İnsanlık Tarihinin En Yüce Fazilet Savaşı

İnsanlığı şerefli mevkiine götürmek için açılan fazilet bayrağı ve onun etrafında toplanan minicik fedailer. Karşıda ise çirkinlikleri ölesiye savunan zâlimler.

Gerek Fahr-i Kâinat Efendimizin şahsına, gerekse bir avuç fedaiye karşı açılan iğrenç zulüm öyle sert başladı ki, davanın kazanılacağı katiyen ümit edilemezdi.

Hz. Sümeyye, kollarından gerilip, omuz mafsalları söküldükten sonra binbir eziyetin dayanılmaz acıları içinde Kelime-i Şahadet’i tekrar edince; Ebû Cehil göğsüne mızrak sokarak onu şehit etti. Evrenin semâlarına altın çivilerle onun silüeti işleniverdi.

Sonra boykotlar, sürgünler, açlık ve susuzluk gölge gibi Müslümanları takip etmeye başladı. Mekke dışına sürülen Müslümanlar, üç yıl boyunca gölgede 60 derece sıcağa, açlığa ve susuzluğa göğüs gerdiler. Bu arada başta Efendimizin ve Hz. Ebû Bekir’in serveti olmak üzere, mü’minlerin tüm maddi varlığı, karaborsa ekmek ve su almak için harcandı ve de tükendi.

Parası tamamen biten Hz. Ebû Bekir’e bir mü’min başvurarak yardım istedi. Hz. Ebû Bekir hiç itiraz etmeden o mü’mine fark ettirmeden gidip bir Yahudi tüccardan borç olarak o mü’minin ihtiyacını giderdi. Hayrette kalan yakınlarına:

– Onun ümidi bendim, paramın bittiğini söyleyemezdim, diyerek akıl almaz bir fazilet örneği verdi.

Bu acılı günlerde Fahr-i Kâinat Efendimiz, Hz. Cafer başkanlığında fakir mü’minleri Habeşistan’a gönderdi. O zamanki Habeş kralı Necaşi, âdil bir insandı. Mekke müşriklerinin hediyelerine ve ısrarlarına rağmen mü’minleri göçmen olarak kabul etti. Fahr-i Kâinat Efendimiz, Necaşi’den o kadar memnun kaldı ki, yıllar sonra bir gün Medine’de:

– Bir dostumuz vefat etti, gıyabında cenaze namazı kılacağız, buyurdular.

Kim olduğunu soran mü’minlere de Necaşî’nin o anda vefat ettiğini haber verdiler.

Habeşistan göçü de meseleyi çözmekten çok uzaktı. Çileli geçen günlerde her geçen zaman dilimi ümit kapılarını tek tek kapatıyordu. Önce Hz. Hatice ve hemen ardından Hz. Ebû Talip vefat etti. Bütün mü’minler ve şüphesiz başta Efendimiz, hüzne boğuldu.

Ve nihayet, bir ümit ışığı doğdu. Taifliler, Efendimizi bir konuşma yapmak üzere çağırdılar. Sonra da, Müslümanları kabul edeceklerine söz verdiler. Fahr-i Kâinat Efendimiz yanına Zeyd’i alarak Taife gitti. Ne var ki, Taifliler daha Efendimiz konuşmaya başlamadan O’nu taşladılar. Zeyd, Efendimizi korumak için 100′e yakın taş yarası aldı. Efendimiz de ayaklarından yaralandı. Taiften kaçarak dönerken, bir bağın kenarında yaralarını sarmak üzere oturdular. Ve o anda evrenlerin hayran kaldığı, bir daha emsali olmayan duayı Efendimiz okuyuverdi:

– Ya rabbi, onları cezalandırma, çünkü onlar bilmiyorlar, sende çare bitmez; bir başka ihsan lütfet.

Faziletleri akıl almaz rahim sırrı içinde bu dua ile heykelleştiren Fahr-i Kâinat Efendimizin niyazını, orada işitiveren hristiyan bir bağ bekçisi, onlara üzüm ikram etmek istedi. Fakat Efendimiz, bağ sahibinin rızası olmadan üzümü yiyemeyeceklerini bildirdi. Bunun üzerine bağ bekçisi;

– Lütfen beş dakika müsaade buyurun, şimdi gider sahiplerinden izin alırım, dedi.

Bağ bekçisi Taife döndüğü zaman, Hz. Zeyd de bir yandan yaralarının acısı, bir yandan da Efendimizin duasındaki akıl almaz merhamet hikmetinin dalgalanması içinde gerçeği düşünüp duruyordu. Efendimiz, Zeyd’e mânâ penceresini açıverdi. O anda Taifde bağ sahipleri, bekçinin müsaade almak üzere gelişini Efendimizin bir ahlâk örneği göstererek, bütün yorgunluğuna ve susuzluğuna rağmen üzümü yemeyişte gösterdiği ahlâki yüceliği işitince; hemen îman ettiler. Efendimiz Zeyd’e dönerek:

– Eğer duamızla azabı önlemeseydik, Taif yerle bir olacak ve bağın şimdi iman eden bu iki sahibi de kâfir olarak ölecekti. Hâlbuki bak, inananlar ordusuna iki kişi daha kazandık, buyurdu.

Nitekim, kısa bir süre sonra, Efendimizin bu rahîm sırrı kader kompüterlerine yansıdı, beklenen ümit Akabe Bîatı’nda doğdu. Ve Medine’ye hicret kapıları açıldı.

Bu devrin sıkıntılı günlerinde, şüphesiz ki en önemli hadiselerden biri Hz. Hamza’nın zâlim Mekkelilere karşı İslâm safina geçerek ciddi bir baraj teşkil etmesidir. Burada, gözden kaçan önemli bir gerçeği dile getirmek istiyorum. İlk Müslümanlar arasında oldukça güçlü ve zengin kimseler de vardı. Ne çare ki, Mekke müşrikleri öylesine sert ve zâlim davranıyorlardı ki; bizzat bunların hayatı dahi fakir müslümanlardan farksız sıkıntılar içinde geçiyordu. İlk müslümanlardan olan Hz. Osman bizzat akrabaları tarafından defalarca dövülmüş, korkunç eziyetlere mahkûm edilmişti. Aynı ezâlar Hz. Ebû Bekire yapılıyordu. Bunların istisnası Hz. Hamza idi. Hz. Hamza öylesine bir yiğitti ki; onunla kavga etmek, ne bir ferdin, ne de bir topluluğun haddine değildi. Nitekim, müşriklerin gözü önünde Ebû Cehil’i dövdüğü hâlde kimse ağzını açamadı. Hind’in kardeşi Huzayfe de Müslüman olmuş, ailesinin bütün ısrar ve zorlamalarına rağmen İslâm saflarında mücadeleden vazgeçmemişti. Bu sayılı kuvvete rağmen, iman, ateşten bir gömlek gibi bütün mü’minleri ızdırıptan ızdıraba sürüklüyor, hepsi de Hz. Bilâli Habeşi’de sembolleşen, zirveye ulaşan dayanma gücünü güzel örneklerle sergiliyorlardı.

Bu yazı Onkolog Dr. Haluk Nurbaki “Gönül Penceresinden Fahr-i Kainat Efendimiz” kitabından alınmıştır.

nurbakimektebi.com

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: