Hikmetü’l-İstiâze Risalesi, 13. Lem’a’nın 6. İşâretinin Şerhi

 

Soru: Şeytan’dan İstiaze Risalesi olan 13. Lem’anın 6. İşaretini açıklayabilir misiniz?

Cevap: Üstad bu işarette şöyle diyor:

ALTINCI İŞÂRET: Şeytanın en tehlikeli bir desîsesi şudur ki: Ba’zı hassas ve sâfikalb insanlara tahayyül-ü küfrîyi tasdîk-ı küfürle iltibas ettiriyor. Tasavvur-u dalâleti, dalâletin tasdîkı sûretinde gösteriyor. Ve mukaddes zâtlar ve münezzeh şeyler hakkında gâyet çirkin hatıraları hayaline gösteriyor. Ve imkân-ı zâtîyi, imkân-ı aklî şeklinde gösterip îmandaki yakînine münâfi bir şek tarzını veriyor. Ve o vakit o biçâre hassas adam, kendini dalâlet ve küfür içine düştüğünü tevehhüm edip îmandaki yakîninin zâil olduğunu zanneder, ye’se düşer, o yeisle şeytana maskara olur. Şeytan hem ye’sini, hem o zaîf damarını, hem o iltibasını çok işlettirir, ya divâne olur yahud “her-çibad-âbad” der, dalâlete gider.

Şeytanın bu desîsesinin mâhiyeti ne kadar esassız olduğunu, ba’zı Risâlelerde beyân ettiğimiz gibi, burada icmâlen bahsedeceğiz. Şöyle ki: 

Nasılki âyinede yılanın sûreti ısırmaz ve ateşin misali yandırmaz ve murdarın aksi, telvis etmez. Öyle de: Hayal veya fikir âyinesinde küfriyatın ve şirkin akisleri ve dalâletin gölgeleri ve şetimli çirkin sözlerin hayalleri, i’tikâdı bozmaz, îmanı tağyir etmez, hürmetli edebi kırmaz. Çünkü meşhur kaidedir ki: 

Tahayyül-ü şetm ( sövmeyi hayal etmek ), şetm (sövme) olmadığı gibi, tahayyül-ü küfür (kafirliği hayaline canlandırma) dahi, küfür değil ve tasavvur-u dalâlet (sapkınlık durumunda neler olabileceğini hayal etmek) de dalâlet değil.

[ Sözlerin sonundaki Lemeat Risalesinde Üstad, ilmin mertebelerini tahayyül, tasavvur, taakkul, tasdik, iz’an, iltizam ve itikad şeklinde 7 mertebe olarak sıralar. Vesvese Risalesinde ise bunlardan insanı sorumlu ve mükellef kılanlarının tasdik ve sonrasındaki mertebeler olduğunu ifade eder. Bu manada insan hayal gücüne, tasavvur gücüne hâkim olamadığı, mantıklı mantıksız şeyler tasavvur edebildiği, insanın hayal gücü hafıza arşiviyle bağlantılı olduğu, hafıza arşivi zıt şeyleri bir biriyle bağlayarak arşivlediği, en ufak bir ilgili söz ve hatıra o arşivi harekete geçirdiği için insanın hayaline mukaddes şeylerle beraber en çirkin manzaralar da gelir. İnsan bu sistematiği bilmediği için şeytanın oyununa gelebilir. Üstad bu kısımda insanın bilgi seviyelerinden insanın kontrolü altında olanlar ve olmayanları ayırıyor. İnsanın iradesi altında olan latifeleri de ayrıştırıyor. Ta ki insan aldanmasın. Sorumlu olduğunu bilen kişi daha rahat hareket eder. Şeytan insanı cehaletinden avlıyor. Kendi ilkaatlarına kalbimizin malıymış havası vererek bizi risk altına sokuyor. İmanımızla, yakinimizle oynuyor. ]

 Îmandaki şek mes’elesi ise, imkân-ı zâtîden gelen ihtimaller, o yakîne münâfî değil ve o yakîni bozmaz.

[ Şekk, bir konuda kesin kanaat olan “yakîn” in zıddıdır ve bir konuda %50 ye %50 kanaat sahibi olmadır. Yani o şey olabilir de olmayabilir de… Bu durum ise iman etmeyi engeller. İman, kesin bilgiye dayanan yakîn halidir. İmkân-ı zâtî, bir şeyin zâtı itibariyle mümkün olması, gerçekleşebilir bir yapıda olması, uygun zaman ve zeminde Zât-ı Vâcib olan tarafından icad edilebilmesi anlamındadır. Mesela bir çekirdeğin ağaç olabilmesi hadd-i zâtında mümkündür. Çünkü olabilecek potansiyeli var. Fakat bir çekirdeğin tahtadan bir güneşe dönüşebilmesi hadd-i zâtında mümkün değil. Çünkü güneş, alevden bir toptur. Alev ise, tahtayı yakar. Bu noktada imkân-ı zâtîde bulunan her şey dış dünyada gerçekleşemiyor. Dış dünya söz konusu olduğunda imkân-ı aklî devreye giriyor. Bu sebepler planında o şey gerçekleşebilir mi? diye soruyor ve net bir şekilde “Asla!” cevabını alıyor. Mesela peygamberlerin göz göre göre yalan söylemeleri zâtında mümkündür. Fakat imkan-ı aklî noktasında mümkün değildir. Böyle yalan söyleyebilen ve söyleyen birini Allah peygamber yapmadığını ve yapmayacağını Meryem suresindeki birçok âyette vurguluyor. Bu manada insanın aklına şeytan bu tarz mümkün durumlar getirerek imanını zedelemeye çalışır. Fakat aklî mukayeselerle meseleyi halledebiliriz.  ]

İlm-i usûl-i dinde kavâid-i mukarreredendir ki: 

Meselâ: Barla Denizi su olarak yerinde bulunduğuna yakînimiz var. Halbuki zâtında mümkündür ki: O deniz, bu dakikada batmış olsun. Ve batması mümkinattandır. Bu imkân-ı zâtî, mâdem bir emâreden neş’et etmiyor, zihnî bir imkân olamaz ki, şek olsun.

[ İlm-i usûlü’d-din, din metodolojisi demektir. Yani dinin dayandığı aklî ve hissî temelleri tespit eder. Sonra onlar üzerine dinin kurduğu düzeni izah eder. Üstad’ın Barla Denizi dediği Eğridir gölüdür. Zihnî imkan, imkan-ı aklî demektir. İmkan-ı aklî belirli sebeplerle meselelerin mümkün olup olmadığında dayanır. Mesela bir göl veya deniz gibi büyük bir su birikintisinin bir anda batması dünya tarihinde çok olmuştur. Bir çöküntü depremiyle, veya büyük yarıklara yol açan tektonik depremlerle veya o yerde volkan patlaması olup gölün buharlaşmasıyla göl bir anda yok olabilir. Akıl burada sorar: Şu an bir deprem oldu mu, volkan patladı mı? Eğer deprem olmadı, volkan patlamadıysa o zaman göl var olmaya devam ediyordur, şeklinde kesin kanaatini ifade eder. Burada aklın bir şeye ihtimal verebilmesi için belirtiler, emareler gerekir. Herhangi bir emare yoksa, akıl ve kalb bu ihtimallere itibar etmemelidir ve etmezler. ]

Çünkü: Yine ilm-i usul-i dinde bir kaide-i mukarreredir ki:

Yâni: “Bir emâreden gelmeyen bir ihtimal-i zâtî ise, bir imkân-ı zihnî olmaz ki, şübhe verip, ehemmiyeti olsun.”

[Şüphe, hakikate benzeyen fikir demektir. Bu benzerliğinden dolayı aldatır. Fakat hakikatin derinlerinde nur varken, şüphenin derinlerinde karanlık ve ateş vardır. İmkân ve ihtimal farkını şöyle açabiliriz: İmkân, mekanda yer tutabilecek bir gizli güce sahip olmak demektir. İhtimal ise, mekan boyutuna geçerek bir manayı yüklenebilecek ve taşıyabilecek bir karakterde olmak demektir. İmkân biraz daha kudret ile ilgili bir durumdur. İhtimal ise, ilim ve irade ile ilgili bir durum gibi görünüyor.]

İşte bu desîse-i şeytaniyeye ma’rûz olan biçâre adam, hakâik-ı îmaniyeye yakînini, böyle zâtî imkânlar ile kaybediyor zanneder. Meselâ: Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm hakkında beşeriyet i’tibâriyle çok imkân-ı zâtiyye hatırına geliyor ki, îmanın cezm ve yakînine zarar vermez. Fakat o, zarar verdi zanneder, zarara düşer.

[ Şeytanın gayreti kişiyi, zarara uğradığı algısına kaptırarak zarara uğratmaktır. Bu açıdan böyle durumlara itibar etmeyen kişi zarar etmez. Düşünmekte hürüz, düşünceye taraftar olmamak kaydıyla… Akıl bir düşünceyi onayladığı zaman sorumlu olmaya başlıyoruz. Tabir caize, insanın aklı, gökyüzü gibidir. Hayaller, gökyüzündeki bulutlar gibidir. Bulutların oluşması elimizde değil fakat bulutları kendi üzerimize çekmek, onları şekillendirerek kendimiz bir yağmur veya dolu bulutu yapmak elimizde olan bir husus. Bu noktada hür olduğumuz saha var, sorumlu olduğumuz saha var. Bunları ayırt edebildiğimiz durumda fikrî boyutta tam bir hürriyeti elde ederiz. ]

Hem ba’zan şeytan, kalb üstündeki lümmesi cihetinde Cenâb-ı Hak hakkında fena sözler söyler. O adam zanneder ki; onun kalbi bozulmuş ki, böyle söylüyor. Titriyor. Halbuki onun titremesi ve korkması ve adem-i rızası delildir ki: O sözler, kalbinden gelmiyor, belki lümme-i şeytaniyeden geliyor veya şeytan tarafından ihtar ve tahayyül ediliyor.

[ İnsanda lümme-i şeytaniye ve lümme-i melekiye bulunuyor. Bunlar kalbin üzerinde iki merkezdir. Bu iki merkez, birer kulak gibi… Lümme-i şeytaniyeye, şeytan üflüyor; diğerine ise melek… Onlar üflediğinde içimizde sesler yankılanıyor. Bu sözlerin sahibi biz değiliz. Sahibi olmadığımız için mes’ul değiliz. Ne zaman mes’ul oluruz? O sözü kabul eder, ona göre hareket edersek… Bu manada kendi mahiyetini iyi tanımak insana hürriyet kazandırır. Kendini tanımayan şeytanın oyuncağı haline gelir. Şeytanın sözlerini kendi kalbinin sözleri zanneder, maskara olur. Burada kriter, Cenab-ı Hakk hakkındaki o sözlerden kalbin razı olmamasıdır.

Dikkat edilirse Üstad önce Hz. Peygamber’e (ASM) dair ihtimaller, imkan boyutunda menfi durumlara dair saldırılarıların olduğunu söyledi. Şimdi ise yapılan saldırıların Cenab-ı Hakk hakkında ithamlara vardığını ifade ediyor. Yani şeytan işi daha derinlere vardırıyor. O da tutmazsa, bu sefer saçmalamalarda bulunacak… ]

Hem insanın letâifi içinde teşhis edemediğim bir iki latife var ki, ihtiyar ve irâdeyi dinlemezler; belki de mes’uliyet altına da giremezler. Ba’zan o latifeler hükmediyorlar, hakkı dinlemiyorlar, yanlış şeylere giriyorlar. O vakit şeytan o adama telkin eder ki: “Senin isti’dâdın hakka ve îmana muvafık değil ki, böyle ihtiyarsız bâtıl şeylere giriyorsun. Demek senin kaderin, seni şekavete mahkûm etmiştir.” O biçâre adam, ye’se düşüp, helâkete gider.

[ Burada dikkat edilecek husus, o latifeler hükmettiği zaman kişinin yaptığı fiillerden sorumlu olmamasıdır. Cezbeye kapıldığı ve iradesi devre dışı kaldığı zaman bir kişi yanlış bir fiil yapsa beşerî hukuk onu mes’ul tutmadığı gibi semavi hukuk da mes’ul tutmaz. Bu latifeler o derece baskın ki akıl ve kalbi susturuyor. İşte bu noktada şeytan insana saldırı zemini buluyor: “ Senin istidadın bozuk. Sen hayır yapabilecek biri değilsin. Allah seni böyle yaratmış. Sen kötülük yapmaya mahkumsun. ” İstisna fıtratları Cenab-ı Hakk bu şekilde irade kontrolü tam olmayan bir surette yaratıyor. Bu tarz kişilerin şuuru yerindeyken ve hür iradesiyle tercih yaptıkları fiillerden sorumlu olurlar. Fakat iradesi devre dışı kaldığında sorumluluk ondan kalkar. Bu konuda hadisler bulunuyor. Yani şeytanın vesvevesini yine ilim ve hakikat nuru def ediyor.  ]

İşte şeytanın evvelki desîselerine karşı mü’minin tahassungâhı: Muhakkikîn-i Asfiyanın düstûrlariyle hudutları taayyün eden hakâik-i îmaniye ve muhkemat-ı Kur’âniyedir.

[ Asfiya, evliya âlim demektir. Asfiyalar da iki sınıflar: Muhakkikler ve Müdakkikler… Muhakkik asfiyalar, meselelerin hakikatlerini tespit eder. Sınırlarını çizer. Müdakkik asfiyalar ise, hakikatlerin dayandığı sırları tespit eder, işin hikmetini beyan eder. Fakat her iki grubun da “sıddıkıyet makamı” na çıkmaları şarttır. Külliyattaki genel bir okuma bunu bildiriyor. Nefis ve enaniyet, bu tarz evliya âlimleri engelleyemez. Bu yüzden Kur’anın hakikat ve sırlarını Allah onlara açar. Bu şekilde şeytanın, nefislerin, şeytanlaşan kişilerin iman esasları konusundaki iddialarına cevap verebilecek şekilde bütün imânî konuların hudutlarını tayin edebilirler. Nereye kadar insan hürdür, nereden sonra insan mes’uldür sınırlarını çizerler. Tahayyül, tasavvur, taakkul, tasdik, iz’an ve iltizamın farklarını, belirtilerini tespit etmek gibi… İnsanın mes’ul olduğu ve olmadığı konuların da hudutlarını çizerler. Bazı şer’î konuları kabul etmek, zaruridir, bazıları zaruri değildir fakat itiraz edilmez şeklinde sınıflandırma yaparlar. Mesela Allah’ın varlığı ve birliği, peygamberlerin sıdkı zaruriyattır. Fakat Mehdi, Deccal meselelerini kabul edip etmemek bağlayıcı değildir. Bu konuda hadisler çok olduğu için susmak ve işi ehline havale etmek esastır. Muhalefet o sahih hadisleri inkar ve tekzibe varır. Bu ise dine zarar verir. Fitneye yol açar. ]

Ve âhirdeki desîselerine karşı:

İstiaze ile, ehemmiyet vermemektir. Çünkü: Ehemmiyet verdikçe, nazar-ı dikkati celbettirip büyür, şişer. Mü’minin böyle ma’nevî yaralarına tiryak ve merhem: Sünnet-i Seniyyedir.

[ Lümme-i şeytaniye gibi merkezlerden gelen seslere, Allah ve Resulü hakkındaki ithamlara ve suçlamalara dair durumlarda ilaç, merhem ve şifa sünnettir. Çünkü sahabelerde de benzer durumlar olmuş. Çok korkmuşlar. Abdullah ibn-i Mesud (RA) bu konuyu şöyle anlatır. Sahabelerden bazıları dediler ki:

-“ Ey Allah’ın Resulü, bazılarımız içinden öyle sesler işitiyor ki, onu (bilerek) söylemektense kömür kesilinceye kadar yanmayı veya gökten yere atılmayı tercih eder. (Bu vesveseler bize zarar verir mi?)” Hz. Peygamber (sav):

-“Hayır, bu (korkunuz) gerçek imanın ifadesidir.”[1] diyerek meselenin bir manevi yolculuk kanunu olduğunu bildirmiş, sahabeleri teskin etmiştir. Hz. Peygamber’in (ASM) günah ve sevabın vicdandaki etkilerinden yola çıkarak onun tanımlamasını yapması gibi birçok hadis dinî meseleleri sağlam zeminlere oturtuyor. Sünnetin her konuda rehber olduğunu bildiriyor. Köklü bir çare ise, istiaze ederek şeytanın şerrinden Allah’a sığınmaktır. İstiaze, acz içinde Allah’a yalvarmaktır. Bu âcizlik hissi insana ilimlerin ve hakikatlerini kapılarını açan anahtar olur.]

[1] Sahih-i Müslim.

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: