İradeden Vazgeçenler

Nur Külliyatında geçen, “Cüz’-i ihtiyârîden dahi vazgeçip, irade-i İlâhîyeye işini bırakma” meselesi iki türlü değerlendirilebilir; birisi bizlere göre, diğeri Allah’ın seçkin kulları olan büyük mürşitlere göre.

    Biz irademizden şöyle vazgeçebiliriz: Nefsimizin istekleri Allah’ın rıza çizgisine ters düştüğünde, irademizi nefis hesabına değil Allah namına  kullandığımız taktirde  irademizden vazgeçmiş oluruz.

    “Kendi havl ve kuvvetinden teberri edip, Cenâb-ı Hakk’ın havl ve kuvvetine iltica”  etmeyi de benzer şekilde değerlendirebiliriz.  “La havle ve lâ kuvvete illâ billah”  hükmünce, “havl ve kuvvet ancak Allah’ındır”. Her mahlukuna hayatını devam ettirmesi, rızkını bulup düşmanlarından korunması için gerekli  kuvveti ihsan etmiştir. Biz de güç ve kuvvetimizi bu manada değerlendirmeli ve bunları nefsimizin heveslerinde değil, Allah’ın razı olduğu sahalarda kullanmalıyız. O zaman, bu güç ve kuvvetin bizim olmadığını bilmemiz ve yerinde kullanmamız cihetiyle ondan teberri etmiş oluruz.

    Cüz’i iradesini rıza istikametinde kullandıktan sonra,  “Benim güç ve kuvvetim ancak bu noktaya kadar gelebilir. Ötesi  ancak “Cenâb-ı Hakk’ın havl ve kuvveti”yle gerçekleşebilir.” diyerek Allah’a iltica eden insan  tevekkülün hakikatine  ermiş olur.

    Üstat hazretlerinin Yirmi Üçüncü Söz’deki şu ifadeleri konumuza açıklık getirmekte ve cüzi iradeden vazgeçmenin “onu enaniyet namına değil, Allah’ın emirleri  istikametinde kullanmak ” olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
   
“O cep fenerini yere çarptım, kırdım. …

“O cep feneri ise, hodbîn ve bildiğine itimad eden ve vahy-i semâvîyi dinlemeyen enâniyet-i insaniyedir.”

    Bizler de, Allah’ın inayetiyle, cüzi irademizden bu manada vazgeçebilir, onu Kur’anın emrettiği gibi kullanabiliriz. Bir işe teşebbüs ederken irademizi meşru çizgide tutup neticeyi Allah’tan bekleyerek O’na tevekkül edebiliriz.

    Üstat gibi büyük zatların iradeden vazgeçmeleri biraz daha farklıdır. Kader Risalesinde “manen terakki etmeyen avam içinde kaderin cay-ı istimali var..” denilerek bunun nasıl olacağı anlatılmış, ancak manen terakki edenlerin kader anlayışlarına temas edilmemiştir. İşte o bahsedilmeyen kısım konumuzla yakından ilgilidir.

    Cenâb-ı Hakk’’n yarattığı hangi varlığa baksak İmam Gazzali hazretlerinin “Daire-i imkânda daha ahsen yoktur” hükmünü bütün kalbimizle tasdik ederiz (Muhakemat, Birinci Makale)  .

    Allah, güneşi böylece yaratmayı irade etmiş ve yaratmış; bundan daha mükemmel bir güneş tasavvur edebilir miyiz?

    Onun ışığıyla yolumuzu görmemize yardım eden gözümüzü düşünelim, bundan daha harika bir göz hayal  edebilir  miyiz?

    Ana rahminde geçirdiğimiz safhaları düşünelim. O dokuz aylık dönemde her şey İlâhî irade ile tanzim ediliyor ve sonunda her organı mükemmel bir bebek dünyaya geliyor.

Her neye baksak “Bu dünya hayatında en mükemmeli ancak bu olabilir.” hükmünü rahatlıkla veriyoruz. İşte o büyük zatlar bu hakikati kemaliyle bildikleri ve kalplerine olanca berraklığıyla yerleştirdikleri için, bütün ihtiyarî fiillerinin de  İlâhî irade ile tanzim edilmesi için Allah’a yalvarmışlar ve bütün işlerinde “Bizim uğurumuzda mücahede edenlere gelince,  elbette biz onlara yollarımızı gösteririz ….” (Ankebût Sûresi, 69)  ayet-i kerimesine mazhar olmak istemişlerdir.

    Bütün organlarını ve duygularını “İlâhî isimlerin bir tecelliler manzumesi” olarak gören kimse, kendinde varlık namına bir şey bulamaz ki, enaniyete kapılsın;  “benim kuvvetim, benim ilmim, yahut benim malım, benim servetim” diyebilsin…

    Böyle bir insan, bir iş yapmayı arzu ettiğinde, İlâhî ilhamı ve ikazı bekler. Yaptığından hasıl olan neticeleri kendi nefsine vermez. İlâhî ilhamla yaptığı işleri yine birer İlâhî ihsan bilir.

    Hz. Mevlâna bu bahtiyar kişilerin hallerini  şöyle bir misâl ile açıklar:

“Denizde iki varlık düşününüz. Birisi  bir insan;  kulaç atıyor, yüzerek sahile ulaşmak istiyor. Diğeri ise bir tahta parçası. Bu ikincinin bütün hareketi denizdendir, kendinden değil.”

    Fenafillah makamına ermekle kendi iradesini Hakk’ın iradesinde fani eden ve İlâhî ilhamla hareket eden zatların da bütün işleri Hak’tandır, kendi nefislerinden değil.

    Yine bu Hak dostlarından İbrahim Hakkı hazretleri Tefvizname isimli meşhur manzumesine,

        Hak şerleri hayr eyler,
        Zannetme ki gayr eyler,
        Arif anı seyreyler.

diye başlar ve her kıtayı,

        “Mevlâ görelim neyler,
          Neylerse güzel eyler.”

diyerek  tamamlar.

        Tefviz, tevekkülün daha  ileri derecesidir. İşi, bir bakıma,  tamamen Allah’ın hikmet ve rahmetine havale etmek demektir.  Elbette ki, bu teslimiyet,  kâinatta cereyan eden İlâhî kanunlara muhalefet ederek, ekmeden biçme manasında değildir. Nefsin terbiyesi, kalbin inkişafı, ruhun terakkisi ve hissiyatın ulvileşmesi” gibi konularda insanın kendi  aczini idrak  ederek, “Ben bunları başarmaktan acizim, benim sahibim ve Rabbim olan Allah ne dilerse en iyisi odur.” diyerek  İlâhî rahmet ve hikmete tam bir teslimiyet göstermesini  ifade eder.

        Böyle  bir ruh,  kendi iradesi dışında başına gelen bela ve musibetleri de rıza ile karşılar. Gece ve gündüzün ayrı ayrı faydaları olduğunu düşünerek, celâl tecellilerinin de cemâl tecellileri gibi güzel olduğuna bütün kalbiyle inanır ve “Kahrın da hoş, lütfunda hoş.”  diyebilme makamına erer.

    İşte Üstat Bediüzzaman hazretlerinin “Ben kaderin mahkumuyum.” ve “Kaderin her şeyi güzeldir.” gibi ifadelerini, sebepleri terk etme olarak değil, onun yüksek makamının bir neticesi olarak değerlendirmek gerekir.

    Üstat hazretleri, “Kırk sene hayatımda otuz sene tahsilimde yanlız dört kelime ile dört kelam öğrendim.” buyuruyor ve  bu dört kelamdan birincisini  “Ben nefsime malik değilim” şeklinde belirliyor. Ve devam ediyor: “Malikim kâinatın malikidir.”

    Burada verilen temel mesaj şudur:

    Kâinat kimin ise ben de onunum. Ne gözüm benim, ne kulağım. Ne ruhumu ben elde etmişim, ne hafızamı.  O  halde bunların tamamını emanet bilip, bütününü kâinat malikinin rızası dairesinde kullanmakla mükellefim.    Göz benim şahsî malım değil, Allah’ın mülkü. Öyleyse, bu gözle dilediğim şeylere bakamam, bakışlarım helal dairesinde ve hikmet üzere olmalıdır.

    …..
 
    Biz de bütün organlarımızı ve sıfatlarımızı böyle değerlendirmek durumundayız.

    Üstat hazretleri insanın cüzi iradesini de bu şekilde değerlendiriyor ve şöyle buyuruyor:

“Senin yolunda o cüz’-i ihtiyârîden vazgeçiyorum ve enaniyyetimden teberri diyorum.”

    Bu cümlede geçen “enaniyetten teberi” ifadesi çok önemlidir. Demek ki, cüz’i ihtayarîden vazgeçmek, hiçbir işe teşebbüs etmeden “Olacak neyse olur.” deyip beklemek değil, arzu ettiklerimizi nefis ve enaniyete kapılmadan, sadece  Allah namına ve O’nun hesabına istemektir.

    Öte yandan,  kendi irademize hiç iş düşmeyen sayısız işler de var. Başımıza imtihan yollu gelen belalardan, çevremizde ve tabiatta vuku bulan İlâhî icraatlara kadar bütün işler Allah’ın iradesiyle tayin ve yine O’nun kudretiyle yaratılmaktadır. Bunlar hakkında bize düşen görev Üstat hazretleri gibi “Kaderin her şeyi güzeldir.” Diyerek, bilemediğimiz gizli hikmetler üzerinde ileri geri konuşmayıp,  İbrahim Hakkı Hazretleri gibi,
            Deme niçin bu böyle,
            Yerindedir ol öyle
            Var sonunu seyreyle

             Mevla görelim neyler,
             Neylerse güzel eyler.

Diyerek, Üstadın “Pencerelerden seyret, içlerine girme.” tavsiyesine aynen uymaktır.

    Kaldı ki, kaderin her şeyinin güzel olduğunun sayısız örnekleriyle iç içe yaşıyoruz ve çevremiz bu tecellilerle çepeçevre sarılı.

    Sadeci iki örnek vermekle yetinelim:

    Gözlerimizin şeklini, yerini, sayısını, büyüklüğünü ve görevlerini Allah takdir etmiştir. Bunların hepsi güzeldir.

    Yer küremizin de büyüklüğünü, kara-deniz olarak taksimini, iki farklı hareketindeki  dönüş hızlarını ve eğimini de yine Allah takdir etmiştir; bunların da hepsi güzeldir.

    Böyle sayısız güzellikleri gördükten sonra, aklımızın ermediği, hissimize ters düşen olayların da mutlaka bilemediğimiz nice güzellikler taşıdığına inanmamız, Allah’ın “Alîm, Hakîm, Rahîm ve Âdil” olduğuna imanımızın bir gereğidir.

    Böyle bir bakış hakkında Peygamber Efendimiz şöyle buyururlar:

        “Allah’a hüsn-ü zan ibadettir.”

    Tevekkül  konusunda yanlış bir değerlendirmeye girmemek için Yirmi Üçüncü Söz’deki  şu tarifi yeniden hatırlayalım:
   
 “Tevekkül, esbâbı bütün bütün reddetmek değildir. Belki, esbâbı dest-i kudretin perdesi bilip riâyet ederek; esbâba teşebbüs ise, bir nevi duâ-i fiilî telâkkî ederek; müsebbebâtı yalnız Cenâb-ı Haktan istemek ve neticeleri Ondan bilmek ve Ona minnettar olmaktan ibârettir.”  Sözler, Yirmi Üçüncü Söz

 Prof. Dr. Alaaddin BAŞAR