Her tahkik, ‘iyi’ ve her taklid de, ‘kötü’ değildir

Her insandan; mütefekkir veya felsefeci, alim veya bilimadamı olmasını beklemek veya her insanın, cesur veya cömert olmasını beklemek; o insana da zulüm olur, ‘insan’ı tanımamak olur.

Sonuçta, herkes her konuda uzman olamaz. Buna insanın, ne kapasitesi ve kapasitesi yetse bile, ne de ömrü yeter. Yani her insanın fıtratı ve buna bağlı olarak, merak ve yöneldiği; yapmaktan hoşlanıp, kendisine kolay gelen, iş ve ameller farklıdır.

İşte tüm bu sebeplerden; herkes her konu ve mesleği öğren(e)mediğinden; ihtisaslaşmaya gider ve işbölümü yaparız. Bu işbölümü mecburiyetinden; sosyâlleşerek, birarada yaşamak ve birbirimize güvenmek zorunda kalırız.

Bunun sonucu olarak; ‘doktor, mühendis, fırıncı’ gibi meslekten insanlara, muhtaç ve bağımlı yaşar ve onların ihtisaslarına güvenir ve onlardan alışveriş yaparız. Onların yaptıkları işleri sorgulamak için veya: “Duvarda asılı diplomasına güvenipte, körükörüne ben niye onların dediğini yapacağım ya! Benim akıl – fikrim yok mu!?” deyipte; gidip 5 – 6 yıl üniversite okuyup, ‘doktor, mühendis’ olmaya çalışmayız! Veya fırıncılığı öğrenip, gidip, fırın açmayız! Yani uzmanlık alanlarında; insanların, iş ve sözlerine güvenir ve tâbi oluruz.

Buradan geleceğimiz nokta: Uzmanı olmadığımız konularda, konunun uzmanı birilerini araştırıp, seçmek ve seçtikten sonra da; her sözlerine: “Acaba söyledikleri doğru mu? Yanılıyor veya yalan söylüyor olabilirler mi?” refleksiyle, parayonakça bir sorgu ve araştırmaya girmek, sağlıklı bir düşünce değil. Demek ki: Sözlerine güvenip, uyacağımız ve sorgusuz kabul edeceğimiz uzman ve âlimleri seçerken; başlangıçta ‘şüphe ve araştırma ve tahkik’, “esas”; seçtikten sonra da (eğer şüphe etmemizi gerektirecek haklı bir gerekçemiz yoksa) ‘itimat ve itaât ve taklit’, “esas” olmalı.

Demek: İttiba ettiğimiz din ve/veya mezhebin ve itimat edip, güvendiğimiz ve sözlerine uyduğumuz Peygamber ve/veya imamın; söylediği her söz ve yaptığı her davranış ve her emir ve tavsiyelerinin; hangi delil ve/veya âyet – hadise dayandığını sormamız ve öğrenmemiz gerekmiyor. Zaten hepsini öğrenmeye ve bu öğrendiklerimizin de, doğruluk ve dayandığı delilleri aramaya kalksak; bir Peygamber ve/veya mezhep imamı kadar, bilgi ve dereceye çıkmamız gerekir.

Elhasıl: “Kimseyi, körükörüne taklid edip, uymayacağım! Her sözü tahkik edip, delil ve ispat isteyeceğim!” düşüncesi, sağlıklı bir ruh hâlinden kaynaklanmama ihtimâli yüksek! Fakat burada, diğer uca savrulupta: “Herkesin dediğine, körükörüne inanacağım; sorgusuz – suâlsiz uyacağım!” demek de, doğru değil. Demek istediğim: Her konuda olduğu gibi, “taklid – tahkik” konusunda da; ifrat ve tefrite kaçmadan, herkes, kendi fıtratına özel, kendi vasat ve denge noktasını bulmalı.

Güya bir muhakkik gibi, ‘mütefekkirâne’ ve ‘taklidden, tahkike geçme’ olarak, güzel birşey yapıyorum zannedilen; bu, her söze – kişiye – davranışa, şüpheyle yaklaşma; aslında, insanlara ‘su-i zan ve güvenmeme’ gibi; negatif his ve olumsuz düşüncelerden kaynaklanabilir.

‘Nötr’ anlamında, insanları sevmeme; hattâ insanları sevmemeyi geçtik, ‘negatif’ alana geçerek, insanlardan nefret etme ve bununla bağlantılı olarak; onların, iyi his ve niyetlerinden şüphe etmekten kaynaklanabilir.

İnsanlar hakkında, devamlı olarak; ‘Yalan söylüyor veya yanılıyor olabilirler’ gibi, gerçekleşmesi çok düşük olasılıklara göre, politika belirleme; yani insanlarda, sürekli bir ‘hata ve sürçme, menfaâtçilik ve artniyet’ arama gibi; bir bataklıktan kaynaklanan, vesvese ve evhamların sürükleyip – motive ettiği; yani paranoid ve obsesif sebeplerden kaynaklanan, bir sorgulamaya; “mütefekkirâne düşünme ve tahkik” gibi güzel isimler vererek, kendimizi kandırıyor olabiliriz!…

Ayhan KÜFLÜOĞLU

Yazını tamamı için tıklayın…