Hazret-i Muhammed’in (S.A.V.) Beş Duyusunun Zaferi: Mi’rac

Peygamberimizin miracı onun yerinde kullanılmış bir zekâsının ve buna bağlı olarak beş duyusunun zaferidir. Ayette göze vurgu yapılır, Allah göstermek için böyle bir seyahati peygamberi için ihtiyar etmiştir.

Âyetlerimizden bir kısmını O ‘na g ö s t e r m e k için bir gece Mescid-i Haram’dan alıp çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya ziyaret ettiren Allah, her türlü noksandan münezzehtir. Şüphesiz ki O her şeyi hakkıyle i ş i t e n ve hakkıyla g ö r e n d i r (İsra).

İLAHİ DA’VET

Ayetlerimizden bir kısmını derken tamamını Habibine göstermemiştir. “Min ayatihi “ derken ayetlerimizden, buradaki min bir kısmını, baziyeti gösterir. Demek Allah Habibini çağırırken bir programa göre çağırmış ve o programın dışına da çıkmamıştır. Her şeyi göstermek istese teklifin boyutu karışabilir. Bu yüzden sınırlamıştır, âyetlerimizden diyor.

Bediüzzaman da bu büyük seyahati anlatırken sanatı ilahiyenin acaiplerine dikkat çekmiş, göze ve kulağa ve seyre vurgu yapmıştır.

MAHŞER-İ ACAİP BİR SEYAHAT

“ Bu seyahat-ı cüz’iyede bir seyr-i umumi bir uruc-ı külli var ki ta Sidret-ül Müntehaya ta Kab-ı Kavseyn’e kadar meratib-i külliye-i esmaiyede g ö z ü n e, k u l a ğ ı n a tesadüf eden ayat-ı Rabbaniyeyi ve acaib-i sanat-ı İlahiyeyi i ş i t m i ş, g ör m ü ş t ü r, der. O küçük cüzi seyahati hem külli, hem mahşer-i acaip bir seyahatin anahtarı hükmünde gösteriyor” (Sözler 31)

Miraç Allah tarafından hazırlanmış, peygamberine has ,özel bir seyahattır. Seyir kelimesi , seyahat kelimesi, bakmak ve görmek ve işitmek bu seyahatın özetini ortaya koyar.

Mahşer kelimesini Bediüzzaman dünyadaki görülenler için kullanır ama buradaki mahşer-i acaiptir, çok farklı ve şaşırtıcı bir mahşerdir. Dünyada Allah’ın esması tecelli eder, ama burada meratib-i külliye-i esmaiye tecelli eder. Esmanın külli mertebeleri!

BÜTÜN PEYGAMBERLERİN MUTLAK VARİSİ

Çok farklı bir seyir olduğu için önceden peygamberimiz Cebraille beraber hazırlanır. Çünkü göreceği acaiplere ve külli esma tecellilerine dayanan bir beden , ruh ve beş duyu lazımdır. Başka bir yönden izahında yine davet, gönderme, görüştürme , gezdirme, görme , işitme fiilleri anlatıma hakimdir.”Bir abdini bir seyahatte huzuruna d a v e t edip, bir vazife ile tavzif etmek için , Mescid-i Haramdan mecma-ı enbiya olan Mescid-i Aksaya g ö n d e r i p , enbiyalarla g ö r ü ş t ü r ü p bütün enbiyaların usül-i dinlerine varis-i mutlak olduğunu g ö s t e r d i k t e n sonra ta Sidret ül Müntehaya , ta Kab-ı kavseyne kadar mülk ve melekutunda g e z d i r d i . (Sözler 31)

Davet bir seyir davetidir, mülkünün görünmeyen görünen yerlerini, dış yönünü iç yönünü, hepsine hâkim noktada olduğu peygamberlerini göstermek, onun kutsal mekânlarını göstermek ve azamet ve haşmeti onun gözünde oluştuktan sonra, bu kadar büyük ve azametli bir ülkesi olan Allah’ın elbette kullarından istekleri ve onlara da hediyeleri olacaktır. Seyahatın sonunda bu istekler ve hediyeler belirlenecek ve geldiği yere gönderilecektir. Mülkünü bilmediği, azamet ve haşmetinin zihninde oluşmadığı bir ilahın vezirliğini, peygamberliğini elbette yapamazdı.

Miraç bir seyir ve görevlendirmedir.

Seyreden göz, ve tebligat ve sorumluluğu duyan kulaktır. Peygamber böyle bir şeye layık olacak şekilde yaşamıştır, o göz ve kulak onları görecek ve duyacak ve yorumlayacak bir fevkaladeliğe sahiptir.

Bir hakikata vakaya farklı noktalardan, farklı zihinsel ve görsel vecihlerden bakmak Bediüzzaman’ın en önemli özelliğidir. Miraç tarih boyunca tek perspektiften izah edilmiş, doğmayan, üretmeyen bir yapıda verilmiştir. Miraç Bediüzzaman’ın yorumunda, değişik bir perspektiften k o n u ş m a k tır, mükalemedir.

“Saltanat-ı uzma unvanıyla ve hilafet-i Kübra namıyla ve hakimiyet-i amme haysiyetiyle ve evamirini etrafa neşir ve teşhir maksadıyla , o işlerle alakadar bir elçisiyle veya o evamirle münasebettar bir büyük memuruyla k o n u ş m a k t ı r , s o h b e t etmektir ve haşmetini izhar eden ulvi bir fermanla bir m ü k a l e m e d ir (Sözler 31).

Büyük bir saltanatı olan, büyük bir hilafeti olan, umuma hâkim olan bir ilah elbette hükmettiği, hilafet sürdüğü ülkede mekânlarda emirlerinin bilinmesini isteyecektir. Elçisini huzuruna çağırıp onunla konuşup emirlerini yaymak ve göstermesi için ona bu emirlere vermek göndermek ilahlığının şe’nidir. Görme, hazzetme, azameti göz ve kulağında yaşama olayın estetik boyutu ise, emir ve tebliğleri getirme de risalet ve elçilik gereğidir.

Miraç olayını daha çarpıcı bir noktadan tezahür ve t e c e l l i kelimeleri ile izah eder Bediüzzaman.

Mİ’RAC-I AHMEDİ’NİN SIRRI VE HAKİKATI

Tecelli İslam tasavvufunun en büyülü kelimesidir, insan ve Allah’ın birbirine mukabil duruşu gereği lüzumu zaruri bir eylem ve durumdur. Yunus Emre,

Tecelliden nasib erdi kimine
Kiminin maksudu andan içeri

Derken herkese tecelliden bir yansıma bir nasip olduğunu, ama kimilerinin bundan öte isteklerinin varlığını söyler.

Bediüzzaman yine farklı bir noktadan bakarak Miraç hadisesini t e c e l l i kelimesinin etrafında dokur.

“İnsanın camiiyyeti ve şecere-i kâinatın en münevver meyvesi olduğundan bütün kâinatta t ez a h ü r eden esma-yı hüsnayı birden ayine-i ruhunda gösterebilmesi cihetiyle Cenab-ı hak, t e c e l l i –i Zatiyle ve esma-yı hüsnanın azami mertebede, nev-i insanın manen en azam bir ferdine t e c e l l i – i azam tezahür eder ki, bu t e z a h ü r ve t e c e l l i Mirac-ı Ahmedi sırrıdır. “(Sözler 31)

Cümlede tezahür ve tecelli kelimeleri ve manalarla bahsi kurarlar.

KÂİNATIN EN MÜMTAZ SEÇKİN MEYVESİ PEYGAMBERİMİZ

İnsan kâinatın en münevver meyvesi, meyve ağacın ve kâinatının özeti olduğundan bütün kâinatta görünen tezahür eden güzel isimler onda tecelli eder, onda görünür, ona yansır. Burada farklı bir tecelli tarzı var, Allah Zatı’nın tecellisi ile ve isimlerinin en ileri boyutta tecellisi, azami mertebede, insan türünün en büyük ferdine büyük bir tecelli ile tezahür eder. Peygamberimiz en mümtaz, seçkin meyve olduğu için ağacın sahibi bütün güzel esmasını ona tecelli ettirir, bir de zatının tecellisini ona yansıtır. Peygamber onun esma ve zatının tecellisi yansımasıdır. Bu olay ancak Miraç gibi bir davetten sonra onu yanına çağırması ile mümkündür.

Tasavvufta tecelli Allah’ın isim ve sıfatlarıyla sufinin kalbine tezahür etmesi demektir. Bu hal sofinin nefsini arındırmasından sonra gerçekleşir.( Dini Kavramlar Sözlüğü 640)Peygamberimizin “velayeti risaletine mebde olur” sözünden anlaşıldığı gibi velayeti ile ruhen arınınca Allah da ona esma ve zatiyle tecelli eder. Bu arınma bütün hayatı boyunca miraçta geldiği noktada sağlanmıştır. Peygamberimiz “ kurbiyet meratibinde sulükten “ sonra tezahür ve tecelliye mazhar olur.

Ayine-i ruh, ruh aynası, tecelli ve tezahür kelimelerinden anlıyoruz ki

Allah kendisine ayna olacak seçkin bir ferdi bütün hayatı boyunca bütün kirli ve kötü ahvalden korumuştur. Aynasını temiz tutmuş ve onda esma ve zatıyla tecelli ve tezahür etmiştir. Miracın bir ifade ediliş tarzı da budur.

Görme,
görünme,
seyir,
tecelli,
tezahür
kelimeleri bahsi götürmektedir.

Seyahat sanatkârane bir seyahattir. Bediüzzaman bu manaya yoğunluk verir.”Bir sema tabakasında gösterdiği asar-ı rububiyeti birer birer o abd-i mahsusa göstermekle “En mükemmel göz onun olduğuna göre, en mükemmel sanat özelliği olan eserlerini ona gösterecektir. Bu gözün zaferidir.

Yine sanatla ilgili seyir kelimesini kullanır.

“Berk gibi semavatı seyrettirip”, sonra sıra temaşaya gelir, o da yine sanat kelimesidir. “Daireden daireye rububiyet-i ilahiyeyi temaşa ettirip” bütün harikaları, sanatları seyrettikten sonra bu sefer bunların kaynağını görmüştür.

Bediüzzaman burada daha seçilmiş bir kelime ile ifade eder. “ rüyetine mazhar kılmıştır” Gezdirmek ve göstermek kelimeleri de esirgenmez. “ istediği bir zatı bütün o dairelerde gezdirip, her daireye mahsus saltanat-ı şahanesini ve evamir-i hakimanesini gösterip” Peygamberler de bu görmek ve görüşmeğe dâhildir.

“Elbette o dairelerde makam sahibi olan enbiyalarla görüşmek ve umum tabakattan geçmek hakikat-ı miracı iktiza ediyor. “ O gezerken hem görür hem de görülür. “ Ta daire-i azamına kadar birer birer gezdirecek ta görsün, görülsün”

Bediüzzaman gerekçeleriyle , inanmakta zorlanan bir adamın mantığı ile olayları yorumlar, bahsin kelam felsefesini yapar.

Mevdudi , vakanın safahatını anlatır.

” Cebrail Resulullaha binmesi için beyaz, boyu merkepten büyük ve katırdan biraz küçük bir hayvan getirdi. Bu hayvan yıldırım gibi koşuyordu ve her adımı bir görüş mesafesi kadardı. Bu sebeple bunun adı Burak idi. Geçmişteki peygamberler de yolculuklarını bununla yaparlardı. Resulullah ona binerken hayvan irkildi. Cebrail Burak’a şöyle dedi” Hey ne yapıyorsun, Muhammed gibi bir büyük şahsiyet şimdiye kadar senin üstüne binmemiştir.” Dedi ve okşadı. Burak da utançtan terledi.

Önce Resulullah daha sonra Cebrail ona bindiler, yola koyuldular.

İlk durak Medine idi. Burada Resulullah hayvandan inip namaz kıldı. Cebrail dedi ki “ Siz hicret edip buraya geleceksiniz?

İkinci durak Tur Dağı’ydı ki burada Hz. Musa Allah ile konuşmuştu.

Üçüncü durak Hazreti İsa’nın doğduğu Bey tül Lahm idi.

Dördüncü durak Kudüs ‘tü ki Burak ‘ın uçuşu burada son buldu.

Kudüs’e vardıktan sonra Resulullah Burak’tan indi, ipini diğer peygamberlerin bağladıkları yere bağladı. Hz. Süleyman’ın ibadethanesine girdi. Burası o sıralarda harabe halindeydi ,ama izleri mevcuttu ve Bizans imparatoru Jüstinianus buraya bir kilise inşa ettirmişti. Resulullah orada dünyanın kuruluşundan kendi zamanına kadar görevlendirilmiş peygamberleri gördü. Resulullah varır varmaz bu peygamberler namaz için saf düzenleyip ve kendilerine imamet edecek birini beklediler. Cebrail Hz. Peygamberin elinden tutarak öne götürdü. Bütün peygamberlere imamlık yaptı. Sonra O’na bir merdiven takdim edildi. Ve Cebrail bununla O’nu semaya götürdü.

BİRİNCİ KAT SEMA’DA MUHTEŞEM KARŞILAMA

Resulullah ilk semaya varınca kapısının kapalı olduğunu gördü. Nöbetçi melekler “ kim geliyor “ diye sordular. Cebrail kendi ismini söyledi. Melekler “Seninle beraber olan kimdir ?” diye sordular. Cebrail “Muhammed “ Dedi. Kendisinin çağrılıp çağrılmadığını sordular. Cebrail “ evet” Dedi. Bunun üzerine kapı açıldı ve Hz. Muhammed muhteşem şekilde karşılandı. Burada Resulullah, melekler, insanların ruhları ve o sırada orada hazır bulunan büyük şahsiyetlerle tanıştırıldı. Bu zat boyu, posu ve vücut yapısı ile eksiksiz bir insandı. Cebrail kendisinin Hz. Âdem olduğunu söyledi.

ALLAH YOLUNDA CİHAD EDENLER

Bundan sonra, Resulullaha her şeyi ayrıntılı bir biçimde inceleme imkânı verildi. Resulullah bir yerde çiftçilerin tarlalarla çalıştığını gördü, bu çiftçiler ne kadar mahsul devşiriyorlar idiyse mahsul o kadar büyüyordu. Resulullah bunların kim olduğunu Cebrail’e sordu. Dediler ki “ Bunlar Allah yolunda cihat edenlerdir. “

Resulullah bazı kimselerin başlarının ezilmekte olduğunu gördü. Bunların kim olduğunu sordu , Cebrail’e “ dediler ki “ Bunlar namaz için ağır hareket ediyorlardı, ve namaz için başlarını kaldırmıyorlardı.

“ Resulullah , yamalı elbiseler giymiş olan bazı kimseleri gördü. Bunlar hayvanlar gibi ot yiyorlardı. Resulullah , bunların da kim olduğunu sordu, Cebrail’e “ Bunlar mallarından sadaka veya zekat vermiyorlardı”

EMANET VE MESULİYET YÜKÜ

Hz. Peygamber bir kişinin ağaç ve tahtalar toplamakta olduğunu ve bunları kaldırmakta güçlük çektiği zaman bunlara daha çok tahta eklenmekte olduğunu gördü. Resulullah bu kişinin kim olduğunu sordu. “ Bu adam zaten emanet ve mesuliyetin yükünü taşıyamıyordu, fakat bunları azaltmak yerine daha da artırıyordu.

Hz. Peygamber bazı kimselerin dil ve dudaklarının makaslarla kesilmekte olduklarına tanık oldu, bunların kim olduğunu sordu. Dediler ki bunlar “Dedikoduculardır ki serbestçe konuşuyor ve fitne üretiyorlardı.

Bir başka yerde adamlar hep kendi vücutlarının etlerini kesip yiyorlardı. Bunları da sordu. “ Bunlar başkalarına dil uzatıyor ve onlarla alay ediyorlardı.

Bu adamların yanında bazı diğer kimseler vardı, bunların tırnakları bakırdandı. Ve ağız ve göğüslerini dövüyorlardı. Bunları sordu” Bunlar insanların arkasından konuşuyor ve namuslarına leke sürmek istiyorlardı.

Bazı kimseler vardı ki dudakları develer gibiydi.

Bunlar ateş yiyordu. Resulullah sordu” Dediler ki bunlar yetimlerin mallarını yiyorlardı” Bir süre sonra Resulullah karınları şişmiş ve yılanlarla dolu kişileri gördü. Gelip geçenler onları eziyorlardı. Fakat yerlerinden kıpırdayamıyorlardı. Resulullah bunların kimler olduğunu sordu. “Bunlar faiz ve haram yiyenlerdir”

Bundan sonra gördükleri, bu adamların bir tarafında gayet güzel ve temiz et vardı, ama diğer tarafta çürümüş ve kokuşmuş et vardı, bu adamlar iyi eti bırakıp kötü eti yiyorlardı. “Efendimiz bunlar kimlerdir” dedi . Bunlar kendilerine helal olan koca ve karılarını bırakıp zina yapan ve haram olanlarla nefislerini tatmin eden erkek ve kadınlardır.

O göğüsleriyle asılı kadınları gördü. Resulullah bunların kim olduğunu sordu. Dediler ki “Bunlar kocalarına onlardan olmayan çocukları musallat eden kadınlardır”

Bu gözlemler sırasında Resulullah bir melekle buluştu, bu melek Resulullaha çok soğuk davrandı. Resulullah Cebrail’e sordu” Şimdiye kadar görüştüğüm bütün melekler güler yüzlü ve nazikti, ama bu melek çok sert ve kaba davranıyor. Bunun sebebi nedir? Cebrail” Bu gülmez ki , cehennemin bekçisidir. “Bundan sonra Resulullah cehennemi görmek istedi. Cebrail Aleyhisselam derhal Efendimiz’in gözünün perdesini çekti , Cehennem bütün dehşeti ile gözünün önüne geldi.

HAZRET-İ YAHYA VE İSA ALEYHİSSELAMLAR

Buradan ikinci semaya vardı, burada tanıştırılan ileri gelen ve mümtaz şahsiyetler arasında iki genç vardı. Hz Yahya ve İsa Aleyhimesselam, üçüncü semada , öyle bir şahsiyetle tanıştırıldı ki , kendisi yakışıklılığı bakımından yıldız gibi olan diğer insanların yanında bir dolunay gibi idi. Kendisinin Hz .Yusuf Aleyhisselam olduğunu öğrendi.

Dördüncü semada,

Hz. İdris , beşinci semada Hz. Harun , altıncı semada Hz . Musa ile tanıştı.
Yedinci semada muhteşem ve göz kamaştırıcı bir saray gördü , bu saraya melekler girip çıkıyorlardı. Burada Resulullah kendisine çok benzeyen muhterem bir zat ile müşerref oldu, onun Hz. İbrahim olduğunu öğrendi.

Resulullah daha çok yükseldi Sidret ül Münteha’ya vardı.

Burası yüce Allah’ın divanı ile mahlûklar âlemi arasındaki sınırdır. Bu sınıra gelince bütün yaratıkların bilgisi tükeniyor, bunun ötesinde ne varsa gariptir ki buna Cenab-ı Allah’tan başkası bilmez. Ne bir peygamber ne bir melek. Bu mevkide Resulullah’a cennet gösterildi , kendisi hiçbir gözün göremediği , hiçbir kulağın duyamadığı ve hiçbir zihnin tasavvur edemediği nimet ve imkanların Allah’ın Salih kullarına temin edildiğini gördü.

Cebrail Sidret ül Münteha’da kaldı. Resulullah sınırın ötesine geçti. Cenab-ı Allah’ı bütün celal ve cemaliyle gördü,aralarında geçen konuşmada Cenab-ı Allah tarafından şu emirler verildi.

Bir günde elli vakit namaz kılınması farz olundu
Bakara suresinin son iki ayeti vahiy olundu
Şirk hariç bütün günahların affedileceği bildirildi

Bir kişinin iyi amele niyetlendiği zaman hesabına iyi amel yazıldığı , bu ameli fiilen işlediği zaman da hesabına on iyi amel yazıldığı fakat kötü amele niyetlendiği zaman hesabına hiçbir şey yazılmadığı ve bunu fiilen işlediği zaman da hesabına sadece bir kötü amel yazıldığı ifade olundu.

CENNETİ, ÂHİRETİ HATTA ZAT-I ZULCELALİ GÖZ İLE GÖRMEK

Bediüzzaman miraç ile ilgili risalesinin dördüncü kısmında yine soru cümlesi ile “ Mirac’ın semeratı ve faydası nedir?” diyerek bahsi tahkik eder. Bediüzzaman burada da yine göz ile ilgili bir cümle kullanır. “ Erkan-ı imaniyetin hakaikını göz ile görüp , melaikeyi , cenneti , ahireti hatta Zat-ı Zülcelal’i göz ile müşahade etmek kainata ve beşere öyle bir hazine ve nur-ı ezeli ve ebedi bir hediyedir ki “ (Sözler 31)

İki kere yöne göz ile ilgili cümle var. G ö z i l e g ö r m e k , g ö z i l e m ü ş a h a d e e t m e k . Yine hiç kimsenin görmediği hakikatleri, mekânları hakikatlerin sağlaylarını onun gözü görmüştür. Bu onun gözünün zaferidir. İmanın erkânlarının hakikatlerini göz ile görmek ne demek?

Allah’a, mülküne ve melekûtuna, fiziki âlemle, onun arka planı, fiziki âleme canlılığını veren maverayı, melekleri, cennet ve cehennemi, amellerin yansımalarını, günah ve sevabın orada kazandığı mahiyeti, kâinatın önemli mekânlarını, Sidre ‘yi, kab-ı kavseyni daha birçok onun görmesi ve ümmeti adına müşahede etmesi gereken şeylerin hakikat olduğunu bu seyahatta gördükleri doğrulamıştır.

EBEDİ SAADETİN DEFİNESİ VE ANAHTARI

Daha önemlisi ebedi bir saadet ve nasıl elde edileceği, Allah’ın rızası ve nasıl elde edileceği bütün bu seyahatte görülen şeylerden hareketle ortaya çıkmıştır. Ebedi saadeti şöyle anlatır” Saadet-i ebediyenin definesini görüp anahtarını alıp getirmiş, cin ve inse hediye etmiştir. “ Ebedi saadet bir definedir, define dünyevi anlamın ötesinde bir şeydir burada. Define insana mutluluk ve kazanç yüklü bir kelimedir, ama orada definenin anlamı çok farklıdır.

Bir meyve de namazdır.

Bediüzzaman bunlara m a r z i y a t der. Yani insanın Allah’ın rızasını teminini sağlayan sorumluluklar.

Hz. İsanın dini tahrif edildikten, Peygamberimiz gelinceye kadar insanlar bir ilahın var olduğunu bilseler de onu nasıl memnun edeceklerini, nasıl bir ritüel takib edeceklerini bilememişler, işte namaz bu ibadetin icmali ifadesidir.

Bu zorunluluğu Bediüzzaman anlatır. “ O marziyatı anlamak o kadar merak aver ve saadet averdir ki tarif edilmez. Çünkü herkes büyükçe bir veli-i nimet, yahut muhsin bir padişahının uzaktan arzularını anlamağa ne kadar arzukeş ve anlasa, ne kadar memnun olur. Temenni eder ki “Keşki bir vasıta-i muhabere olsaydı , doğrudan doğruya o zat ile konuşsa idim, benden ne istiyor anlasa idim, benden onun hoşuna gideni bilse idim”(Sözler 31)

Peygamberimizin gelmesinin arifesinde birçok aziz ve keşiş ve ruhbanlar, Varaka ibn-i Nevfel ve benzeri şahıslar böyle ıstıraplar duymuşlar, Allah’ın kendilerinden nasıl bir ibadet şekli taleb etmesini düşünmüşler ama bir anlam çıkaramamışlardır. Bu yüzden Bediüzzaman bu zihinsel fırtınaları bildiği için merak aver ve saadet aver kelimesini söyler. Bediüzzaman’ın tahlilleri arkasında birçok vakaya ve psikolojik çıkmaza çare vardır. O onları farklı bir şekilde öne sürer.

Mevdudi , namaz konusunda

Hz. Peygamber ile Hz. Musa arasındaki diyalogu da anlatır. “Hz. Peygamber aşağıya inince Hz Musa ile karşılaştı. Hz. Musa O’nun macerasını dinledikten sonra dedi ki “ Ben İsrail oğullarından acı bir tecrübe edindim. Bana öyle geliyor ki ümmetiniz elli vakit namaza tahammül edemeyecektir. Gidin namaz sayısının azaltılmasına ricada bulunun. Sürekli huzura gidip azaltmak taleb eden peygamberimiz, bunu beş vakte kadar indirdi, hz . Musa buna da itiraz ederse de, o artık bir daha huzura çıkmaya iltifat etmez. Bu beş vakit namaz elli vakit namaza eşit bulunmuştur.(Mevdudi)

Bu kadar ısrar ve rica ile zayıflığımıza ve gafletimize bakarak namazın azaltılması karşısında ona da nazlanmak ve dünyevi mazeretler bulmak, aklın kârı değildir.

“Acaba yirmi üç saatini şu kısacık hayat-ı dünyeviyeye sarfedip ,o uzun ebedi hayata bir saati sarfetmeyen ne kadar zarar eder, ne kadar nefsine zulmeder” der Bediüzzaman.

ÇOK CİDDİ GAYRETLER VE Mİ’RAC

Miraç risalesi çok doğurgan anlamları olan bir eserdir, hiçbir eserinde olmayan bir karmaşık geometrisi vardır, Mirac’ın. Mesela Haşrin otuz üç bahsi , farklıdır, ama Miraç da o kadar çok birbiri içinde ama muntazam bahis vardır ki insanın onları okuyup bir çekirdek miraç metni edinmesi çok ciddi gayretler ile teemmül ve tefennün ile mümkündür.

Miraç kendisine devamlı dönülecek bir manevi madendir. Unutmayalım ki Bediüzzaman talebe için bir şart koşar: ”Sözleri kendi eseri ve telifi bilmek” yani kendi yazmış gibi. Her bahsin mana ve bahis boyutları zihinde bir yer edinmezse sadece kitabı okumakla bu iş olmaz. Kitabı bıraktığında zihinde bir hareket noktası yoksa olmaz.

Prof. Dr. Himmet Uç