İnsanın Hayvandan Farkı Nedir?

İnsanlar da hayvanlar gibi doğar, yaşar ve ölürler. Aralarında benzerliklerin yanında çok farklılıkları da vardır. Ona yüklenen görevler hayvanlarınkinden farklıdır. İnsanla hayvan arasındaki en önemli farklardan biri edebtir.

Hayvanlar ne ile görevli ise ilahi bir ilhamla onu yapmak zorundadırlar. Arı bal yapar, inek, keçi, deve ve koyun süt verir. İpek böceği ise ipek yapar. Eşek yük taşır. Ama insan önce düşünme sonra yorum yapma, olup bitenleri analiz ve sentezleme ile bir sonuca varma yeteneğine sahiptir. O, kâinat aynasına bakıp onu okuyabilir. Aslında kendisi de bir aynadır, kendine de iyi bakarsa onu da okuyabilir.

*insaniyet, iman ile insaniyet olduğunu, insan ile hayvanın dünyaya gelişindeki farkları gösterir. Çünkü, hayvan, dünyaya geldiği vakit, adeta başka bir âlemde tekemmül etmiş gibi, istidadına göre mükemmel olarak gelir, yani gönderilir. Ya iki saatte, ya iki günde veya iki ayda bütün şerâit-i hayatiyesini ve kâinatla olan münasebetini ve kavânîn-i hayatını öğrenir, meleke sahibi olur.

İnsanın yirmi senede kazandığı iktidar-ı hayatiyeyi ve meleke-i ameliyeyi, yirmi günde serçe ve arı gibi bir hayvan tahsil eder, yani ona ilham olunur.

Demek, hayvanın vazife-i asliyesi, taallümle tekemmül etmek değildir; ve marifet kesbetmekle terakki etmek değildir; ve aczini göstermekle medet istemek, dua etmek değildir. Belki vazifesi, istidadına göre taammüldür, amel etmektir, ubûdiyet-i fiiliyedir.

İnsan ise, dünyaya gelişinde, herşeyi öğrenmeye muhtaç ve hayat kanunlarına cahil; hattâ yirmi senede tamamen şerâit-i hayatı öğrenemiyor. Belki âhir ömrüne kadar öğrenmeye muhtaç, hem gayet âciz ve zayıf bir surette dünyaya gönderilip, bir iki senede ancak ayağa kalkabiliyor. On beş senede ancak zarar ve menfaati fark eder; hayat-ı beşeriyenin muavenetiyle, ancak menfaatlerini celp ve zararlardan sakınabilir. Demek ki, insanın vazife-i fıtriyesi, taallümle tekemmüldür, dua ile ubûdiyettir. Yani, “Kimin merhametiyle böyle hakîmâne idare olunuyorum? Kimin keremiyle böyle müşfikane terbiye olunuyorum? Nasıl birisinin lütuflarıyla böyle nazeninâne besleniyorum ve idare ediliyorum?” bilmektir; ve binden ancak birisine eli yetişemediği hâcâtına dair Kàdıu’l-Hâcâta lisan-ı acz ve fakr ile yalvarmaktır ve istemek ve dua etmektir. Yani, aczin ve fakrın cenahlarıyla makam-ı âlâ-yı ubûdiyete uçmaktır.

Demek, insan bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. Mahiyet ve istidat itibarıyla herşey ilme bağlıdır. Ve bütün ulûm-u hakikiyenin esası ve madeni ve nuru ve ruhu marifetullahtır ve onun üssü’l-esası da iman-ı billâhtır.

Hem insan, nihayetsiz acziyle nihayetsiz beliyyâta maruz ve hadsiz âdânın hücumuna müptelâ; ve nihayetsiz fakrıyla beraber nihayetsiz hâcâta giriftar ve nihayetsiz metâlibe muhtaç olduğundan, vazife-i asliye-i fıtriyesi, imandan sonra, duadır. Dua ise, esas-ı ubûdiyettir.

Nasıl bir çocuk, eli yetişmediği bir meramını, bir arzusunu elde etmek için ya ağlar, ya ister. Yani, ya fiilî, ya kavlî lisan-ı acziyle bir dua eder, maksuduna muvaffak olur.

Öyle de, insan, bütün zîhayat âlemi içinde nazik, nazenin, nazdar bir çocuk hükmündedir. Rahmânü’r-Rahîmin dergâhında, ya zaaf ve acziyle ağlamak veya fakr ve ihtiyacıyla dua etmek gerektir. Tâ ki, makàsıdı ona musahhar olsun veya teshirin şükrünü eda etsin.

Yoksa, bir sinekten vâveylâ eden ahmak ve haylaz bir çocuk gibi, “Ben kuvvetimle, bu kabil-i teshir olmayan ve bin derece ondan kuvvetli olan acip şeyleri teshir ediyorum ve fikir ve tedbirimle kendime itaat ettiriyorum” deyip küfran-ı nimete sapmak, insaniyetin fıtrat-ı asliyesine zıt olduğu gibi, şiddetli bir azâba kendini müstehak eder. (SÖZLER, 23. Söz)

* Şeytanın ilka etmekte olduğu vesveselerden biri:

Yahu, şu koyun veya inek, eğer Kadîr ve Alîm-i Ezelînin nakşı, mülkü olmuş olsaydı, bu kadar miskin, biçare olmazlardı. Eğer bâtınlarında, içlerinde Alîm, Kadîr, Mürîd bir Sâniin kalemi çalışmış olsaydı, bu kadar câhil, yetim, miskin olmazlardı” diyen ve cinnî şeytanlara üstad olan ey şeytân-ı insî!

Cenâb-ı Hak, herşeye lâyıkını veriyor. Ve maslahata göre veriyor.

Eğer atâsı, in’âmı bu kaideden hariç olsaydı, senin eşeğinin kulağı senden ve senin üstadlarından daha akıllı, daha âlim olması lâzımdı.

Ve senin parmağın içinde senin şuur ve iktidarından daha çok bir şuur, bir iktidar yaratırdı.

Demek herşeyin bir haddi var. O şey, o had ile mukayyeddir.

Kader, herşeye bir miktar ve o miktara göre bir kalıp vermiştir.

Feyyaz-ı Mutlaktan aldığı feyze olan kabiliyeti o kalıba göredir. Mâlûmdur ki, dahilden harice süzülen cüz-ü ihtiyarî mizanıyla, ihtiyaç derecesiyle, kabiliyetin müsaadesiyle, hâkimiyet-i Esmânın nizam ve tekabülüyle feyz alınabilir.

Maahaza, şemsin azametini bir kabarcıkta aramak, akıllı olanın işi değildir. (MESNEVİ-İ NURİYE, Zerre)

İnsanı hayvandan üstün ve farklı kılan değişik karekter, arzu ve istekleri vardır. O, insanlığa uygun şerefli bir yaşam sürmek ister.

* İnsan, bütün hayvanlardan mümtaz ve müstesna olarak, acip ve latif bir mizaçla yaratılmıştır. O mizaç yüzünden, insanda çeşit çeşit meyiller, arzular meydana gelmiştir. Mesela, insan, en müntehap şeyleri ister, en güzel şeylere meyleder, ziynetli şeyleri arzu eder, insaniyete layık bir maişet ve bir şerefle yaşamak ister.

Şu meyillerin iktizası üzerine, yiyecek, giyecek ve sair hacetlerini istediği gibi, güzel bir şekilde tedarikinde çok san’atlara ihtiyacı vardır. O san’atlara vukufu olmadığından, ebna-yı cinsiyle teşrik-i mesai etmeye mecbur olur ki, herbirisi, semere-i sa’yiyle arkadaşına mübadele suretiyle yardımda bulunsun ve bu sayede ihtiyaçlarını tesviye edebilsinler. (İ.İCAZ)

İnsan, yetenekleri yönüyle bütün hayvanların üstünde bir varlık iken yeme içme ve barınma gibi en temel dünyevi ihtiyaçlarını gidermede serçe kuşundan bile geri kalır. Onun vazifesi hayvanlar gibi yalnız dünya hayatı için çabalamak değil ebedi bir hayat için gayret etmektir. Nemrutlar, Firavunlar gibi Allah’a başkaldırmaları yönüyle hayvanlardan aşağıda olurlar.

İnsan, üstüne vazife olmayan şeylerle meşgul olmamalı, değersiz bilgileri elde etmek için de zamanını boşa harcamamalıdır. Vaktinin kıymetini bilmelidir. Onun ömrü kısadır, binlerce sene bu dünyada yaşayacak da değildir. Ona göre davranmalıdır. Ebedi hayatı kazanmak için, dünyayı ahretin tarlası olarak görmelidir. Onun değersiz uğraşları, çalışmaları olamaz.

*Sen istidad cihetiyle bütün hayvanâtın fevkınde olduğunu ve hayat-ı dünyeviyenin levâzımâtını tedârikte, iktidar cihetiyle, bir serçe kuşuna yetişemediğini biliyorsun. Bundan neden anlamıyorsun ki, vazife-i asliyen hayvan gibi çabalamak değil, belki hakiki bir insan gibi, hakiki bir hayat-ı dâime için sa’y etmektir.

Bununla beraber, meşâgil-i dünyeviye dediğin, çoğu sana âit olmayan ve fuzûlî bir sûrette karıştığın ve karıştırdığın mâlâyânî meşgalelerdir. En elzemini bırakıp, güyâ binler sene ömrün var gibi en lüzumsuz mâlûmât ile vakit geçiriyorsun. Meselâ, “Zühalin etrafındaki halkaların keyfiyeti nasıldır?” ve “Amerika tavukları ne kadardır?” gibi kıymetsiz şeylerle kıymettar vaktini geçiriyorsun. Güyâ, kozmoğrafya ilminden ve istatistikçi fenninden bir kemâl alıyorsun (SÖZLER,21.Söz)

Allah’(C.C)ın insana verdiği akıl ve fikir gibi iki önemli özellik ve onları kullanma şekline göre de hayvandan üstün olabilir veya daha aşağılara düşebilir. Hayvanların da her birinin cinsine göre farklı zekâları vardır ama akılları yoktur, ilhamla hareket ederler. Hayvanların ne geçmiş korkuları ne gelecek endişeleri vardır. Yer içer ve günlük yaşarlar. Ama insanlar öyle değildir. Geçmiş zamanın elemlerinden veya istikbal endişesinden ızdırap duyarlar. Eğer iman nuru içlerinde yoksa her şeyden korkarlar, her şeye üzülürler. Hayattan zevk alamazlar. Bu yönüyle hayvandan daha aşağıdırlar. Ama olaylara iman nuruyla bakabilirlerse, akıl onlar için azap aleti olmaktan çıkar, dünyadan hakiki lezzet alırlar. Öyleyse dünyanın gerçek lezzetini isteyenler yaratılış gayelerini iyi bilmeliler ve öylece yaşamalıdırlar.

İnsan, şerri yaşayıp hayra yönelebilir, karanlıklarda kaybolduktan sonra bir gün hidayet nurunun basamaklarına çıkabilir, yokluğu tattıktan sonra varlık içinde olduğunun farkına varabilir. İşte bu zıtlıklar içerisindeki esrar perdelerini kaldırabilecek olan yalnızca insandır. Hayvanların en mükemmelinde bile böyle özellikler yoktur. Akıl ve fikirle bu farkındalığı yakalayabilir.

*insanda akıl ve fikir olduğu için, hayvanın aksine olarak hazır zamanla beraber geçmiş ve gelecek zamanlarla da fıtraten alâkadardır. O zamanlardan dahi hem elem, hem lezzet alabilir. Hayvan ise, fikri olmadığı için, hazır lezzetini, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen korkular, endişeler bozmuyor. İnsan ise, eğer dalâlet ve gaflete düşmüş ise, hazır lezzetine geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen endişeler o cüz’î lezzeti cidden acılaştırıyor, bozuyor; hususan gayr-i meşrû ise, bütün bütün zehirli bir bal hükmündedir. (SÖZLER,13.Söz)

*İnsanı hayvandan ayıran şeylerden,

Biri: Mazi ve müstakbelle alakadar olmasıdır. Hayvan bu iki zamanı bihakkın düşünecek bir idrake malik değildir.

İkincisi: Gerek enfüsi, gerek afaki, yani dahili ve harici şeylere taallük eden idraki, külli ve umumidir.

Üçüncüsü: İnşaata lazım olan mukaddemeleri keşif ve tertip etmektir: Mesela, bir evin yapılması için lazım olan taş, ağaç, çimento misilli lüzumlu mukaddemeleri ihzar ve tertip etmek gibi. (MESNEVİ-İ NURİYE, 10.Risale)

İnsan yaratılış itibariyle zayıf ve güçsüz yaratılmıştır, gözsüz bir akrebe ayaksız bir yılana ve hortumlu bir sineğe mağlup olabilir. Ona arıdan bal yediren, küçük bir kurttan ipeği giydiren, inek, koyun ve keçiden süt içirten onun gücü, kudreti değil, yaratılışındaki zayıflığına karşı Rabbinin ona ikramıdır.

Evet, bir gözsüz akrep ve ayaksız bir yılan gibi haşerâta mağlûp olan insana bir küçük kurttan ipeği giydiren ve zehirli bir böcekten balı yediren, onun iktidarı değil, belki onun zaafının semeresi olan teshîr-i Rabbâniye ve ikram-ı Rahmânîdir.(SÖZLER,23.Söz)

İnsanın dünyadaki ihtiyaçları çoktur ama onları her zaman karşılamaktan aciz kalabilir. O, akıllı bir varlıktır, her şeye hüzünlenir, elem, gam çeker. Ama ellerini açıp rabbinden ister, O’na yalvarırsa O’nun nazlı bir sultanı, yeryüzünün halifesi olur. Her şey onun emrine verilir.

*Hem, insanı bütün hayvanâtın mâdununa düşüren hadsiz zaaf ve aczi, fakr ve ihtiyacâtı ve bütün hayvanlardan daha bedbaht eden, vâsıta-i nakl-i hüzün ve elem ve gam olan aklı o nur ile nurlandığı vakit, insan bütün hayvanât, bütün mahlûkat üstüne çıkar. O nurlanmış acz, fakr, akılla niyaz ile nâzenin bir sultan ve fîzâr ile nazdar bir halîfe-i zemin olur. Demek, o nur olmazsa, kâinat da, insan da, hattâ herşey dahi hiçe iner. (SÖZLER,19.Söz)

İnsan çalışma, eylemde bulunma ve maddi gayreti yönüyle de hayvandan geri kalır, acze düşer. Develer çölde susuzluğa dayanır, kuşlar kilometrelerce uçar, göç eder, balıklar döllenmiş yumurtalarını bırakmak için nehirleri aşıp gelir. Demek ki o, böyle işler için yaratılmamıştır. Onu başka görevler bekliyor. Evcilleşmiş hayvanlarda insanların tembelliğini almışlar, onlara benzemişlerdir.

*İnsan, fiil ve amel cihetinde ve say-i maddî itibâriyle zayıf bir hayvandır, âciz bir mahlûktur. Onun, o cihetteki daire-i tasarrufâtı ve mâlikiyeti o kadar dardır ki, elini uzatsa, ona yetişebilir. Hattâ, insanın eline dizginini veren hayvanât-ı ehliye, insanın zaaf ve acz ve tembelliğinden birer hisse almışlardır ki, yabânî emsâllerine kıyas edildikleri vakit, azîm fark görünür (ehlî keçi ve öküz, yabânî keçi ve öküz gibi). (SÖZLER,23.Söz)

*Envâ-ı zîhayat içinde en ziyade rızkın envâına muhtaç, insandır. Cenâb-ı Hak insanı bütün esmâsına câmi bir ayna ve bütün rahmetinin hazinelerinin müddeharâtını tartacak, tanıyacak cihazata mâlik bir mucize-i kudret ve bütün esmâsının cilvelerinin vaziyetlerinin inceliklerini mizana çekecek âletleri hâvi bir hâlife-i arz suretinde hâlk etmiştir. Onun için, hadsiz bir ihtiyaç verip, maddî ve mânevî rızkın hadsiz envâına muhtaç etmiştir. İnsanı, bu câmiiyete göre en âlâ bir mevki olan ahsen-i takvime çıkarmak vasıtası, şükürdür. Şükür olmazsa, esfel-i sâfilîne düşer, bir zulm-ü azîmi irtikâp eder. (MEKTUBAT,26.mektup)

Dr. Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: