “Aramızda yarın ne olacağını bilen bir peygamber var” meâlinde şiir düzenleri bundan kesin şekilde men’ etmişti. Onların bu bilgileri, pek çok defalar onları hatâ ve tehlikelerden korudu. Bunun bir misalini Buharî ve Müslim ittifakla naklediyor:


Resulullah (s.a.v.) sefere bir müfreze göndermiş, Ensardan birisini de komutan tayin etmiş ve “Ona itaat edin” buyurmuştu.

Komutan askerlere bir sebepten dolayı kızdı ve “Resulullah bana itaat etmenizi emretmedi mi?” diye sordu.

“Evet, emretti” dediler.

“Öyleyse size odun toplayıp yaktıktan sonra ateşe girmenizi emrediyorum” dedi.

Odun toplayıp tutuşturdular. Ateşe girmeye niyetlendikleri sırada içlerinden bazıları birbirine bakarak “Biz ateşten kaçtığımız için Resulullaha tâbi olduk; ateşe niye girelim?” dediler.

Onlar böylece tartışırken ateş kendiliğinden söndü, komutanın öfkesi de dinmiş bulundu.

Bu hadise Resulullaha naklediğinde buyurdu ki:

“Eğer o ateşe girmiş olsaydılar ebediyen ondan çıkamazlardı. İtaat ancak maruftadır.”[15]


Bir başka vak’ada da Resulullahın bir müfrezeye komutan olarak tayin ettiği kimse yanlışlıkla bir Müslümanı öldürmüştü. Müfreze seferden dönünce durumu öğrenen Resulullah onları azarladı ve şöyle buyurdu:


Size komutan olarak tayin ettiğim adam benim emrime karşı geldiğinde onu azlederek yerine başka birisini tayin etmekten âciz mi kaldınız?[16]


Her iki vak’anın da ortak yönü: Resulullah bir görev için birisini uygun görmüş, onun bu işi yerine uygun şekilde yerine getireceğini umarak onu tayin etmiştir. Ancak her iki vak’ada da Resulullahın tayin ettiği kişiler onun umduğu şekilde davranmamış, bu yüzden Resulullahın onlara itaat konusundaki emirleri geçerliliğini yitirmiş ve bu sefer başka bir Nebevî emre itaat icap etmiştir: “İtaat maruftadır.”

İkinci vak’ada ise, insanlardan bunun daha da ötesi bekleniyor:

Resulullahın tayin ettiği kişiyi görevden alarak onun yerine uygun birisini tayin etmek.

Bu vak’alardan alınması gereken pek çok ders arasında, konumuzla ilgili olana gelelim:

Her iki olay da açıkça gösteriyor ki, Resulullah gaybı bilmezdi.

Gaybı bilmediği için, tayin ettiği kimselerin verdiği emirler istikametinde hareket edip etmeyeceklerini de ancak tahmin edebilir, ama kesin olarak bilemezdi.

Bu sebepten dolayıdır ki, Resulullahın tayin ettiği kimse hakkında verdiği itaat emri her türlü şart altında ve ilelebet geçerli bir emir mahiyetini taşımıyor; komutan marufu terk edince itaat emri de geçerliliğini kaybediyordu.

Ama o Resulullah idi ve gaybı bilmediğini bütün ümmetine öğretmişti; Sahabîleri de bunu çok iyi biliyorlar, onu tıpkı Kur’ân’ın vasfettiği gibi, “kendisine vahyolunan bir beşer”[17] olarak görüyorlardı.

***

Hayalî Ziyaeddin gitti, Hayalî Bediüzzaman geldi

Evet, o Resulullah idi. O kendisini nasıl tanıttıysa insanlar ona öylece inandılar. Hıristiyanlar ile bir kısım Yahudilerin yaptığı gibi peygamberlerine ulûhiyet sıfatları yakıştırmadılar. Daha doğrusu, onların peygamberlerine yaptıklarını, Ahirzaman Peygamberinin ümmetinden bazı büyük zatlar için sakladılar: İmam Malik ve İmam Şafii örneğinde olduğu gibi! Bunun sonucunda da herşeyi bilen, gaybdan haberdar olan, hatâdan münezzeh maneviyat büyüklerimiz ortaya çıktı. Allah’ın Resulüne karşı varlığını gösteremeyen putperestlik genlerimiz onun ümmetinden salih zatlara gösterilen sevgi ve saygıda gelişecek bir ortam buldu. Ve ne hazindir ki, insanlığa Risale-i Nur gibi bir tevhid hazinesi bırakmış olan Bediüzzaman Said Nursî de İmam Malik’ten bu yana nicelerinin başına gelmiş olan âkıbetten kendi payını aldı. Oysa o, eserlerinin tamamında Tevhid hakikatini pek çok yönlerden ders vermiş, varlık âleminde Allah’tan başka hiç kimsenin icad sahibi olamayacağını anlatıp durmuş, Kur’ân’dan aldığı dersle telif ettiği Risale-i Nur’un vücuda gelmesinde kendi rolünün üzüm salkımını netice veren bir kuru asma çubuğundan ileri gidemeyeceğini söylemiş, ayrıca “Hayalî Ziyaeddin” üzerinden mesajını oldukça net bir şekilde vererek hayalî Bediüzzaman’ların ortaya çıkmasını önlemeye çalışmıştı:


Bundan kırk-elli sene evvel büyük kardeşim Molla Abdullah (rahmetullahi aleyh) ile bir muhaveremi hikâye ediyorum:

O merhum kardeşim, evliya-i azîmeden olan Hazret-i Ziyaeddin’in (kuddise sırruh) has müridi idi. Ehl-i tarîkatçe, mürşidinin hakkında müfritane muhabbet ve hüsn-ü zan etse de makbul gördükleri için o merhum kardeşim dedi ki:

“Hazret-i Ziyaeddin bütün ulûmu biliyor. Kâinatta, kutb-u a’zam gibi her şeye ıttılaı var.” Beni, onunla raptetmek için çok hârika makamlarını beyan etti.

Ben de o kardeşime dedim ki:

Sen mübalâğa ediyorsun. Ben onu görsem, çok meselelerde ilzam edebilirim. Hem sen benim kadar onu hakikî sevmiyorsun. Çünki kâinattaki ulûmları bilir bir kutb-u a’zam suretinde tahayyül ettiğin bir Ziyaeddin’i seversin; yani o ünvan ile bağlısın, muhabbet edersin. Eğer perde-i gayb açılsa ve hakikati görünse, senin muhabbetin ya zâil olur veyahut dörtte birisine iner. Fakat ben o zât-ı mübareki senin gibi pek ciddî severim, takdir ederim. Çünki sünnet-i seniyye dairesinde, hakikat mesleğinde, ehl-i imana hâlis ve tesirli ve ehemmiyetli bir rehberdir. Şahsî makamı ne olursa olsun, bu hizmeti için ruhumu ona feda ederim. Perde açılsa ve hakikî makamı görünse, değil geri çekilmek, vazgeçmek, muhabbette noksan olmak; bilâkis daha ziyade hürmet ve takdir ile bağlanacağım. Demek ben hakikî bir Ziyaeddin’i, sen de hayalî bir Ziyaeddin’i seversin. Çünkü sen muhabbetini ona pek pahalı satıyorsun. Verdiğin fiatın yüz defa ziyade bir mukabil düşünüyorsun. Halbuki onun hakikî makamının fiatına, en büyük muhabbet de ucuzdur.[18]


Bediüzzaman, daha önce yazdığı bir Barla mektubunda da kendisinin hatâdan münezzeh olmadığını hatırlatmakla kalmıyor, ayrıca hatâsını kendisine serbestçe söylemeleri hususunda talebelerini teşvik de ediyor ve bundan memnun kalacağını bildiriyordu:


Üstadınız lâyuhtî değil; onu hatâsız zannetmek hatâdır. . . . Biliniz, kardeşlerim ve ders arkadaşlarım, benim hatâmı gördüğünüz vakit serbestçe bana söyleseniz mesrur olacağım. Hattâ başıma vursanız, Allah razı olsun diyeceğim. Hakkın hatırını muhafaza için başka hatırlara bakılmaz. Nefs-i emmârenin enâniyeti hesabına Hakkın hatırı olan bilmediğim bir hakikati müdafaa değil, ale’r-re’si ve’l-ayn kabul ederim.[19]


Bu pasajlar Risale-i Nur’da yer aldığı ve Risale-i Nur talebeleri de bu mektupları ezbere bildiği halde, telifinden bu yana geçen zaman içinde bu metinler gerçek mânâsını hemen hemen kaybetmiş gibidir. Bugün bu metinler okunup geçiştirilmekte, mânâsı üzerinde kazara durulacak olsa bu defa da tevazu icabı söylenmiş hakikatsiz sözler olarak telâkki edilmekte, telif maksadının tamamen tersi bir muameleye tâbi tutularak Üstadın kendi yüksek makamını gizlemek veya kendi üzerinden başkalarına ders vermek istediği gibi yorumlara tâbi tutulmaktadır. Bunun sonucunda da, Üstad Bediüzzaman, her türlü hatâdan korunmuş, yanılması düşünülemeyen, ağzından ve kaleminden çıkan her sözün hükmü kıyamete kadar bâki kalacak bir konuma yükseltilmiş, başka bir deyişle, gerçek Bediüzzaman gitmiş, onun yerini Hayalî Bediüzzaman almıştır.

“Bir mürşidi hatâsız kabul etmekten kim ne zarar görür?” diye düşünenlerimiz olabilir. Nihayet o mürşid doğru yolda ise, hayatı ve eserleriyle insanları yanlış bir yere çağırmıyorsa, bunun ne mahzuru olabilir?

Burada hayatî önemi taşıyan husus, önemli bir hatânın vuku bulup bulmamasından da önce, bu meselenin bir ilke meselesi olmasıdır. Bir mürşid hatâdan münezzeh kabul edildiğinde, Kur’ân ve Sünnet kendiliğinden devre dışı bırakılmış olur. Kur’ân’dan ve Sünnetten bize lâzım olanı mürşidimiz bize anlatıyorsa bizim bu kaynaklara niçin ihtiyacımız olsun? Hem de asıl kaynaklara doğrudan başvurmanın ne kadar tehlikeli (!) olduğuna dair telkinler arasında bocalayıp duruyorsak, böylesi bize hem rahat, hem de güvenli gelir. Bu arada, hayatımızdan çıkarılmış bulunan Kur’ân’ın lâzımı olan “kudsiyet” sıfatı, daha önce de işaret ettiğimiz gibi, onun yerini almış bulunan mürşidin “lâzımı” haline gelir. Bu da mürşidimizi her kusurdan, eksiklikten, beşerî ârızalardan münezzeh olan, herşeyi bilen, insanın içini okuyan, istikbali gören, gayb âlemlerine nüfuzu olan bir hayalî mertebeye yükseltir ki, bu, peygamberlerin ismet sıfatından dahi çok ötede bir makamdır. Bunun pek çok misallerinden bir tanesini verelim:

Bediüzzaman, Kastamonu mektuplarından birinde, kıyametin tarihi hakkında bir hadis-i şeriften bir istihraç yaparken, “Gerçi delil olmaz” kaydını düşer; bahsin sonunu da وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللهِ  ve  لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللهُ  ifadeleriyle bitirerek bu konuda bilginin Allah katında olduğunu ve Allah’tan başka hiç kimsenin gaybı bilemeyeceğini hatırlatır.

Kur’ân ve Hadisin mutlak üstünlüğüne inanan bir Nur talebesinin bu bahisle ilgili olarak takınacağı tavır, Kur’ân’ın ve Hadisin tekrar tekrar hatırlattığı bir gerçek olan “kıyamet vaktini peygamberler de dahil olmak üzere Allah’tan başka hiç kimsenin bilemeyeceği” gerçeğini öncelemek, Bediüzzaman gibi bir allâmenin beyanlarının da herkes tarafından bilinen böyle aşikâr bir gerçeğe aykırı anlaşılamayacağını dikkate almak ve metni ona göre anlamaya çalışmak olmalıdır; bundan daha başka bir ihtimal tasavvur olunamaz.

Ancak tatbikatta durum daha farklı bir şekilde ortaya çıkmış, söz konusu metinde zikredilen tarih, günümüzde Risale-i Nur talebelerinin önemli bir kısmı tarafından kıyamet tarihi olarak telâkki edilir hale gelmiştir. Bu durum ise Kur’ân ve Sünnetin hakemliğini bir kenara bırakmış olmanın ve Üstaddan geldiğine inanılan herşeyi Kur’an ve Sünnete aykırı olup olmamasına aldırmaksızın kabule hazır bir ruh haletinin delilidir. Oysa kişinin bu konuda yapacağı tercihin taşıdığı risk apaçık ortadadır: Allah’ın ve Resulünün sarih bir şekilde beyan ettiği “gaybı ve kıyametin vaktini Allah’tan başka hiç kimsenin bilemeyeceği”[20] gerçeğine iman şarttır ve bu konuda tereddüt dahi küfür sayılır;[21] Bediüzzaman’ın her sözünü itirazsız kabul etmenin ise imanla bir alâkası yoktur. Faraza, bir Risale-i Nur talebesi Bediüzzaman’ın söz konusu yorumunu bütünüyle reddedecek dahi olsa kendisine hiçbir mes’uliyet terettüp etmez; hattâ bu tavır İslâm ilim geleneğine göre üstadına karşı saygısızlık olarak dahi telâkki edilemez. Fakat bu metni âyet ve hadisin apaçık beyanlarına aykırı bir şekilde anlayıp anlatmanın herkes için çok büyük bir tehlike teşkil ettiğinde hiç şüphe yoktur.

***

Üstad nasıl gaybı bilen Üstad oldu?

Kim ne kadar kabul etmekte zorlanırsa zorlansın, bugün cemaatlerin ve özellikle tarikatlerin ekseriyetinde görülen bir ârıza, Risale-i Nur cemaatlerini de büyük ölçüde etkisi altına almıştır. Bu ârıza, Üstadın gaybı bildiğini – sarihan değilse bile zımnen – kabul etme ârızasıdır. Toplulukların hayatına sızan bâtıl itikadlardan her birinin bir giriş kapısı, yahut içeri girerken büründüğü bir kılık vardır. Burada da, Resulullahın vahye istinaden verdiği gayb haberlerinden bahsederken Bediüzzaman’ın Resulullah için kullandığı “gayb-âşinâ” tabiri bu rolü oynamıştır. Bu itikada göre, eğer Bediüzzaman bir şey için “Böyle olacak” demişse, o mutlaka öyle olacaktır; şartlar ne kadar değişirse değişsin o söz kıyamete kadar bâki kalacak demektir. “Üstad bunu nereden biliyor?” sorusunun cevabı ise ekseriya “Gayb-âşinâ nazarıyla görüyor” şeklinde olur. Böylece, bu tabir, hem tatbik mahallinden, hem de mânâsından çok farklı bir yere taşınmak suretiyle, bir ulûhiyet sıfatı olan “âlimü’l-gayb” anlamını kazanmış olur; çünkü aksini düşünüp de Üstadın hiç değilse bazı sözlerinin haber verdiği gibi çıkmayabileceğini tasavvur etmek mümkün değildir!

Bunu yukarıda geçen Resulullaha ait iki hadise ile kıyas ediniz: O vak’alarda Allah’In Resulü kendi tayin ettiği komutanın ertesi gün ne yapacağını bilmiyordu. Bediüzzaman ise bir kimseyi bir göreve tayin ettiği zaman, onun bütün ömrü boyunca işleyeceği her şey ma’sumiyet kazanmış olur; çünkü Üstad “gayb-âşinâ” nazarıyla onun istikbalini görmüş olmasaydı böyle bir tayini yapmazdı!

***

Rivayet pazarı

Bu tür gaybî haberler revaç bulmaya başlayınca mevcutla yetinilmez, piyasada dolaşan rivayetlere gün be gün yenileri eklenir. Genellikle bu tarz üretimler bazı şeyleri veya kişileri parlatma hedefine dönüktür; insanlar bir lokmayı yuttuktan sonra yeni birisi, onu da benimsedikten sonra daha yenileri tedavüle girer. Resulullahtan intikal eden hadislerin incelenmesinde başvurulan “senedin sıhhati, ravilerin güvenilirliği, hadisin vürud zamanı ve şartları, hüküm çıkarmaya elverişli olup olmadığı” gibi düzinelerce kaide vardır. Muhaddisler olsun, fakihler olsun, bir hadis-i şerifi önlerine koydukları zaman bütün bu hususları kuyumcu titizliğiyle ölçüp biçerler; zaten bunu yapamayana muhaddis veya fakih denmez. Ama Üstadın  yazdıklarını bir yana bırakın, ondan şifahen rivayet edilen herhangi bir sözü dahi Resulullahın hadislerini incelemekte kullanılan yöntemlere tâbi tutmak alışılmış bir uygulama değildir. “Üstad ne demişse doğrudur ve hükmü kıyamete kadar bâkidir” tezini bir kere kabul ettiğiniz zaman, tahkik ve sorgulama için bir sebep kalmadığı gibi, bu tür teşebbüsler hoş da karşılanmaz. Böyle durumlarda genellikle karşılaşılan tavır, Üstada isnad edilen sözleri sorgulamaya kalkanların sadakatini sorgulamaktır.

Oysa biz bu lâkaytlığın neye mal olduğunu çok yakın bir geçmişte gördük. Bir topluluğu utançtan insan içine çıkamayacak hale getirmeye yetecek bir Fetö musibeti içimizde adım adım böyle rivayetlerle semirdi. Nihayet bir kısım aymazlar alenen “Peygamberde olmayan ilim başkalarında olabilir” diyecek kadar cesaret buldular ve uzun zaman bu iddia tekrarlandığı halde, iddia sahiplerini tükürüklerinde boğmaları gereken Risale-i Nur cemaatleri buna tek tük münferit itirazlardan başkaca bir tepki gösteremediler. Uhud savaşındaki mağlûbiyetin akabinde inen âyetlerin ve Resulullahın irşadlarına uyarak Sahabîler öyle bir muhasebe yapmışlar ve öyle bir azimle kendilerini tashih etmişlerdi ki, o günden sonra bir daha yenilgi yüzü görmemişlerdi. Biz ise bir muhasebeye girmekten ziyade eski yenilgilere kılıf geçirip aynı yöntemlerle yeni yenilgilere hazırlanıyoruz.

***

Gerçek misyona dönüş

Bazılarımız bu tesbitlere itiraz edecek ve tasvir ettiğimiz durumun bütün cemaati kapsamadığını öne süreceklerdir. Velev öyle olsa bile, sadece yanlışa bilfiil iştirak etmemiş olmakla kimsenin sorumluluktan sıyrılması mümkün değildir. Kur’ân ve Sünnet bize sadece kötülük yapmamış olmayı kurtuluş yolu olarak göstermiyor; kötülüğe engel olmayı da kurtuluşun en önemli şartları arasında sayıyor. Ama bunu anlamak ve anlatmak, ancak Kur’ân ve Sünneti gerçekten rehber edinen topluluklara müyesser olacak bir iştir. Bu da, ancak Bediüzzaman ile Risale-i Nur’u Kur’an ve Sünnetin yerini alan değil, onlara ulaştıran bir rehber olarak kabul ve mucebince amel etmek suretiyle mümkün olur.

Konunun Bediüzzaman ile ilgili yönüne bu bölümde temas etmeye çalıştık. Risale-i Nur’un bugünkü durumu ise bir sonraki bölümü teşkil ediyor.

[Devamı var]

ÜMİT ŞİMŞEK – yazarumit.com

[1] Baştan buraya kadar olan kısım, Muhammed Ebu Zehra’nın Osman Keskioğlu tarafından tercüme edilen “İmam Şafiî” adlı eserinin 23-34. sayfalarından özetlenmiştir. Bibliyografik bilgiler bir sonraki dipnotunda.

[2] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafiî, müt. Osman Keskioğlu (Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı, 1996), s. 33.

[3] Nuh sûresi, 71:23. İbni Abbas’ın rivayeti için bkz. Buharî, Tefsir 71:1.

[4] Buharî, Fedâilü Ashabi’n-Nebî: 6.

[5] Dârimî, Mukaddime: 54 (no. 529).

[6] Diğerleri: Abdullah b. Mes’ud, Ebû Huzeyfe’nin âzatlısı Salim ve Muaz b. Cebel. (Buharî, Menâkıbü’l-Ensâr: 16; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe: 116).

[7] Bkz. A’râf sûresi, 7:138.

[8] Enfâl sûresi, 8:67-8.

[9] Tevbe sûresi, 9:43.

[10] Abese sûresi, 80:1-10.

[11] Bkz. Ahzâb sûresi, 33:21; Mümtehine sûresi, 60:4. Dikkat çekicidir: Örnek olarak verdiğimiz âyetlerden Mümtehine sûresinin âyeti bize nümune olarak İbrahim aleyhisselâmı gösterdikten hemen sonra, onun babası hakkındaki istiğfarını istisna ederek bu davranışının örnek alınmamasını ihtar ediyor.

[12] Şiîler ise, peygamberlerin yanı sıra Hz. Fatıma ile imamların da ma’sum olduklarını ve günahtan, hatâdan, her türlü yanılma ve unutmadan korunmuş olduklarını iddia ederler.

[13] Ahkaf sûresi, 46:9.

[14] A’râf sûresi, 7:188.

[15] Buharî, Ahkâm: 4; Müslim, İmâre: 39.

[16] Ebû Dâvud, Cihad: 87 (no. 2627).

[17] Kehf sûresi, 18:110.

[18] Kastamonu Lâhikası, 58. Mektup ( http://erisale.com/#content.tr.9.113 ).

[19] Barla Lâhikası, 131. Mektup ( http://erisale.com/#content.tr.8.208 ).

[20] Bkz. A’râf sûresi, 7:187; Tâhâ, 20:15; Lokman, 31:34; Ahzâb, 33:63; Fussılet, 41:17-18; Zuhruf, 43:85; Mülk, 67:25-26; Nâziât, 79:42-44.

[21] “İblis’in onlar üzerinde hiçbir gücü yoktur; âhirete iman edenlerle ondan şüphe edenleri Biz böylece [İblis’i onlara musallat etmek suretiyle] ayırt ediyoruz. Rabbin ise herşeyi gözetip koruyucudur.” (Sebe’ sûresi, 34:21).