Hayat bulmacasının cevabı ölümdedir!

Her şeyin bir anlamı var. Hayatın, ölümün, insanların, hayvanların, ağaçların, dağların…

Her nedense insanoğlu doğumu sevinçle karşılarken, ölümden korkuveriyor. Oysa hayatı anlamlı kılan şey, gerçekte, ölümdür. İnsanoğlu şu dünyada hiç ölmeden yaşıyor olsaydı, herhalde, bu hayatın bir “emanet” olduğunu, bu emanetinse kendisine bir süreliğine verilmiş olduğunu hiçbir zaman düşünemeyecekti. Ama öyle değil; hayat bize verilmiş bir emanet.

İnsan, bu fani dünyanın gelip geçici yolcusu… Ölüm, yaşa başa, kadına erkeğe veya yaşlıya gence bakmadan ansızın geliveriyor kapımıza… Ölüm, bir yok oluş değil; yeni bir hayatın başlangıcı… Öyle ki ölüm, bütün gerçekliğiyle karşımızda duruyor. Zira ne akla, ne de vicdana uygun geliyor, ölümü yok saymak.

Madem ölüm yeni bir hayatın başlangıcı; o halde neden korku ve kaygılar içerisinde, ölümü bir son gibi düşünüyoruz? Ve ölüm deyince neden dünyamız kararıyor bir anda?

Peki ya, ölümün varlığı neden rahatsız ediyor bizleri?

Bunlar gibi pek çok sorunun cevabını, eserlerinde ve yazılarında ölümü sıklıkla ele alan, usta kalem Selim Gündüzalp’le gerçekleştirdiğimiz bu söyleşimizde bulabileceksiniz.

Öykülerinin yanı sıra, yazılarında ve kitaplarında ölümü ele alıp irdeleyen ve ölüme edebî bir bakış kazandıran, bir araştırmacı yazar olarak da yer ediyorsunuz zihnimizde. Bu noktada, gerek ölüm korkusunu yenme ve gerekse de ölüme hazırlanma adına neler söylersiniz bize? Yani ölüme nasıl bakmalıyız, ne dersiniz?

Ölüme bir defa değil, belki her gün defalarca bakmamız gerekir. İnsan her gün yürüdüğü yolda bile aynı yola bakarak yürür. Yoksa bir direğe toslamamız kaçınılmazdır. Hayat yolunda da gittiği istikametten yüzünü çevirmemeli insan.

Nereye gidersek gidelim, ölüm bizimle beraber geliyor. Her şey ama her şey bizden uzaklaşırken, ölüm anbean yaklaşıyor bize.

Dün iki-üç kişi içindi ölüm; bugün, her gün yüz binler için ölüm.

İnsanların sayısı arttıkça, ölümler de çoğalıyor.

Hız kesmiyor ölüm. Aksine sürat peyda ediyor. Eh, bu modern asra da, bu yakışıyor doğrusu!

Biz istediğimiz zaman olacak ya da istediğimiz zaman olmayacak şeylerden biri değildir ölüm. Çarnaçar dönecek ve istemesek de arz-ı endam edecek kapımızda. Vakitli vakitsiz gelecek. Sen işini bitirmeyi düşünürken, o senin işini bitirecek. Çökecek kapının önünde; seni almadan gitmeyecek.

Yok saymakla, göz kapamakla, ölümü yok edemeyiz.

Biz gidiyoruz, aldanmakta fayda yok. Gözümüzü kapamakla bizi burada durdurmazlar; sevkiyat var diyor Bediüzzaman. (Lem’alar, 225)

Ölümün işi bu. Görevi, gelmektir, götüreceğini bulup götürmektir.

Hindistan’da da olsa, Türkistan’da da olsa insan, hangi istan ya da fistanın içinde de olsa fark etmez. Ölümden kaçıp kurtulma şansı yoktur. Sonunda bir taş dikiliverecek bir gün başına. “El-Bâki Hüve’l-Bâki” denecek ve son durak kabristan olacak…

Vadesi gelen ayda da ölür, dünyada da. Ölümün unuttuğu tek bir kişi yoktur bu dünyada. Öyle ki, o kadar hikmetli, takipli, yapanı bellidir ölümün. Tesadüfün zerresi yoktur bu işin içinde.

Ölümü yakın takibe alanlar, hiç zarar görmemişlerdir. Bilakis hayatlarını daha da güzel ve düzgün yaşamanın çabası içine girmişlerdir. Eh, ne de olsa yolculuğunu unutmayan, valizlerini ona göre hazırlar.

Ölümü unutmak kişide ne tür manevî tahribatlara veya kayıplara yol açar?

Bu aslında başlı başına önemli bir konu ve bu asrın belki de en baş problemlerinden biri. Bir etiket var üstümüzde. Faniyiz, ölümlüyüz. Nerede gidersek gidelim, bu yazı silinmiyor. Ya ona göre yaşayacağız ya da onu yok sayacağız.

Sahabeden biri, ev inşa etmektedir. Hz. Peygamber (a.s.m.) de oradan geçer ve der ki: “Dikkat edin, ölüm size yapmakta olduğunuz bu evden daha yakındır.” Yani siz bu evi bitirmeden, ölüm sizin dünyadaki görevinizi bitirebilir. Sahabe mesajı alır, çünkü duyguları açıktır.

Hz. Peygamberimiz (a.s.m.) ne demek istiyor? “İşinizi terk edin, istirahate çekilin, bırakın” demiyor elbette. Ancak “Hayatın en acil ihtiyacını karşılarken bile, sakın ama sakın ölümü unutmayın. Eliniz işle meşgulken, zihniniz, fikriniz, hayaliniz ölümü düşünsün. İşinize renk, hayatınıza ahenk gelsin.” Herhalde mesaj buydu. Ve bütün duyguları açık olan sahabe efendilerimiz derhal ama derhal verilen mesajı alıyorlardı. Biz de bu hatırayı duyduğumuzda mesajı alabiliyorsak ve şöyle bir an için olsun durulup, üstümüzden başımızdan dünyanın tozlarını silkebiliyorsak o mesaj bize de ulaşmış, yerini bulmuş demektir.

Ne kadar zorlu bir görevdir insanları hiç bilmedikleri tehlikelere karşı uyarmak. Şuradan bir düşman gelecek, şurada bir ateş var, şurada bir uçurum var, şurada sizi bekleyen çok önemli tehlikeler var diye uyarmak ve onların gözünü açıp uyandırmak ne kadar güç bir iştir. Kolay bir görev değildir bu. Hele de anlamak ve duymak istemeyenleri uyarmak ve uyandırmak daha da güçtür. En tehlikelisi ise ölüme, kabre ve kıyamete karşı duyguları keskinleştirmek ve onları bir bir açıp uyandırmak, kolay değildir.

İnsan kendisiyle ilgili işleri düşünmekten uzak yaşamaktan hoşlanır. Otuzuna kırkına geldiyse, bir kırk senesi daha var zanneder. Alın size çarşaf çarşaf hayat bulmacası. Doldurun bakalım sağdan soldan kareleri. Yazdığınız bütün kareler, yazdığınız bütün cümleler nereye çıkacak? Ölüme ve kıyamete… Başka nereye çıkabilir ki? Ne yazarsanız yazın, hangi yerden başlarsanız başlayın, hayat yolu sonunda ya kabre ya da kıyamete çıkar. Oraya gelir dayanır. Hayat yolu kısadır.

Ölümü hatırlamak insana bir şey kaybettirmez; çok şey kazandırır.

Korkulardan, kaygılardan ve ümitsizlik hallerinden kurtulup, kalbimizi ümit çiçekleriyle doldurmak ve ölümle yüzleşmek için maddî ya da manevî olarak nelerden, nasıl beslenmeliyiz?

Kur’an’daki kıyamet sahnelerinin böyle anlarda bir daha açılıp, tekrar tekrar okunması gerekir. Bunlar, er ya da geç yaşayacağımız, göreceğimiz sahnelerdir. O gün inananlar hayretle, inanmayanlar ise dehşetle seyredecekler.

Rabbim! Ölümün kötü hâllerinden ve hayatın içine devekuşu gibi başımızı sokup o büyük günü unutmaktan, duygularımızın diriliğini kaybetmekten, son nefeste kelime-i şahadeti söyleyememekten ve kabir azabından bizleri muhafaza eyle!

Her gün yeni bir fırsattır, hayatın kalan günlerini mayalamak için, eksiğini ya da gediğini onarmak, yamamak için bir fırsattır. Rabbimiz imanı bir imkân olarak sunduğuna göre ve her günü bizim için özel yarattığına göre kaçırmayalım bu fırsatı. Uyanışın baharını biz de duyalım. Çalıların içerisindeki bir çiçek gibi, bir kelebeğin gelişini biz de bekleyelim. Her şey görevini eksiksiz yerine getirmeye çalışırken biz neden geri kalalım?

Bir çiçek, diri, dipdiri bir çiçek, ancak bir kelebeği, bir arıyı kendine çeker. Bir bahçede yeniden bir dirilişi ve baharı bazen bir çiçek başlatır. Bir çiçek bunu yapabilir Allah nasip ederse.

O zaman topyekûn bir uyanış, bir diriliş, bazen bir çiçekle başlayabilir. Allah’ın rahmetinden ve kudretinden hiçbir şey uzak değildir. O isterse ve dilerse her şey olabilir. Bir çiçek, bir baharı başlatabilir. İşte her gün böyle bir çiçektir. Kalbimizdeki güzellikleri uyandırmaya gelir. Nice kelebekler, nice arılar gelir. Nice güzellikler… Açın, görün, yaşayın baharınızı. Bu fırsat belki de bir daha hiç olmayacaktır.

Bir tarafta hayatta var olabilme ve gelecek kaygısı, bir taraftaysa ölüm kaygısı yaşıyor insan. Bu kaygı halleri zihnimizde ‘ümitsizlik’ ve ‘korku’ kavramlarını da çağrıştırıyor bir anlamda. Ümitsizlik ve korku arasında olmak ne demektir?

Elinizdeki çekirdeği toprağa koyduğunuzda, o ölümün bir yanda da sümbülün hayatıdır. “Güller toprağın gecesine yaslanır, oradan güler güneşe.” Toprağın gecesine giren bir tohum bile gülen bir gül olarak karşımıza çıkıyorsa insan niye ümitsiz olsun ki? Rabbi onu hayat duraklarının hangi safhasında yalnız bırakmıştır ki kabirde yalnız bıraksın?

İnsan geleceği bilemez. Doğru… Ama Allah geleceği güzel yapmıştır. Yeter ki ona uygun bir yol haritasını izleyebilelim ve Allah hakkında hüsnüzan edelim. Allah dileseydi bizi kediler âleminde fare yapabilirdi, bir tutam maydanoz yapabilirdi… Yapmamış… Demek ki bir muradı var bizden, bizi insan olarak yaratmakla. Bu kadar değer verdiği bir varlığı elbette toprakta unutmayacak, çürütmeyecek.

Tohumu toprakta unutmayan Allah, güneşi gecede unutmayan Allah, insanı da toprakta unutmaz. Onu da bir gün yattığı yerden kaldıracaktır, ebedî bir diyara sevk edecektir.

Genellikle ölüm korkusu gündeme gelince kişinin dinî yaşamı irdeleniyor. Bu korkuya cevap verecek tek unsur din midir?

Elbette dindir. Ama insanların ve biz dindarların da düştüğü bir hata söz konusu. Ölümü verenin Allah olduğunu unutmak ve onu tam anlayamamak. Daha önce de belirttiğimiz gibi Bediüzzaman Hazretleri “ölümü vermek” tabirini kullanıyor. Onu da bir nimet olarak görmeyi başarırsak problemimiz ya azalacak ya da hiç kalmayacak.

Bir bahçe sahibi bile, uzun emekler vererek, özenle yetiştirdiği ağaçlardaki meyveleri son dakikada kurda kuşa yem etmez; bahçesinin talan edilmesine izin vermez. İnsan yani… Allah, kâinat ağacının meyvesi olan insanı neden toprakta zayi etsin ki? Bir çiftçinin elinde toprak ne ise, toprağın bağrındaki insan da öyledir. Tohum baharda kendini gösteriyor, açılıyor. İnsan ise ebedî hayatın baharında amellerinin meyvesini vermek üzere toprağa koyuluyor.

Burada da şunu unutmamak gerekiyor: Ölen bedenimizdir, ruhumuz değil. Beden topraktan gelen gıdalarla besleniyor ve geldiği yere gidiyor. Ama ruhumuz ise topraktan gelmediği için toprağa gitmiyor. Allah onu özel bir yere alıyor.

Rahime Sönmez

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: