Hikmetü’l-İstiâze Risalesi, 13. Lem’a’nın 5. İşâretinin Şerhi

Soru 12: Şeytan’dan İstiaze Risalesi olan 13. Lem’anın 5. İşaretini açıklayabilir misiniz?

Cevap 12: Üstad bu işarette şöyle diyor:

BEŞİNCİ İŞÂRET: Cenâb-ı Hak, Kütüb-ü Semaviyede beşere karşı şu Cennet gibi azîm mükâfat ve Cehennem gibi dehşetli mücazatı göstermekle beraber çok irşad, îkaz, ihtar, tehdid ve teşvik ettiği halde; ehl-i îman, bu kadar esbab-ı hidâyet ve istikamet varken hizbü’ş-şeytanın mükâfatsız çirkin zaîf desîselerine karşı mağlub olmaları, bir zaman beni çok düşündürüyordu. Acaba îman varken, Cenâb-ı Hakk’ın o kadar şiddetli tehdidatına ehemmiyet vermemek nasıl oluyor? Nasıl îman gitmiyor? Sırriyle: Şeytanın gâyet zaîf desîselerine kapılıp Allah’a isyan ediyor. Hatta benim arkadaşlarımdan ba’zıları, yüz hakîkat dersini kalben tasdik ile beraber benden işittiği ve bana karşı da fazla hüsn-ü zannı ve irtibatı varken, kalbsiz ve bozuk bir adamın ehemmiyetsiz ve riyakârane iltifatına kapıldı, onun lehinde benim aleyhimde bir vaziyete geldi. FESÜBHANALLAH dedim, İnsanda bu derece sukut olabilir mi? Ne kadar hakîkatsız bir insan idi, diye o biçâreyi gıybet ettim, günaha girdim.

Sonra sâbık işâretlerdeki hakîkat inkişaf etti, karanlıklı çok noktaları aydınlattı. O nur ile LİLLAHİ’L-HAMD,

  • hem Kur’ân-ı Hakîm’in azim tergîbat ve teşvikatı tam yerinde olduğunu,
  • hem ehl-i îmanın desâis-i şeytaniyeye kapılmaları, îmansızlıktan ve îmanın zaîfliğinden olmadığını,
  • hem günah-ı kebâiri (büyük günahları) işleyen küfre girmediğini,
  • hem Mu’tezile mezhebi ve bir kısım Hariciye mezhebi: “Günah-ı kebâiri irtikâb eden, kâfir olur veya îman ve küfür ortasında kalır.” diye hükümlerinde hata ettiklerini,
  • hem benim o biçâre arkadaşım da yüz ders-i hakîkatı bir herifin iltifatına feda etmesi, düşündüğüm gibi çok sukut ve dehşetli alçaklık olmadığını anladım. Cenâb-ı Hakk’a şükrettim, o vartadan kurtuldum.

Çünkü: Sâbıkan dediğimiz gibi şeytan, cüz’î bir emr-i ademî ile insanı mühim tehlikelere atar.

[ Emr-i ademî, dış dünyada bir varlığı olmayan fakat kişinin fiil ve hareketlerinde etkisi olan olumsuz şey anlamına geldiği gibi, bazen de bir fiili yapmama, bir vazifeyi ihmal ile erteleme gibi durumlar manasına da gelir. Mesela bir kişiyi zenginleştirmek, onun varlığına varlık katmaktır. Bu bir çeşit “emr-i icadî” olur. Fakat hırsızlık bir “emr-i ademî” dir. Varlığı yok ediyor. Veya bir kişinin malının yıldırımla yanıp küle dönmesi tam bir emr-i ademîdir. Bu ilk kısma misal… İkinci kısma misal ise bir kişinin korkudan dolayı cihada gitmediği için ülkesi işgale uğraması, tembellikten dolayı namazı kılmaması, nefsine acıdığı için oruç tutmaması da bir emr-i ademîdir. Namaz ve oruçla meydana gelecek güzellikler doğamıyor. Bir bahçenin sulama kanalını zamanında açmayarak onun kurumasına yol açmak gibi… Âyetlerde var: “ Şeytan sizi fakir düşmekle korkutur.[1] Bu korku sadaka ve zekât vermeyi engeller. Veya insanın tembellik damarından girer ta ki hayır yapmasın, ertelesin. Hadis var: “ Heleke’l-müsevvifûn ” ( erteleyenler helak oldular.)[2]]

Hem insandaki nefis ise, şeytanı her vakit dinler.

[ İnsanın nefsi, tezkiye edilmediği sürece kulakları daima şeytanın sinyallerine alıcı ve verici hükmündedir. Sinyali alır ve doğrudan bir emir telakki ederek uygulamaya geçer. Uygulama safhası ise, şehvet ve öfke boyutuyla kendini gösterir. Nefis, şeytanın fısıltılarını âyetin tabiriyle bir vahiy gibi algılar ve asla sorgulamaz. Harfiyyen uygular. Kendi aleyhine sonuçlarını göremez. Eğer bir tezkiyeye uğrar da gözündeki katarakt kalkarsa o zaman şeytanın onun da düşmanı olduğunu fark edebilir.]

Kuvve-i şeheviye ve gadabiye ise, şeytanın desîselerine hem kâbile, hem nâkile iki cihaz hükmündedirler.

[Kâbile, alıcı, kabul edici ve yansıtacak şekilde kabullenen demek. Nâkile, nakledici, aktarıcı demektir. Mesela birisi bize zarar vermeye kalksa ve çok ciddi hakaret etse, şeytan hemen nefse fısıldar: “ Ona haddini bildir. Sen de ona küfret. Karşılık verirse ağzına bir yumruk indir.” Biz burada mağdur olduğumuz için nefs-i emmare hemen cevap vermeyi bize süsler. Biz de o kişiye hakaret eder, söveriz. Hatta hızımızı alamayıp bir yumruk vururuz. Bu sefer şeytan öbür tarafa: “ Sen adama hakaret ettin. Adam sana yumruk attı. Sen de ona vur ” diye ortalığı iyice alevlendirir. Mesele kavgaya, daha ileride yaralamaya, belki cinayete kadar gidebilir. Öfkeler, şeytanın emri ile idare edilince insanlar mağdur ve zâlim konumuna düşerler. Şehvet için de aynı durum geçerlidir. Bir anlık bir bakış, bir tokalaşma, kişiyi zinaya kadar götürür. Detaya girmeye gerek yoktur. Şehvetin bu etkisi altına girildiğinde şeytanın kumandasına girildiği için hadiste Hz. Peygamber “ Mahrem kadınlarla sohbet etmeyin. Onlara sahip olmayı arzu edersiniz ”[3] ve “ Sakın bir erkek, yanında mahremi olmadıkça yabancı bir kadınla yalnız kalmasın.”[4] hadisi meseleyi sınırlarıyla çizer. ]

İşte bunun içindir ki, Cenâb-ı Hakk’ın “Gafûr”, “Rahîm” gibi iki ismi, tecelli-i âzamla ehl-i îmana teveccüh ediyor.

[ Ehl-i iman demek, günahsız ve günah işlemez melek demek değildir. Şeytan kâfirlerden daha çok onlarla uğraşır. Çünkü diğerlerini kendi tarafında çekmiştir. Fakat müminler ve özellikle dine hizmet eden, insanları kötülükten men eden müminler şeytanın can düşmanıdırlar. Meşhur rivayette Hz. Peygamber (ASM) şeytana sorar:

  • “ Senin en büyük düşmanın kimdir? ” Şeytan der ki:
  • “Sensin ey Muhammed. ”[5]

Evet, şeytanın en büyük düşmanı Odur. Onun bütün tuzaklarını deşifre eden, oyunlarından kurtulma çarelerini öğreten Hz. Peygamber (ASM) ve Kur’andır. Bütün bunlara rağmen şeytan, müminleri yine de avlar. Hücumat-ı Sitte’deki 6 sebep gibi, İhlas Risalesindeki 2 sebep gibi sebeplerle şeytan ehl-i imanı avlıyor. Fakat kişi sonradan hatasını anladığında Cenab-ı Hakka Gafur ve Rahîm isimleriyle onu kabul eder. Yaşanan hal de acı bir tecrübeye dönüşür. Tecelli-i azamla teveccüh etmesi, bu isimlerin ism-i a’zam şeklinde müminlerde göründüğünü, en muazzam günahları dahi işleseler bağışlanmaya müstehak olduklarını ifade eder. Hadisteki ifadeyle “ Günahtan tam dönen ve tövbe eden kişi, o günahı hiç işlememiş gibidir.”[6] ]

Ve Kur’ân-ı Hakîmde Peygamberlere en mühim ihsanı, mağfiret olduğunu gösteriyor ve onları, istiğfar etmeye da’vet ediyor.

[ Bu cümle gösterir ki dindar olmak zordur. Dindar kalmak bir savaştır. İnsanın nefsi, bazen ailesi, kötü arkadaşları, mahallesi, akrabaları, aldığı eğitim, yaşadığı sosyal çevre, toplum, bazen gelenekler ve kültür insanın dindar olmasının veya kalmasının önünde engellerdir. Bütün bunları aşarak bir insanın Hakka göre yaşaması ciddi bir savaştır. Elbette savaş meydanının tozu-toprağı insana bulaşır. Mermi yer, darbe alır. Bunlar savaşın kanunları… İşte bu tarz durumlar dindarlık açısından en büyük seviyenin mağfirete ermek olduğunu gösterir. Ayrıca insan hayır yapsa onu sahiplenme hakkı yoktur. Yaratan sahip olabilir. Biz isteriz, O yaratır. Bu manada hayra vesile olsa, o hayra tamamen sahip olmayı isteyen bir nefsi ve benliği var. Onlara takılsa amelinde ihlası bozulur. Nasr suresi son inen sure olarak bu konuyu işliyor ve dine hizmet edenleri, dini sahiplenmelerinden dolayı istiğfara davet ediyor. Din de, güzellikleri de, hayırlı sonuçları da tamamen Allah’ındır. “Sen bir hizmetkârsın, hizmetinin güzellikleri değil hizmetteki kusurlar ve eksikler senin malındır. Sen Allah’ın malını değil, kendi malını sahiplen! Kusurlu hizmet ettim diye tövbe istiğfar et” diye uyarıyor. Evet, kusurluyuz, kusurluyum. İhlasımız zayıf. ]

kelime-i kudsiyesini her sûre başında tekrar ile ve her mübârek işlerde zikrine emretmesiyle, kâinatı ihâta eden rahmet-i vâsiasını melce ve tahassüngâh gösteriyor

[ Melce, sığınak, sığınılan yer ve merci demek. Mültecinin sığındığı yer demektir. Nefsine ve enaniyetine karşı âcizliğini hisseden kişinin sığınacağı makam Allah’ın rahmetidir. Tahassüngâh, kale gibi sağlam sığınma yeri demektir. Melce, ülke manasında; tahassüngâh, o ülkedeki kale gibi… Demek Besmele bazılarına melce, bazılarına ise tahassüngâh oluyor. Besmeleyi zikir olarak da günde 114 defa çekebiliriz. Zaman zaman günlük zikir olarak çekmeye çalışıyorum.]

ve  emriyle kelimesini siper yapıyor.

[ Festeız, öyleyse hemen Allah’a sığın demektir. Euzübillahi mine’ş-şeytani’r-racîm ise taşlanmış, kovulmuş, rahmetten uzak kılınmış şeytandan ve şeytanın şerrinden Allah’a sığınırım demektir. Bu cümle insanın siperidir. ]

Beşinci işaret ile Altıncı işaretin bağı şu şekildedir: İnsan, kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye ve kuvve-i akliyeden meydana geliyor. Bu 3 yönün ifrat-vasat-tefrit halleri var. Vasat ve dengeli halleri hayırdır, diğer iki hali şerre yol açar. Şeytan önce insana insanın en zayıf olduğu kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gadabiye yönlerinden gelerek saldırır. Bu noktada onu şerre sokmaya çalışır. Daha önceki işaretler bu hususu işliyor. Eğer burada başarısız olursa kuvve-i akliye cihetinden saldırıya geçer. Onu vesveseler, şüpheler, muhtemel durumlar gibi çeşitli şeylerle aldatmaya, kandırmaya, zihnini belli noktalarda kilitlemeye çalışır. Ta ki dalalete sapsın, sonra da şer işlesin. Altıncı işaret hemen bu konuya giriyor. Böyle bir bağları bulunuyor. Külliyatta Üstad’ın konu işlediği her yerde bir gelişme seyri vardır. Bölümler bağlantılıdır. Bu bağları görerek okunduğunda Risaleler daha zevk verici ve aydınlatıcı olur

[1] Bakara suresi, 286.

[2] Müsned, I/139.

[3] İbn-i Hacer el-Askalanî, el-İsabe Tercümesi, Sahabe-i Kiram Ansiklopedisi.

[4] Buhârî,  Nikâh 111, Cezâu’s-Sayd 26, Cihâd 140, 181; Müslim Hacc 424, (1341).

[5] Muhyiddin-i Arabi, Şeceretü’l-Kevn.

[6] İbn Mace, Zühd, 30.

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: