İslam Dünyasını geri Bırakan Sebepler ve Ekonomik Kalkınmasının Şifreleri

Tarihin akışı içinde benzerine rastlanmayan, Asr-ı Saadet olarak isimlendirilen ve insanlığa bu dünya da yaşayabileceği en mükemmel, refah dönemi yaşatan, Çin Seddinden Avrupa’nın ortalarına kadar üç kıtaya hükmeden ve asırlarca coğrafyasında yaşayan farklı etnik, din ve kültüre sahip, insanlara barış, huzur ve mutluluk getiren İslâm dininin mensupları olan Müslümanlar ve İslâm Dünyası, neden, sürekli savaş ve kaosla çalkalanan bir bölge haline gelmiştir. Neden geri kaldık ve İslâm Dünyasını geri bırakan sebepler nelerdir?

Tarihi süreçte gerileme dönemine girmeden önce, Batı’nın henüz ilerlemeye başladığı on üçüncü yüzyılda İslam dünyasında bilim ve ekonomik kalkınma, refah düzeyi doruk noktasını geçmiştir. Avrupa Ortaçağ karanlığını yaşarken, Müslümanlar yüksek bir ekonomik ve sosyal medeniyet düzeyine sahiptiler. On dört asır önce İslam’ın, insan hayatının iman, bilim, ekonomik, teknik, sosyal, psikolojik, bütün yönlerinin bütünleşmesini içerecek tarzda meydana getirdiği yapı, sadece teoride kalmamış, İslam medeniyetinin altın çağları yaşanmıştır. Asr-ı saadet devri, Endülüs Emevi medeniyeti, Ortaçağ, Selçuklular, Osmanlılar bu altın çağlara bir örnektir. İslam medeniyetinin altın çağlarını yaşadığı dönemlerde, Müslümanlar aynı zamanda ekonomide de dünya lideri olmuş, özellikle ticarette büyük başarılar kazanmışlardır. Ancak bu zenginleşme, bugünkü beşeri sistemlerde olduğu gibi  bir grup zenginin elinde kalmamış, zekatın  bir kurum olarak devletin gözetiminde uygulanmasıyla sosyal ve ekonomik adaletin sağlanması gerçekleştirmiştir. Fakirlik toplumun gündeminden çıkmıştır. Faizsiz ekonomi, zekat, İslam medeniyetinin sosyal yardımlaşma kurumları olan vakıflar, külliyeler, aş evleri, kervansaraylar, halka açık hamamlar, kütüphaneler; İslam’da refahın ve kültürün sadece bir zümrenin elinde kalmadığını, tüm topluma yayıldığını göstermiştir.  Bu yüzden, İslam’ın gelişmeyi engellediği, geciktirdiği iddiası realiteyle aykırıdır.İslam’ın inanç sistemini, toplum hayatına getirdiği kurum ve kuralları incelediğimizde herhangi bir sistemle karşılaştırıldığında, İslami değerlerin, kuralların ekonomik ve sosyal gelişmeyi daha destekleyici olduğunu söylenebiliriz.

On altıncı yüzyılın ortalarında Viyana önlerine kadar genişleyebilen İslam dünyası, birçok iç ve dış unsurla birlikte gerileme sürecine girmiştir. Buna karşılık Batı, başta İslam dünyası olmak üzere dünyanın diğer coğrafyalarına üstünlük kurmaya başlamıştır. On dokuzuncu yüzyıla gelindiğinde, Türkiye ve İran’ın dışında, İslam coğrafyasının önemli bir kısmı ya Batı’nın ya da Ruslar’ın sömürgesi haline gelmiştir.

İslam dünyasını maddi alanda geri bırakan altı hastalık

İslam dünyasının gerileme sürecine girmesi olan on altıncı yüzyılın ortalarından itibaren, insanlığın İslamsız yolculuğu başladı. Yıllar, yüzyıllar geçti, kalpler imandan, İslam’dan uzak. Bu uzaklık, İslamiyet’in adalet, paylaşma, sevgi, şefkat anlayışının ve uygulamasının aksine, en üstte benim altta kalanın canı çıksın diyen,  beşeri sistemleri ekonomide, teknolojide, bilimde, sanatta yükseldikçe aç gözlülüklerini, modern yamyamlıklarını, zulümlerini de arttırdı. Doymak bilmeyen hırsları insanlığı ağlattı, insanlığı kanattı, dünyayı kan gölüne çevirdiler. Önlerindeki sofrayı bitirmeden, binlerce kilometre ötedeki sofralara gözlerini diktiler. İnsanların sofralarındaki ekmeği çaldılar. Barışa darbe yaptılar. Bugün dünyada yaşanan olaylar, savaşlar bunlardan ibarettir. Sonuç, insanlar huzursuz, toplumlar huzursuz.

Dünya küreselleşmeyi konuşuyor. Yani dünyanın ulaşım ve iletişim açısından bir köy kadar küçüldüğü bir ortam… Paranın ve gücün, haksızın, adaletsizin, merhametsizin eline geçtiği bir ortam…Bu ortamda müthiş savaş gücü olan, küreselleşmeye paralel  bir imha gücüne erişen insan…Teknolojiyi kötüye kullanma sayesinde, insanları, hayvanları, bitkileri önüne gelen her şeyi öldüren insan… Ateşle yemek pişirmesi gerekirken, dünyayı yangın meydanına çeviren insan…İnsan kıyamet bombasını kucağında taşıyor. Bir yandan alkolle, bir yandan uyuşturucu ile, bir yandan şiddetle, savaşla, bir yandan cinsel çürüyüşle kıyamete doğru yol alan insan…Ahir zamanda, dalalet asrının merkezinde bir merkez hükmünde insan… Asır yeniden keşfediyor insanı… Bunca akan kan, zulüm, tecavüzler, sapıklıklar  insan eliyle. Patlayan bombalar gücünü insanın esfel-i safilin tarafından alıyor. Bunca gözyaşı, şeytanın secde etmediği insanın şeytana secde etmesinden kaynaklanıyor.

İnsanlığın İslam’dan uzaklaşması onlara adaletsiz, sömürüye dayalı bir ekonomik refahı getirmişti, fakat huzuru getirememişti. Beşeriyete adaletli ekonomik refah ve huzur hakim olabilmesi için, İslam medeniyetinin  tekrar yaşanır hale getirilmesi elzemdir. Önce İslam dünyasının ekonomik, teknolojik ve sosyal olarak geri kalış sebeplerinin tahlil edilmesi gerekir. Bu konuda yaşanan olayları dikkate aldığımızda, Bediüzzaman’ın tespitleri ve çözüm önerilerinin önem arz ettiğini görmekteyiz.

Bediüzzaman Hütbe-i Şamiye adlı eserinde, Müslümanların psikolojisini ve İslam aleminin sosyal ve ekonomik  hayatını gözlemleyerek, İslam dünyasının ekonomik, teknolojik ve sosyal olarak geri kalış sebeplerini temel altı hastalıktan kaynaklandığını teşhis eder. Hastalıkların reçetesini de yazar. İşte bu hastalıklar.

  1. a) Ye’sin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup durulması,
  2. b) Sıdkın, doğruluğun sosyal ve siyasî hayatta ölmesi,
  3. c) Adavete muhabbet (düşmanlığın topluma yerleşmesi) ,
  4. d) Müslümanları birbirine bağlayan manevî bağları bilmemek,
  5. e) İstibdat arzularının gerçekleşmesine çalışmak,
  6. f) “Menfaat-i şahsiyesine himmetini hasretmek.”[1]

Bediüzzaman bu sebepleri, İslâm âlemini kurun-u vustada, yani Ortaçağ şartları içinde bırakan amiller olarak görmekte ve terk edilmesi gerekli sıfatlar olarak işaret etmektedir. [2]

Bediüzzaman yukarıda ifade ettiği kalkınmaya engel hastalıklara karşı, şu reçeteyi yazmaktadır:

  1. a) Emel (ümit),
  2. b) Ye’sin öldürülmesi,
  3. c) Sıdk (doğruluk),
  4. d) Muhabbete muhabbet, husumete husumet,
  5. e) Himmeti millet olmak,
  6. f) Meşveret-i Şeriye.[3]

Bediüzzaman, Hutbe-i Şamiye isimli eserinde bu kelimeleri uzun uzun tahlil eder; “Niçin geri kaldık, nasıl tekrar kalkınırız?” sorularına doyurucu cevaplar verir.

Münazarat isimli eserinde de, insanın davranış ve yaşayışına tesir eden bazı sebeplere temas etmekte ve bunları zindan-ı atalet, yani geri kalmışlığın bir sebebi şeklinde ifade edilebilir sıfatlar olarak şöyle nazara vermektedir:

  1. a) Ümitsizliğe kapılmak,
  2. b) Meylü’t-tefevvuk (kendini üstün görme hastalığı),
  3. c) Acelecilik,
  4. d) Fikr-i infiradî ve tasavvur-u şahsî (kişisel düşünme ve kendinden başkasını düşünmeme hastalığı),
  5. e) Başkasının tembelliğini kendine mazeret göstermek,
  6. f) İşi birbirine bırakma alışkanlığı,
  7. g) Rahatını düşünme arzusu,
  8. h) Kendi mesuliyetini aşıp, Allah’ın vazifesine karışmak. [4]

Ferdin özel hayatındaki alışkanlık ve sıfatlardan ileri gelen bu şartların ortadan kaldırılması, kalkınmanın en mühim bir safhasını teşkil eder. Böylece fert, toplum hayatına her yönden faydalı bir unsur olarak katılmak durumuna gelecektir. Bu sebeple, yukarıdaki şartların hangi görüş ve ölçülerle ıslah edilebileceği hususunu tespit etmek gerekir. Bu yolda şu ölçüler nazara verilmektedir.

  1. a) Emel:

Ümitsizlikten kurtulmak için emele sarılmak gerekir. Çünkü, ümitsizlik temiz ahlâkı öldürür, maneviyatı kırar, nemelâzımcılık duygusunu geliştirir. Bu sebeple, Müslümanlara dört yüz yıl esaret hayatı yaşatan ümitsizlikten kurtulmak için emele sarılmak ve şevk dolu duygularla istikbale hazırlanma arzusuna sahip olmak gerekir. Çünkü, ümitsizlik, yeis “mâni-i herkemaldir.”[5] Yani, her türlü ilerleme ve mükemmelliğin engelidir.

  1. b) Menfî rekabetin kaldırılması:

Meylü’t-tefevvuk, yani ferdin üstün olma arzusunun ortaya çıkardığı kıskançlık ve zararlı rekabet hissi, kalkınmanın ve yapıcı teşebbüsün mühim engellerinden birisi durumundadır. Hâlbuki, bu durumda, herkesin, Allah’a olan imanın telkin ettiği bir fedakârlık ve gayret içinde olması asıldır. Gerçek bir iman, hırsa girmeden, hakkına razı olma sınırında kalmayı netice vermelidir.

  1. c) Çalışmada merhalelere riayet etme ve sabırlı olma ihtiyacı:

Toplum içinde gerekli vazifenin ifası için uyulması icap eden psikolojik şartlardan biri de, işin icabına ve çalışma hiyerarşisine riayet edilmesidir. Aksi takdirde gösterilecek acelecilik, insanı neticeye götürmediği gibi, alınan menfî sonuçlar gayret ve himmet duygusunu da söndürmeye sebep teşkil eder. Bu bakımdan, zamana bağlı neticelerin alınması için aceleci olmamak ve sabırla çalışmak gerekmektedir.

  1. d) Kollektif çalışma şuuru:

Her fert, toplum içinde sosyal yaşama şuurunu muhafaza etmeli ve böylece kollektif çalışmaya zemin hazırlayarak, büyük teşebbüslere girmek imkânı doğmalıdır. Toplum için zararlı neticeleri bulunan fikr-i infiradî, yani zararlı ferdiyetçiliğe taraftar olunmamalıdır. “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olanıdır” hadisindeki manaya uygun yaşanmalıdır. Bu konuda başkasının tembelliğine bakarak, manasız bir tevekkül ile, himmet hissi köreltilmemelidir. Toplumun meselelerini müşterek bir gayretle ele almalı ve kollektif çalışma şuurunu her şeyin üzerinde tutmalıdır.

  1. e) Haveleciliğin terk edilmesi:

Ferdin, toplum hayatında sorumluluğunu yerine getirirken kendisine güvenmesi ve acizlik göstermemesi lâzımdır. İnsanın kendisine güvensizliğinin neticesi olan havalecilik, toplum hayatının en büyük yaralarından birisidir. Bu durumda, fert vazifesini yapamaz hale düşmektedir. İşi birbirine bırakmak şeklindeki tembelce bir havalecilik, ferdin çalışma şuurunu zedeler ve şevkini kırar, onu âtıl hale getirir. Bu durumda, başkasının hatası ve yanlış hareket tarzına itibar edilmemelidir. Yapılması gereken işi bizzat tamamlamaya çalışmalıdır.

  1. f) Rahat meylini terk etmek:

Toplumun fakirlik ve sefaleti ile sefahetini kaçınılmaz kılan unsurlardan birisi de, “meylü’r-rahattır.” Çünkü, rahat yaşama arzusu çalışma şevkini kırar, işsizliğe yol açar, işsizliğin getirdiği tembellik sefalet ve fakirliği netice verir. Bediüzzaman, pek çok kötülüğün, sefahetin, sıkıntının temelinde ataleti yani işsiz ve boş durmayı görür. Ona göre, ataletten hâsıl olan sıkıntı insanı sefahete atar. Sefahet ise medeniyetleri yıkıma götüren ana amillerden biridir.

Rahat yaşama arzusu fikrinin karşısına, Bediüzzaman’ın dediği gibi, “Fıtratı müteheyyiç olan insanın rahatı yalnız sa’y ve cidaldir” şeklindeki bir görüşle çıkmak gerekir. Yani, yaratılışı bakımından hareketli ve heyecanlı bir mizaç üzerinde olan insanın gerçek rahatı, çalışmada ve emeğini meşru yollardan değerlendirme mücadelesinde bulur.

  1. g) Doğruluk:

İmanın gereği doğruluktur. Kâfir ve münafıkların vasfı olan yalanın her çeşidi İslâmiyette reddedilmiştir. Allah’ın Adil ismi nasıl zulmü yasaklıyorsa, Hak ismi de yalanı şiddetle yasaklar, doğruluğu emreder. “Sıdk (doğruluk), İslâmiyet’in üssülesasıdır ve ulvi seciyelerin rabıtasıdır ve hissiyat-ı ulviyenin mizacıdır.”

Kalkınma problemi içinde ele alınması gereken psikolojik hususlardan birisi de doğruluk ve doğru olma ihtiyacıdır. “Kalkınmayı temin için bize önce lâzım olan nedir?” diye sorulan suale, Bediüzzaman, “Doğruluk” diye cevap verir.

“Daha” denince, “Yalan söylememek” der.

“Sonra” denince sayar:

 “Sıdk, ihlâs, sadakat, sebat, tesanüt.”

Soru sahibi ısrar eder: “Yalnız?” (Sıdk mı?)

Bediüzzaman, “Evet” der.

Soru sahibi, “Neden?” deyince, açıklar:

“Küfrün mahiyeti yalandır. İmanın mahiyeti sıdktır. Şu burhan kâfi değil midir ki, hayatımızın bekası imanın ve sıdkın ve tesanütün devamıyladır.”[6]

Bediüzzaman’a göre toplum hayatında şiddetli bir ihtiyaç olan doğruluk, “İslâmiyetin üssü’l-esasıdır (temel prensibidir). Ve ulvî seciyelerin, rabıtasıdır. Ve hissiyat-ı ulviyenin mizacıdır. Öyleyse, hayat-ı içtimaiyemizde (sosyal hayatımızda) hayat-ı içtimaiyemizin esası olan sıdkı (doğruluğu) içimizde ihya edip onunla manevî hastalıklarımızı tedavi etmeliyiz.” [7] Çünkü, “Necat (kurtuluş) yalnız sıdkla, doğrulukla olur. Urvetü’l-vüska (sağlam tutulacak İslâmiyet) sıdktır. Yani en muhkem ve onunla bağlanılacak zincir doğruluktur.”[8]

Her yönden kalkınmaya niyetli bir toplumun fertlerinde bulunması gereken manevî mahiyetteki bu esaslar, İslâm’ın ahlâkî değerler bütünlüğünün özünü teşkil etmektedir. Bu bakımdan, toplum kalkınmasını İslâm’ın manevî dinamizm kaynağı olan esaslarından ayrı düşünmek mümkün değildir. Maddeten tatmin içinde bulunan bir insanı, ruhen hasta ve bedbaht halde bırakan bir anlayış, kalkınmak isteyen bir toplumun ölçüsü olamaz. İnsanı madde ve maneviyatıyla kuşatan bir dünya görüşü, toplum kalkınmasının ve insan mutluluğunun son teminat kaynağıdır. Böyle bir hayat görüşü, en mükemmel haliyle İslâm’ın bünyesinde mevcuttur. Fert ve toplum olarak İslam alemi İslam’dan uzaklaştığı içindir ki, geriledik, kukla diktatörler ülkelerin başına geçti. “Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemâlâtını ef’âlimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri, elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler; belki küre-i arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyet’e dehâlet edecekler. ”[9]

İslam Ülkelerinin İmkanları ve Demokrasi

 

İslam ülkelerin bir kısmı “bayraklı kabileler”dir. Batılı emperyalist devletlerin güdümündeki hanedanlarca yönetilmekte ve efendileri tarafından korunmaktadırlar. Bir kısmı askerî diktatörlüklerdir. Bunlar da çoğunlukla Batılılarca desteklenmektedir. Hâlbuki İslâm’ın idare şeklinde diktatörlük, krallık, halkın isteklerine göz kapayan idare şekli yoktur. Gerçek anlamda hürriyet ve cumhurî idare İslâm’dadır. İslâm adalet, hürriyet, hukukun üstünlüğü, meşveret, seçim gibi prensipleri va’z etmiştir. Demokrasi şer’i prensiplere dayandırılmak suretiyle, Bediüzzaman’ın ifadesiyle “İslâmiyet’in bahtını ve Asya’nın talihini” açacaktır. Bunun için demokrasinin moral değerlerle terbiye edilmesi gerekiyor. Müslüman toplumlar dışa kapalılıktan kurtuldukları ölçüde haklarının farkına varıyorlar. Şu anda farklı boyutlarda da olsa, İslâm ülkelerinin idarecisi durumunda olan kimseler, bazı sosyal taleplerle karşı karşıya bulunuyorlar. Toplumların siyasî, ekonomik ve sosyal taleplerinin artması, bu ülkelerin idarelerinin demokratikleşmesine ve Müslüman toplumların sosyal karakterlerinin güçlenmesine sebep olacaktır. Bu ülkelerde demokratik talepler arttıkça Batının ikiyüzlülük ve çifte standart alanı da daralacaktır. Bu gün başta Suriye, Irak’ ta yaşanan kargaşa, kaos, savaş bizleri ümitsizliğe sevk etmesin. Olaylara ve yaşananlara “Ola ki sizin hayır bildiklerinizde şer, şer bildiklerinizde hayır vardır. Allah bilir, siz bilemezsiniz (Bakara 216)” ayet-i kerimesinin rehberliğinde bakalım.

İslâm dünyası zengindir. Dünya petrol için İslâm dünyasına her zaman muhtaçtır. İslâm ülkelerinin hepsi aynı yapıda olmayıp, çok farklı bir oluşum içindedir. Zenginlik, resmî ve ekonomik yapı bakımından farklılıklar çoktur. Bazılarının sermayesi bol, bazıları teknolojik gelişme, bazılarının işgücü, bazılarının yeraltı kaynakları zengin gibi farklılıklar arz etmektedirler. Bütün bunlar arasında bir insicam ve işbirliği yapılırsa büyük imkânlar doğar. Bediüzzaman’ın dediği gibi, “Maddeten İslâmiyet’in terakkisinin kuvvetli sebepleri gösteriyor ki, maddeten dahi İslâmiyet istikbalde hükmedecek”[10] gerçeği tahakkuk eder.

Kalıcı bir kalkınma için tespitler

Bediüzzaman  kalıcı bir kalkınma için,”Bizim düşmanımız; cehalet, zaruret, ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı sanat, marifet, ittifak silahıyla cihad edeceğiz.” Der. Buradaki cehalet, hem din hem fenne bakar. Buna karşı, marifet ve ilim silahı ile karşılık vereceğiz. Cehalet, eğitim ve irfan ile yok edilmedikçe, bu topraklarda gerçek kalkınmayı, huzuru yakalamak mümkün olamayacaktır. İhtilaf, ittifakın zıddıdır. Aslında tüm Müslümanları birbirine sımsıkı bağlayacak nurani bağlar dinimizde var iken bunların bilinmemesi veya bilenlerce de uygulanmaması sebebiyle, İslam alemi birbirine yabancı hatta bazen düşman hale gelmiştir. Bu nedenle, İslam dinindeki kardeşlik bağlarını artırıcı unsurları aramızda yaymak ve kuvvetli bağlar kurmalıyız. Sanattan kastın sanayi ve teknoloji olduğu anlaşılıyor. Keza eskilerin zanaat dedikleri belli bir alanda usta olmak da buna dahil edilebilir. zaruret ve fakirliği de sanat silahı ile mağlup edeceğiz.

Bediüzzaman, İslam toplumlarının birbirlerini anlayabilmeleri ve ekonomik, sosyal ilişkiler kurarak topyekun kalkınabilmeleri için İttihad-ı İslam’a kültürel zemin oluşturmak maksadıyla Medresetüzzehra adını verdiği bir eğitim projesi önermiştir. Toplumsal barışın ve refahın sağlanabilmesi için de zekatın hayata geçirilerek, faizin yasaklanması üzerine tahşidat yapmış, bu yolla toplumsal tabakalar arasındaki farkın azalarak karşılıklı muhabbetin gelişeceğini belirtmiştir.

Avrupa Zalimleri, Asya Münafıkları

“Âyâ, zanneder misin, bu milletin fakr-ı hali dinden gelen bir zühd ve terk-i dünyadan gelen bir tembellikten neş’et ediyor? Bu zanda hata ediyorsun. Acaba görmüyor musun ki, Çin ve Hintteki Mecusî ve Berâhime ve Afrika’daki zenciler gibi, Avrupa’nın tasallutu altına giren milletler bizden daha fakirdirler? Hem görmüyor musun ki, zarurî kuttan ziyade Müslümanların elinde bırakılmıyor? Ya Avrupa kâfir zalimleri veya Asya münafıkları, desiseleriyle ya çalar veya gasp ediyor. ”[11]

İslam aleminin geri kalmasının sebeplerinden biriside, Avrupa kafir zalimleri ve Asya münafıklarıdır. Bu zalimler ve münafıklar, Türkiye’nin, İslam aleminin güçlenmesini, kalkınmasını istemezler. Türkiye’nin son on yılı aşkın sürede gösterdiği ekonomik ve sosyal gelişmeler, münafıkları ve zalimleri rahatsız etmektedir. Türkiye’de ve İslam aleminde meydana getirilen karışıklıkların, savaşların hedefi bu gelişmelerin önünü kesmek, İslam ülkelerinin Türkiye’nin liderliğinde, ekonomik ve sosyal kalkınmalarını engellemektir. Ama nafile… Türkiye’deki gelişmeler İttihad-ı İslam için ümit veriyor.Bunu görmemezlikten gelemeyiz. İslam dünyasının on yıl sonra nerede, hangi konumda olacağını kim bilebilir. Ülkemizdeki, İslam dünyasındaki olumsuzluklar, savaşlar, terör olayları bizi ümitsizliğe sevk etmesin. Her kışın bir baharı, her gecenin bir sabahı, gündüzü vardır. Her gelecek şey yakındır.

İslâm dünyasının Avrupa ve ABD ölçüsünde kalkmamakla birlikte, belli bir tecrübe birikimi kazanması, âdeta patlamaya hazır bir atom çekirdeği haline gelmesi demektir. İnsan potansiyeli açısından bakir bir gücün İslâm kardeşliği çerçevesinde, belli bir tecrübe birikimiyle, İslâm birliği şeklinde organize olduğu gün, dengeler alt üst olur. Bugün Türkiye ve dünyada yaşanan terör olaylarının, savaşların, başka hain planların tek amacı, Türkiye’nin liderliğindeki İslam birliğini engellemektir. İçeride ve dışarıda hainle niçin bu aziz milletin seçtiği Cumhurbaşkanına saldırıyorlar. Çünkü o milli irade ve ümmetin dik duruşunun omuzları ve umududur. Saldırılar boşuna. Kader inşallah hükmünü milletin ve ümmetin lehine icra edecektir. Ümitvar olalım.

İngiliz Sömürgeler Bakanı Gladston’un: “Bu Kur’an Müslümanların elinde bulundukça biz onlara hakim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız ya Kur’an’ı ortadan kaldırmalıyız veya Müslümanları ondan soğutmalıyız.” sözüne “Kur’an’ın sönmez ve söndürülemez mânevi bir güneş olduğunu ben dünyaya göstereceğim ve ispat edeceğim.” Diyen Bediüzzaman’ı dinleyelim.

 

“Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılabatı içinde en yüksek ve gür seda İslam’ın sedası olacaktır.”

Mehmet Abidin Kartal

[1] -Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı C. 2, Hutbe-i Şamiye, Nesil Yayınları. İstanbul 1996, s. 1961

[2] – a.g.e. s. 1961

[3] – a.g.e. s. 1961-1971

[4] – a.g.e, Münazarat, s. 1958

[5] – a.g.e. Divan-ı Harbi Örfi, s. 1930

[6] – a.g.e. Münazarat, s. 1951

[7] – a.g.e. Hutbe-i Şamiye, s. 1967

[8] – a.g.e. s. 1967

[9] – a.g.e. Hutbe-i Şamiye, s. 1962

[10] –  a.g.e. Hutbe-i Şamiye, s. 1962

[11] – Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı C. 1, Lem’alar, Nesil Yayınları. İstanbul 1996, s. 647