İlahiyat Câmiasında Neler Oluyor?-5 ( Ruh Hakkında )

Diğer bir hocamız derste “ Ruh diye bir şey yoktur ” diye ısrarla ifade etmiş.

Arkadaşım bu cümleyi sarf edince hemen cevabını ona Meryem suresindeki âyetle vermiştim: “ Fe temessele ruhenâ beşeran seviyye ” ( Ruhumuz, ona bir insan seviyesinde ve suretinde temessül etti. )[1] İnsan, temessül edemez. Temessül, soyut ve nurani bir yapının gözle görünür bir şekil alması ve somut bir hal arz etmeye başlamasıdır. Bu manada Enbiya sûresi 52. Âyette Hz. İbrahim putlar için “ temâsîl ” diyor. Yani insanların yaptığı bir suret taşıyan ve bir manayı temsil etmek için hazırlanan heykel demek… Aşk putu, korku putu, savaş putu gibi… Her put bir manayı temsil ediyor, insanlar o manalara ibadet ediyorlardı. Hz. Nuh’un (AS) kavminin taptığı Vedd putu, Aşk Tanrısı demek…

Kur’anda ruh kelimesi, dikkat çekici tarzda, çoğul olarak kullanılmaz. Ruha yakın yapılı olan nur, hayat, ilim gibi özellikler de hep tekil kullanılır. Çünkü maddiyatta teklik-çokluk söz konusudur. Maneviyatta birlik ve teklik esastır. Bu cihetten çokluğun sebebi olan cüz’ilik ve kişisel varlık değil, küllilik ve mücerred yapılar maneviyatta esastır. Mesela her canlının türü, onun külli hakikatidir. O türden her bir canlı, o külli hakikatin cüz’î somut bir halini gösterir. Bu açıdan külli hakikat , zaman-üstü ve bâkidir; sureti hükmünde olan cüz’î mahiyet ise, zamana tâbi ve fânidir. Bu noktadan ruh, külli ve bir olduğundan ölmez ve ölemez. Ruhun cüz’i bir görüntüsü olup çok sayıda ve seviyede olan maddi hayat ve nefis, ölümü tadıcıdır. Nefis, kandan meydana gelen şuurlu organizma demek…

Fakat bir olan ruh kendini farklı yönleriyle farklı isimler altında gösterir. Kudsiyet ve selamet yönüyle göstereceği zaman Ruhu’l-Kudüs; emniyet ve müheyminiyet yönüyle gösterecekse Ruhu’l-Emîn olarak gösterir. Bu açıdan bir kudsî hayatı ve kâinatla barışıklığı hediye eden İslamiyetin emir ve yasakları, müminlere Ruhu’l-Kudüs tarafından getirilir.[2] Ruhu’l-Kudüs, iman edenleri mücessem hidayet olan imana göre bir hayata eriştirmek; İslamiyet kıvamına gelenleri ise, müjdelemek için âyât-ı kudsiyeyi getirir. Tâ ki, kalplerindeki nefsâniliğin açtığı yaralar şifa bulsun ve kişinin kalb sefinesi sâhil-i selamete çıksın, Hz. Nuh (AS) gibi… Ruhu’l-Emîn ise, imanı olmayan veya imanda tahkik ile ilerlemeye çalışan kişilere âyât-ı nuraniyeyi getirir. Tâ ki, onların ruhlarında saklı korkular ve onların kaynağı olan manevi zulümat giderilsin. “ Karanlıklardan nura çıksınlar.[3] Bu açıdan, takva ve salih âmel âyetleri Ruhu’l-Kudüs ile nüzul ettiği gibi, iman ve tevhid âyetleri de Ruhu’l-Emîn ile nüzul eder. Şuara suresi 192-194. Âyetlerde gördüğümüz üzere: “ Vahiy, Ruhu’l-Emin ile Hz. Peygamber’in kalbinin zâhirine yani aklına indirilir. Onunla insanları Allah’ın azabı ve gazabı konusunda uyarsın diye… ” Tekvir suresinde de “ Emîn ” bir “ Resûl ” den bahsediliyor. Yani Allah’ın elçisi konumunda olan bir ruhtan… Tekvir suresi, tamamen imanî esasları işleyen bir sure… Bu noktada rahatlıkla diyebiliriz ki Kur’anda Ruhu’l-Kudüs ve Ruhu’l-Emîn ayrımı en azından vazife itibariyle barizdir.

Kur’anın tamamına bakılınca Ruhu’l-Emîn’in Cebrail (AS) olduğunu görebiliyoruz. Çünkü Bakara suresi 92. Âyet Kur’anın Onun tarafından Hz. Peygamber’in kalbinin üstüne indirildiğini söylüyor. Bakara suresinin bu âyetini Şuara sûresinde geçen yukarıdaki âyetlerle beraber okuduğumuzda Ruhu’l-Emîn’in Cebrail (AS) olduğu kesinleşiyor. Ruhu’l-Kudüs konusunda kesin bir ifade bulunmamakla birlikte Hz. Cebrail’in (AS) “ vahiy meleği ” olmasından yola çıkarak, Ruhu’l-Kudüs’ün de O olacağı konusunda kelam âlimleri ittifak etmişler. Âlimlerimizin kanaati hakikate gayet uygundur. Fakat ulemamız, farklı unvan altında gelen âyetleri inceleseydi, farklarını görebilir ve daha sistematik bir şekilde konuyu ele alabilirdi.

Evet ruh hakikati, 1001 Esma-yı Hüsna’ya ait hakikatleri kendinde cem eden yapısıyla 1001 şahsiyetle temessül eder. Kudsiyet manasıyla Ruhu’l-Kudüs, emniyet manasıyla Ruhu’l-Emîn gibi… Bir padişah kumandan-ı a’zam kişiliği ile, zırhı içinde ve atının üstünde celalli şekilde göründüğü gibi, şairlik yönü varsa kalemi elinde masa başında cemalli şekilde de görünür. Doktorluk, ressamlık, hatiplik, imamlık, ilim adamı gibi şahsiyetleri de olsa her birinin ayrı kisvesi ile kendini gösterir. Aynen bunun gibi ruh hakikati de kendini 1001 kisve içinde gösterebilir.

Kur’ana baktığımızda ruh konusunda çok zengin bir dil kullanıldığını görürüz. Kur’an ruhu, “ emr-i Rabbânî ” olarak tanımlayıp, hakkında genel manada insanlığa, hususi manada Müslümanlara, en dar manada ruh konusunu Hz. Peygamber’e (ASM) soran, müşriklere ve daha dar dairede onlara o soruyu sorduran Yahudilere ruh konusunda az bir ilim verildiği ifade edilir. Kur’an, kâfirler olan müşriklerin, kabirdeki ruhlar hakkında ümitsizlik içinde olduğunu; Allah’ın gazabına uğrayan Yahudilerin ise, ruhun ebediliği hakkında ümitsiz olduğunu ifade eder.[4] Yeisin ana sebebi, bilme konusunda çaresizliktir. Evet ruh konusu, Allah’ın huzurunda aklının aczini ve çaresizliğini görüp hissetmeyen bir kişiye açılmayacak kadar özel ve mahrem bir hakikattir. Bu açıdan dünya genelinde ruh hakkında en sağlıklı ve dengeli bilgileri Allah’ın âcizleri ve garipleri olan peygamberler getirmişlerdir.

Kur’an, bir emr-i Rabbânî manasında, kendisi ve vahiy hakkında da ruh der. Mesela Mu’minûn sûresi 15: “ Dereceleri yükselten, Arş’ın Sahibi olan Allah, ruhunu dilediği kişinin kalbinin üstüne indirir. Tâ ki insanları buluşma günü olan mahşer konusunda uyarsın ve korkutsun.

Bazıları bu âyetten yola çıkarak Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in anladığı, Kur’andan ve sahih hadislerden yola çıkarak sınırlarını çizdikleri ruh tanımını reddediyorlar. Oysa bu âyette bir teşbih var. Bu âyet müteşâbihattandır, diyebiliriz. Çünkü Kur’an, âyetleri muhkem ve müteşâbih diye ikiye ayırıyor. Muhkem ise, içeriği çok kesin ve net olan, bir emir ve yasağı çok bariz ifade edecek şekilde sağlamlaştırılmış ve berrak bir ifade içeren demek… Bu âyet ise vahiy hakkında bize bir benzetme yapıyor; bazı âyetler vahyi yağmura benzettiği gibi…[5] Bu âyet, Kur’anın kudsiyet yönü itibariyle bir “ emir ” kitabı olduğunu, amel-i salih itibariyle, “ Yap! ” emirlerini, takva itibariyle “ Yapma! ” emirlerini içerdiğini bize açıyor. Bu yönüyle, vahiy, ruha benzetiliyor.

Ayrıca maddi hayatın kaynağı ve dayanağı, cansız zerreler olmadığı her sağlıklı akıl sahibince ittifak edilen bir husus… Çünkü her canlının bir kalıbı ve şekli var. Eğer ruhun verdiği manevi kalıbı ve şekli reddedersek bu kalıbın maddi olduğunu aklen kabul etmek zorundayız. Oysa gözle göründüğü üzere insanlara şekil veren, anne karnından vefatına kadar sürekli değişen maddi bir insan kalıbı bulunmamakta… Bu durum gösterir ki, insanı şekillendiren kalıp manevidir. İnsanın hayatının ve bütün özelliklerinin kaynağı da manevidir. Bu manada maddi hayatın kaynağı, ruhtur. Söz konusu âyette vahiy, hayat vericiliği yönünden ruha benzetiliyor. Vahye tabi oldukça kişinin maddi canlılığı arttığı gibi, manevi canlılığı da artar. Çünkü vahyin nuruyla hayat, geleceğe dair korkulardan ve geçmişe ait üzüntülerden kurtularak Hayy-ı Kayyûm olan Allah’a yakınlık kazanmakla ebedî surette yükselir. Bu sayede her insan taşıyla toprağıyla canlı olan Cennet’e girmeye hak kazanır.

Ayrıca bu âyet yaptığı benzetmeyle gösteriyor ki, Kur’anın her bir âyeti ilim ve hikmet-i İlahiye gibi soyut ve nurani olmakla bölünmeden parçalanmadan bütün kalplere ve hafızalara girebilmesi; her insanın dünyasında zaman içinde farklı manaları ve hakikatleriyle belirmesi ile ruh hakikatinin 1001 şahsiyetle zaman ve mekan içinde görünmesine de delildir.

Bununla birlikte ruhun kendine has bir bedeni ve vücudu bulunuyor. Ölmüş insanların ruhları özellikle şehidlerin ruhları avam veya havastan bazı kişilere havayı bir ayna yaparak görünmeleri gibi, Allah dostu olan müşahede ve rü’yet ehli insanlara Kur’anın kendisi veya bazı sureleri hatta bazı âyetleri belirli bir suret ile göründükleri o kadar çok ifade edilmiş ki, aksini iddia etmek mümkün değildir. Hayatlarındaki hassas takvaları ile doğruluk için ölümü göze alan, bir defa yalan söylememek için ölen ve öldürülen bu zâtların bu konuda yalan söylemeleri imanlarını 5 kuruşa satmak gibi imkânsız ve akıl haricindedir. O halde Kur’anın hem teşbih yönüyle, hem hakikat yönüyle bir ruh olması gayet makul ve yerindedir.

Bediüzzaman Said Nursi, ruh konusunu felsefî, tasavvufî, bilimsel ve Kur’ani 4 yönden inceleyerek şöyle bir tesbitte bulunur:

Ruh, Vücud-u Hâricî Giydirilmiş Bir Kanundur

Ruh bir nuranî kanundur; vücud-u hâricî giymiş bir namustur, şuuru başına takmış…[6]/

Bu mevcut ruh, şu makul kanuna olmuş iki kardeş, iki yoldaş./

Sabit ve hem daim fıtrî kanunlar gibi, ruh dahi hem âlem-i emir, hem irade vasfından gelir./

Kudret vücud-u hissî giydirir, şuuru başına takar, bir seyyâle-i lâtifeyi o cevhere sadef eder./

Eğer envâdaki kanunlara kudret-i Hâlık vücud-u hâricî giydirirse, her biri bir ruh olur./

Ger ( eğer ) vücudu ruh çıkarsa, başından şuuru indirirse, yine lâyemut kanun olur.

Kanun, emr-i İlâhînin tecellisidir; nâmus ise, irade-i İlahiyenin tecellisidir. ( Mesnevi-i Nuriye, Katre Risalesi, 55 Lisan-ı Şehâdet )

Ruhun gelişebilme yönü hakkında ise Bediüzzaman şöyle bir tespitte ve tanımda bulunur: “ Ruh, zîhayat, zîşuur, nuranî vücud-u hâricî giydirilmiş, câmi’, hakikattar, külliyet kesb etmeye müstaid bir kanun-u emrîdir.

Ayrıca Kur’an bütün yaratılanları “ halk ve emir ” şeklinde tasnif edip her iki grubun da Allah’a ait olduğunu söyler.[7] Bu âyeti ruh hakkında olan İsra suresindeki “ min emri Rabbike[8] ( Rabbinin emir sıfatından bir emir ) demesiyle beraber okursak, “ Ruh, mahluk değildir[9] sonucu çıkar. Bu ise Kur’an, ruha benzetildiği için binnetice “ Kur’an, mahluk değildir ” sonucunu bize verir. Bu sonuç ise, yüzlerce yıldır devam eden, Ehl-i Sünnet’in 4 büyük mezhebinden birisinin kurucusu olan Ahmed bin Hanbel gibi mücahid bir imamın işkence görmesine yol açan zorba bir fikrin ve onu destekleyen iktidarın zorbalığını ayan beyan ortaya koyar. Kur’anı anlamadan Kur’an hakkında konuşan ve fikrine itiraz eden Mu’tezileler ve onlara aldanan Abbasi siyasileri utansın!

Ehl-i tasavvuf bu âyetlerden yola çıkarak özellikle ilimde ileri seviyede olan Nakşibendîler: “ İnsanın 10 latife denilen özelliği var. Bunların 5 tanesi âlem-i halktandır, 5 tanesi âlem-i emirdendir. Halk âleminden olanlar toprak, hava, su, ateş ve nefs-i emmâredir. Âlem-i emirden olanlar ise kalb, ruh, sır, hafi ve ahfâdır. ” Nakşibendî uleması, İsra suresindeki âyete dayanarak ruhu, âlem-i emirden olan İlahî bir eser olarak ifade ederler. Nakşibendîler, nefs-i emmârenin maddi dünyaya ait 4 unsurdan yaratıldığını ve onlara ait özellikleri sergilediğini ifade edip kelime-i tevhid zikriyle hepsini tezkiye ve terbiye etmeye çalışarak maddeyi ve maddiyatı ruhun velayeti altına almaya çalışırlar. Nakşibendîler, sır için kalb gözü; hafi için, kâinatın sırlarını gören kalbin göz bebeği derler. Nakşibendî şeyhlerinden olan Süleyman Hilmi Tunahan Hz.leri ahfâ için, kalbin kulağı der.[10] Maddi kulakla sesler duyulduğu ve dış dünyayla irtibat kurulduğu gibi, ahfâ ile de insan vahiy veya ilhamı duyar.

Bütün bu yönleriyle baktığımızda “ Ruh diye bir şey yoktur ” demek, Kur’an da yoktur, vahiy de yoktur gibi zahiri bir sonuca çıkar. Manevi açıdan bakarsak, hiçbir şekilde böyle bir iddiada bulunulamaz.

[1] Meryem sûresi, 17.

[2] Nahl suresi, 102

[3] İbrahim suresi, 1 ve diğerleri…

[4] Mümtehinne suresi, 13.

[5] Cin suresi, 16, Hadid suresi, 4 ve benzerleri…

[6] İsra suresi, 85.

[7] A’raf suresi, 54.

[8] İsra suresi, 85.

[9] Ruh, Hâlık isminin değil Câil ve Âmir isimlerinin eseridir. Bu cihetten Arapça grameriyle dersek mahluk değil, mec’ul ve me’murdur.

[10] Mehmed Emre, Hatıralarım.