İhlas risalesi okuma notları-7

Bilirsiniz ki, Hazret-i Ali (R.A.) o mu’cizevari kerametiyle ve Hazret-i Gavs-ı A’zam (K.S.), o hârika keramet-i gaybiyesiyle, sizlere bu sırr-ı ihlasa binaen iltifat ediyorlar ve himayetkârane teselli verip hizmetinizi manen alkışlıyorlar. Evet hiç şübhe etmeyiniz ki, bu teveccühleri, ihlasa binaen gelir. Eğer bilerek bu ihlası kırsanız, onların tokadını yersiniz. Onuncu Lem’adaki şefkat tokatlarını tahattur ediniz. Böyle manevî kahramanları arkanızda zahîr, başınızda üstad bulmak isterseniz[1] sırrıyla ihlas-ı tâmmı kazanınız. Kardeşlerinizin nefislerini nefsinize; şerefte, makamda, teveccühte, hattâ menfaat-ı maddiye gibi nefsin hoşuna giden şeylerde tercih ediniz. Hattâ en latif ve güzel bir hakikat-ı imaniyeyi muhtaç bir mü’mine bildirmek ki; en masumane, zararsız bir menfaattir. Mümkün ise, nefsinize bir hodgâmlık gelmemek için, istemeyen bir arkadaş ile yaptırması hoşunuza gitsin. Eğer “Ben sevab kazanayım, bu güzel mes’eleyi ben söyleyeyim” arzunuz varsa, çendan onda bir günah ve zarar yoktur. Fakat mabeyninizdeki sırr-ı ihlasa zarar gelebilir.

 * hiç şüphe etmeyiniz ki, bu teveccühleri ihlâsa binaen gelir: Kişinin ruh kalitesi, ihlas derecesine göredir. İhlas, ruhlaşmaktır. Ne kadar ihlas, o kadar ruhaniyet… Ruhlar âlemindeki veli, sahabe ve nebilerin ruhları, bu hayatta bulunan kişilere ihlaslarına göre ilgi ve takdir gösterirler. Maddi dünyada ihlasa göre yaşayan, bu dünya içinde âlem-i ervahtaki ruhlara has ruhî bir hayatı yaşar. Yani cesede bürünmüş bir ruh görünümü sergiler. O yüzden takdire layık oluyor. Sahabe, ruh adamı demek… Velilerden de, sahabeler gibi, “ rıza makamına ” eren Ferid ve Gavs’lar da birer ruh adamıdırlar. İhlasta ilerleyen kişi, rıza makamına doğru yol aldığı için desteğe ihtiyacı olur. Maddi dünyada bu desteği Ferid ve Gavs olan kâmil bir mürşid yapar. Eğer o devirde böyle bir mürşid yoksa, o vakit mazide yaşamış Ferid ve Gavs veliler ve sahabelerden meşreben o kişiye yakın olan kişi veya kişiler ona destek çıkarlar. Kalb seviyesinde kalan veliler, hizmet edenlerden samimiyet taşıyanlara destek olurlar. Kalbi dirilten, samimiyet; ruhu dirilten, ihlastır.

 * Eğer bilerek bu ihlâsı kırsanız, onların tokadını yersiniz. Onuncu Lem’adaki şefkat tokatlarını tahattur ediniz: Kutublarda ayırıcı özellikler Allah’a karşı aşk, kullara karşı re’fet (acıma), rahmet ve merhamet iken; Gavslarda ayırıcı özellikler Allah’a karşı şevk, kullara karşı şefkat ve himayedir. O yüzden, inayete mazhariyet sebebi olan ihlası kasden kıran kişi, Onların “ şefkat tokadını ” yiyor. Bu tokatlar, onların, Allah’ın izni ile olan tasarruflarıyla olur. İçine nefsaniyet girenleri Abdülkadir Geylani Hz.leri (KS); enâniyet girenleri ise, Hz. Ali (R.A.) tokatlıyor. Mesela, Hafız Tevfik Ağabey’in “ Kur’anı yazmak benim işim deyip ” bir anlık ene’sine aldanması üzerine yediği tokat Hz. Ali’nin (RA); Hulusi Ağabey’in dünyaya bir anlık meyletmesi üzerine yediği tokat Abdülkadir Geylani Hz.lerinin (KS) tokadıdır. 10. Lem’a bu tarz üzere yazılmış…

 * Böyle mânevî kahramanları arkanızda zahîr, başınızda üstad bulmak isterseniz: Arka, sırt demek. Tevekkül bahsindeki baş ve sırt meselesi… Baş, akıl; sırt, kalb demek. Nur-u iman, akıl ve ruha; kuvvet-i iman, kalbe baktığı gibi; nur-u ihlas, akıl ve ruha; kuvvet-i ihlas kalbe bakıyor. İlerleyen bir Nur talebesine önce Abdülkadir-i Geylani (KS), kuvvet-i ihlas noktasında destekçi ve yardımcı oluyor; sonra Hz. Ali (RA), nur-u ihlas noktasında ona Üstad oluyor. Üstad, kelime olarak, ilimde usta ve pir olan demek… İlim noktasında Hz. Ali (RA), pirdir. Hadiste “ Ben ilim şehriyim. Ali de onun kapısıdır. İlim isteyen kapıya gelsin ”[2] denilmiş. Hz. Peygamber’i (ASM) anlamak için önce Hz. Ali’ye (RA) tilmiz olmak gerekiyor. Bunun da yolu, nur-u ihlasa yükselmek… Üstad, Mesnevi-i Nuriye’yi yazarken ihlasta, muhlas derecesine yükselmiş. Badıllı Mesnevisi’nin sonunda Farsça şiirinde “ Men tilmîzi Aliyem ” (Ben, Ali’nin tilmiziyim) diyor. Demek Üstad, önce Geylani Hz.lerinden (KS) sonra Hz. Ali’den (RA), sonra da Peygamber Efendimiz’den (ASM) ders almış. Risaleler, bu ilmin eseridir. Nur hizmetindeki, Üveysî-meşrebliğin şifreleri ve izahları burada verilmiş. Bu seviyeye girişin başlangıcı “ sırr-ı ihlas ” tır. O yüzden Üstad diyecek:

 * “ We yu’sirûne alâ enfüsihim ” ( Onları kendi nefislerine tercih ederler. ) sırrıyla ihlâs-ı tâmmı kazanınız: Âyetteki “ alâ ” (üzerine, üstüne) demektir. Üstad İşâratü’l-İ’caz’da “ alâ ” kelimesi “ zorlamayı ifade eder ” diyor. Yani nefis diyecek “ İhtiyacım var, mecburum, yapamam-edemem ” fakat sırr-ı ihlas için, nefse karşı zorlama, acımama, savaş açma gerekiyor. Hem yine “ alâ ” kelime kökü olarak ulviyet ve yücelik manasını verir. Bu da işâret eder ki “ Manevi yükseliş, ulvileşme, nefse karşı savaş ve zorluk çıkarmakla olur. ” Hem âyetteki geniş zaman kipi olan “ Yu’sirûne ” ifadesi, îsar denilen özelliğin, yani başkasını kendine tercih etme vasfının 1 defa yapılıp biten bir şey olmadığını bildirir. Yani her ne zaman böyle bir hal vaki olursa orada sırr-ı ihlasa erenler veya ermek isteyenler, îsarı yaşarlar. Bu devamlılık, işin karakter haline gelmesini sağlar hem çapını da büyütür. Bu büyüme, maddi îsardan manevi îsara da geçer. Bu geçiş, sırr-ı uhuvvete kadar götürür. Zaten ayette hem menfaat düşkünü nefs-i emmâre manasında hem de kişinin meziyet ve fazilet düşkünü ene’si manasında olarak “ nefs ” kelimesi kullanılmış. Üstad bu iki ciheti de ele alacak. Şöyle bir tasnif yapabiliriz: Sırr-ı ihlasa eren, nefsaniyeti aşan Abdülkadir-i Geylani Hz.leri (KS) ile; sırr-ı uhuvvete eren, şahsiyetini aşan, Hz. Ali (RA) ile ve sırr-ı hakikata eren, enâniyeti aşan kişi de Hz. Peygamber (ASM) ile görüşebilir, sohbetine erer. İhlas büyüdükçe muhatabiyet çapı da büyüyor. Kapılar açılıyor.

 * Kardeşlerinizin nefislerini nefsinize şerefte, makamda, teveccühte, hattâ menfaat-i maddiye gibi nefsin hoşuna giden şeylerde tercih ediniz: Şeref, makam ve teveccüh, manevi ödüller; menfaatler ise, maddi ödüller. İlk gruptakiler, ene’ye hoş geliyor; maddi menfaat ise, nefs-i emmareye hoş geliyor. Bunların hepsi maddi dünyanın cazip ve aldatıcı şeyleri… Maddi dünya, nefis ve ene’yi avlayacak maddi ve manevi özellikler sahibi… İnsan şeref istiyor ama hakikisi manevi olanı… Manevi şeref, manevi makam, manevi teveccüh… Şeref, zenginlerde, gına sahiplerinde olur. Muhtaç olan rezildir, çünkü el açar; zengin olan şeriftir, çünkü el açmaz. İşte “ istiğna ”, kişi için hakiki şereftir. Makam, üst konum demek… Üst konum, güçle veya ilimle olur. Hakikisi, ilimle olanıdır. Manevi makam, Allah’ı tanıyan ve bilenlerde olur. İlim sahibi ve özellikle, ilmiyle amel eden ihlaslı bir kişi en yüce makamdadır. Dine hizmetteki istiğna, ilim ve ihlas, rıza-yı İlahiyi bilen ve bunların kıymetini idrak eden kişi, yavaş yavaş nefsinden sıyrılıp başkasını kendine tercih eder. Bu tercih ediş ona manevi yolları açar.

 * Hattâ, en lâtif ve güzel bir hakikat-i imaniyeyi muhtaç bir mü’mine bildirmek ki, en mâsumâne, zararsız bir menfaattir; mümkünse, nefsinize bir hodgâmlık gelmemek için, istemeyen bir arkadaşla yaptırması hoşunuza gitsin: Üstad îsardaki son noktayı söylüyor. Yani îsar, manevi olarak da yaşanabilir. Hatta en masumu, tebliğdir. Bu noktaya misal: Hz. Musa’nın (AS) konuşması tam düzgün değilmiş. O yüzden Tur Dağı’nda Allah’a yalvarırken, “ Dilimdeki düğümü çöz ki, konuşmam daha anlaşılır olsun. ”[3] Bu duası kabul edilmezse diye düşünüp “ Ailemden birini bana vezir ve yardımcı kıl! Kardeşim Hârunu… Onunla beni kuvvetlendir ”[4] diye dua ediyor. Hz. Hârun (AS) çok güzel, açık ve akıcı konuşurmuş. Hz. Musa (AS), peygamberlikle ilk görevlendirildiğinde Hz. Hârun (AS) peygamber değildi. Hz. Musa’nın (AS) isteği üzerine Hz. Hârun (AS) peygamber yapılıyor. Hz. Musa (AS) “ Peygamberlik vazifesini madem ben hakkıyla yapamıyorum. Birisi daha iyi yapsın da kim yaparsa yapsın ” diyor. Daha iyi ifade edecek olanın peygamberliğini istiyor. Manevi îsarı yaşıyor. Peki manevi îsar yaşanılmazsa ne olur: Nefis uyanmaya başlar. Hodgâmlık hortlar. Yani kendi menfaatini düşünme, kendi Âhiretini kurtarmaya çalışma hissi başlar. Bu da aradaki sırr-ı ihlasa zarar verir. Çünkü manevi îsarı terk eden, yarın bir imtihan olur maddi îsarı da terk eder. Çünkü nefse tabi olunmaya başlanmış oluyor.  Bu düstur, 1. Düsturun, uygulama faslı… Yani Allah’ın “ rıza ” ve “ kabul ” ünü hedeflemek… Rıza, teveccüh demek… Kabul, manevi kazançlar kısmı… Makam ve şeref gibi… Üstad yukarıda şöyle demişti: “ Kardeşlerinizin nefislerini nefsinize şerefte, makamda, teveccühte… ” Ruhî boyut, “ teveccüh ” le yani rıza ile başlar; “ makam ” dan geçer, “ şeref ” le en üst noktasına çıkar… 4. Düstur da, 2. Düsturun hayata geçirilmesinin yollarını gösteriyor.

 DÖRDÜNCÜ DÜSTURUNUZ: Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini kendinizde tasavvur edip, onların şerefleriyle şâkirane iftihar etmektir. Ehl-i tasavvufun mabeyninde “fena fiş şeyh, fena fir resul” ıstılahatı var. Ben sofi değilim. Fakat onların bu düsturu, bizim meslekte “fena fil ihvan” suretinde güzel bir düsturdur. Kardeşler arasında buna “tefani” denilir. Yani, birbirinde fâni olmaktır. Yani: Kendi hissiyat-ı nefsaniyesini unutup, kardeşlerinin meziyat ve hissiyatıyla fikren yaşamaktır. Zâten mesleğimizin esası uhuvvettir. Peder ile evlâd, şeyh ile mürid mabeynindeki vasıta değildir. Belki hakikî kardeşlik vasıtalarıdır. Olsa olsa bir üstadlık ortaya girer. Mesleğimiz “Haliliye” olduğu için, meşrebimiz “hıllet”tir. Hıllet ise, en yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmerd kardeş olmak iktiza eder. Bu hılletin üssül esası, samimî ihlastır. Samimî ihlası kıran adam, bu hılletin gayet yüksek kulesinin başından sukut eder. Gayet derin bir çukura düşmek ihtimali var. Ortada tutunacak yer bulamaz.

 * DÖRDÜNCÜ DÜSTURUNUZ: Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini kendinizde tasavvur edip, onların şerefleriyle şâkirâne iftihar etmektir: Demek şerefle, iftihar edilir. Şeref, manevi en yüksek derecedir. Burada şifreler meziyet, fazilet, şahsiyet, enâniyet (benlik ve kendilik), başkasıyla iftihar, tasavvur kelimeleridir.  Meziyet, ilimle kişide meydana gelen, o kişiye değer kazandıran ve onu diğer kişilerden üstte gösteren ayırıcı manevi özellik demektir. Meziyet, insanın şahsiyetinde görünür. Bir insanın cisminde gözüken, kendisiyle alakalı kimlik boyutuna şahsiyet; sosyal bir vazife cihetiyle onda görünen kimliğe ise, haysiyet denilir. İnsan, toplumda haysiyeti ile bilinir, tanınır ve görünür. Şahsiyet ve haysiyetin toplamından ise, ferdiyet doğar.

 * Fazilet, manevi üstünlük sağlayan özellik demektir. Fazilet, insanın enâniyetinde (benliğinde, kendisinde) olur. İnsanın ene’si, ruhunu ve öz zatını çevreleyen ve saran bir perdedir. İnsanın öz zâtı ise, Allah’ın hüviyetine ayna olacak şekilde programlanmıştır. İnsanın ene’si, ilmi, başkalarından üstünlük aracı olarak alıp kullanır. Tıpkı çiçeklerin güneşin ışığındaki renkleri kendisinin süsü yapması gibi… Hakikat noktasında ise ilim, süs değil yüktür. Hem üstünlük sağlamayı değil, kişide var olan meziyet ve faziletlerin kişinin irade ve şuuruyla bağını kopartmayı sağlar. Bunların İlâhî bir emanet veya hediye veya hibe olduğunu bildirir; kişiye kişinin aslî malı olan cehâletini, gafletini, körlüğünü gösterir. Bu yüzden gerçek ilim, ziya (güneş ışığı) gibidir, nur (ay ışığı) gibi değildir. Bütün buzlar, ay ışığı altında olur; oysa dağ gibi buzulların erimeleri güneş ışığı altında olur. Gerçek ilim, hem ısı hem ışık verir. Yani onda, haşyet vardır. Buz dağı gibi benlikler, o haşyet ile önce huşu’ haline girerler. Sonra da parça parça olurlar. ( Haşir Suresi, 21 ) Huşu, rehbet (şiddetli  korku) ve rağbet (şiddetli bir taleb ve aşk) tan meydana gelir. Rehbet, azameti idraktan doğan histir; rağbet, kemali idrak etmekten doğan histir. Azamet ve kemal ise, Kibriya sıfatını teşkil ederler. Gerçek ilim, Allâhu Ekber dedirtir. Allah’ın büyüklüğü bilinince ve hissedilince de kul küçülür, silinir.

 * Bu bahiste, kardeşiyle veya kendisinden başka birisiyle bir kişinin gerçek manada iftihar edebilme seviyesinin kazanılmasından bahsedilecek… Buna, iftihar-ı mukaddes denilir. Bu, Allah’ın bir ahlakıdır. İnsanın ne nefsaniyeti, ne şahsiyeti ne de enâniyeti bunlara müsaade eder! İnsanın maddi dünyaya bakan bütün cihetlerinin silinmesi lazım… Nefs, dünyanın maddi güzelliklerine ve menfaatlerine âşık… Ene ise, dünyanın makam, şeref, takdir, teveccüh gibi manevi güzelliklerine âşık… Bir insanın nefs ve ene’den kurtulmadan bu iftihar noktasına çıkması mümkün değildir. Bu iftiharı kazanmanın yolları: Fenâ, Râbıta ve   TevhidFenâ, nefisten; râbıta, şahsiyetten; tevhid ise, enâniyetten kurtaracak… Fenâ, sönme, vücuddan gitme, kaybolma demektir. Fenâ, muhabbette olur. Seven, fâni olur. Sevenin sevgisinin isbatı ise, fedakârlığıdır. En büyük fedakârlık, kişinin iradesinden geçmesidir. Fenâda en büyük esas, kendini sevmekten kurtulup kendinden daha mükemmel olan ve kendisinin hayrını ondan daha çok isteyen birini sevmedir. Bu sevilene, “ mürşid ” denilir. Yani bizi hayra, hakka, selamete eriştirecek kişi… Râbıta, hakikate odaklanma, hakikati gözetleme, ruhuyla Hakikatle bağ kurmaya çalışmadır. Fakat özel manada ölüm hakikatine odaklanmadır. Tevhid ise, Allah’tan görme, Allah’a ait bilme, kendindeki ve dış dünyadaki her güzel, iyi, mükemmel şeyi Allah’a ait olarak hissetme demektir.  

 * Fenâ 3 adım: 1) Fenâ fi’ş-şeyh: Şeyhinde yani mürşidinde fani olma, Onun iradesi karşısında kendi iradesini eritme, Ona karşı nefsini unutma demektir. 2) Fenâ fi’r-resûl: Resûlde fâni olma… Neden resûl? Çünkü peygamberler, nebilik noktasında üstad ve hocadırlar; resulluk noktasında mürşiddirler. Nebilik noktasında imanı ders verirler; fakat resulluk noktasında islamiyeti ve nefis tezkiyesini uygularlar. O yüzden resulde fâni olunur. Hucurat 7. Âyet bu meseleyi böyle anlatır. Mürşidin yetiştirdiğine, “ râşid ” denilir. O âyette de yine resul kelimesi geçiyor. 3) Fenâ fillah: Allah’ta fani olma… Gerçek Mürşid, Allah’tır. Allah, mürşidliğini, hem kâmil şeyhlerle, hem resullerle, hem sebepler şeklinde gösteriyor. Fakat asıl irşadı, kendisi yapıyor. İlham alan kişilerde olduğu gibi… Allah’ı aşk derecesinde seven, kendi iradesini Onda eriten, Onun iradesine teslim olanlar ilhama mazhar olmuşlar. Cevşen’de şöyle bir ifade var: “ Yâ Mürşide men isterşedeh ” (Ey irşad edilmek isteyenleri devamlı irşad eden; onları hayra, hakka, selamete sevk eden Zât-ı Akdes)… Bu aşamadan sonra, kâinatı Allah namına okuyacak hale gelmişler. Bu kişiler, insan dâhil kâinattan gelen olumsuz ve olumlu her şey tevhid gereği Allah’ın eseri ve yaratmasıdır; fakat mesuliyet noktasında, hoşa gitmeyen şeylerin gelme sebebi biziz demişler. Bu şekilde hakikati anlamış ve görmüşler. Bu seviye, sebepler dünyasının terbiye amaçlı kurulduğunu anlama noktasıdır. Bunu görenler “ Allah, sebepler eliyle, nefis ve ene’yi terbiye ediyor ” demiş ve kabullenmişler. Bu seviyeye gelenler, her şeyle kendini bir kardeş gibi hissetmişler. Üstad bu kardeşlik seviyesini Nur hizmetindeki fenâ yolculuğunun başlangıcı kabul ediyor: “ Ehl-i tasavvufun mâbeyninde fenâ fi’ş-şeyh, fenâ fi’r-resul ıstılahatı var. Ben sufî değilim. Fakat onların bu düsturu, bizim meslekte fenâ fi’l-ihvân suretinde güzel bir düsturdur. Kardeşler arasında buna tefânî denilir.

* Kardeşler arasında buna tefânî denilir. Yani, birbirinde fâni olmaktır. Yani, kendi hissiyat-ı nefsaniyesini unutup, kardeşlerinin meziyat ve hissiyatıyla fikren yaşamaktır: Fenânın tanımı, kendi nefsânî hislerini unut… Onları hiç gündeme getirme ve kullanma… Nefsâni hisler, maddeci ve cüz’îdirler. Hırs, hased, öfke, kin, nefret, açgözlülük gibi… Kalbe ve ruha ait hisleri devamlı gündemde tutmak ve hep onları yaşamak burada anahtardır. Kalbe ait bazı hisler: “ Re’fet (acıma), rahmet, merhamet, hilim (sabırlı, akılcı yumuşaklık), samimiyet, muhabbet v.s. ”… Ruha ait bazı hisler: “ Şefkat, sabır, ihlas, uhuvvet, rıfk, (beraberlik sağlayan yumuşaklık), şevk v.s. ”… Bu seviye, külli bir bakış ve görüşü gerektirir. O yüzden “ fikren yaşanılır… ” Akılla bu külli meseleleri göremeyen ve çözemeyen bu boyutları yaşayamaz. Yani “ Kimde meziyet varsa o benim şahsiyetimdedir; kimde fazilet varsa o benim benliğimdedir. Biz tek bir ruhuz, tek bir hakikatiz ” şeklinde bir tasavvur, bir tefekkürle bu mümkündür. Yani kardeşlerinde manen yaşamak ve bu yaşayışı hissetmekle olur… Bu da kardeşlerinde fâni olma çapıyla ilgili… Aslında dert, davadakileri öz kardeşi gibi hissedememekten kaynaklanıyor. Yani uhuvvete dair âyete iman etmemekten kaynaklanıyor. İnsan öz kardeşine karşı ne hased eder, ne kıskanır, ne rekabeti olur. Onun meziyet ve fazileti ile iftihar eder. Aynen öyle de dava ve hakikat kardeşimiz olan kişilere karşı biz gerçek kardeşliğimizi hissedemediğimiz için, buna iman etmediğimiz için sıkıntı çıkıyor. Bunun tek yolu davada fani olup kendini unutmaktır.

 * Zaten mesleğimizin esası uhuvvettir. Peder ile evlât, şeyh ile mürid mâbeynindeki vasıta değildir. Belki hakikî kardeşlik vasıtalarıdır. Olsa olsa bir üstadlık ortaya girer. Mesleğimiz halîliye olduğu için, meşrebimiz hıllettir: Risale-i Nur mesleği, Haliliye’dir. Yani Hz. İbrahim’in (AS) yolu… Onun yolu şefkat ve tefekkürdür. Risale-i Nur mesleği, tefekkür mesleğidir. Bu yol, Hz. İbrahim’in (AS) mesleğidir. Hem Risale-i Nur meşrebi, şefkat meşrebidir. Bu meşreb de, Hz. İbrahim’in (AS) meşrebidir. Hz. İbrahim (AS) bu şefkat ve hılleti, Hz. Lût’a (AS) karşı yaşamış… Hz. Lût (AS), Onun yeğeni… Tıpkı Hz. Ali (RA) ve Peygamber Efendimiz’in (ASM) halleri gibi… Hz. Lût’un (AS) kavmine gidecek azap melekleri Hz. İbrahim’e (AS) geldiğinde O: “ Orada Lût ve ailesi var. Nasıl azap edersiniz? ”[5] diye şefkatini ilan etmiş. Kur’an “ O çok içli ve ah edici, çok hilim sahibiydi ”[6] der.

 * Meslek, aklın gittiği ve ilerleyip ustalaştığı manevi yol demektir. Meşreb ise, kalb ve ruhun feyiz yudumladığı manevi yol, usul ve tarz demektir. Nur mesleği, tefekkürdür; Nur meşrebi, hıllettir yani içli-dışlı dostluk… Bu seviyedeki dostluğun temeli ise kardeşliktir. Bunu sağlayan anahtar ise, şefkattir. Şefkat = Muhabbet + Re’fet (Acıma)… Muhabbet = Şevk + İstihsan (Güzel bulma, beğenme)… Şefkat = Şevk + İstihsan + Re’fet… Yani şefkat, dış dünyayı ve insanları hem Allah’a aynalıkları cihetiyle hem de kendi zâtî cihetleriyle görme ve öyle muhatap olmadır. İnsanlardaki İlâhî nur parıltılarını görür, şevk duyar; İlâhî hüsün cilvelerini görür, istihsan duyar; hem onların acz ve fakrını görür, acıma hisseder.

[1] Haşir suresi, 9.

[2] Ukaylî, Taberânî, İbn Adî ve Hâkim.

[3] Taha suresi, 27-28.

[4] Taha suresi, 29-31.

[5] Ankebut Suresi, 32.

[6] Hud suresi, 74-75.

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: