İsraf ettiğimiz sadece ekmek mi?

“İktisad”ı gerek kelime gerekse terim manasıyla tanımadan önce onun zıddı olan “israf” üzerinde durmakta yarar var. Malumdur ki varlıklar, olaylar ve sıfatlar zıtlarıyla bilinmektedir.

“Se-ra-fe” kökünden türetilmiş olan “israf” kelimesi, “herhangi bir fiilde veya şeyde haddi aşma, orta yollu davranmayı terk etme, mübah olan sınırı ifrat veya tefrite düşmek suretiyle aşıp mübah olmayana geçme” gibi anlamlara gelmektedir. Bunların dışında, Arapça’da “gafil, habersiz olma, ihmal etme, bir işe gereken önemi vermeme, farkında olmama, göz önüne almama, bir işte hata etme, isabetsiz iş yapma, bir işi yerli yerinde yapmama” gibi anlamlarda da kullanılmaktadır. İsraf eden kişiye de “müsrif, israf eden, aşırı davranan” denilir.

İktisat kelimesi ise “ka-sa-de” fiilinden türetilmiş bir mastardır. Sözlükte “Bir şeyde dengeli, mutedil şekilde hareket etmek; orta/vasat davranışa riayet etmek; ifrattan kaçınmak; haddi aşmamak” şeklinde tarif edilmekte ve “ifrat”ın zıddı olarak gösterilmektedir.

Dikkat edilirse iktisat kavramının türetildiği “kasd” kelimesi “adl” kelimesiyle aynı anlamı ifade eder. Aynı şekilde “denge, denge noktası, ortalama, iki ucu olan şeyin orta noktası” anlamlarını taşıyan “vasat” ve “evsat” kelimeleriyle “kasd” kelimesi eşanlamlıdır.

Fahreddin Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb isimli eserinde iktisadın sözlük manasıyla ilgili şu açıklamaları yapmıştır:

“Bir işte aşırıya kaçmadan ve eksik de bırakmadan itidalli davranmaktır. Aslı ’kasd’dır. Şöyle ki, ne istediğini bilen kimse kararsızlık ve cayma göstermeden onu kasdeder, ona yönelir. Maksudunun, istediği şeyin yerini bilmeyen ise şaşkın olur. Bir sağa bir sola yalpalar. İşte bundan dolayı maksada ulaştıran amel ‘iktisat’ ile ifade edilmiştir.”

İktisat eden fakir olmaz

Bu tanım eşliğinde Peygamber Efendimizin (a.s.m.) “İktisatlı davranan fakir düşmez” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 1, s. 447) hadis-i şerifini anlamak daha kolay olacaktır. Zira bu hadis-i şerifte geçimde dara düşmemenin yegâne yolu olarak iktisat, her zaman ve mekânda, herkes için geçerli, değişmez temel ilke olarak gösterilmektedir.

Burada iktisadı sadece geçimle ve harcamayla ilişkilendirmek hem bu kavramı hem de yukarıda zikrettiğimiz hadis-i şerifi kısır bir sınıra hapsetmek demek olacaktır. Zira hadiste belirtilen “fakir düşmeme” bir sonuçtur. Ardında son derece sistemli, kontrollü ve ölçülü bir hayat felsefesi vardır.

Mesela iktisatlı bir insan dengeli ve sağlıklı bir ruh yapısına ve kişiliğe sahip demektir. İktisatlı kişi, sahip olduğu her şeyi belli bir plan ve programa göre, düşünerek akıllıca kullanır. Nasıl denk gelirse öyle hareket etmez.

Hakiki kul olmanın şartlarını riayetle düşünerek hareket eden, her türlü aşırılıktan uzak durur. Yaptığı her hareketi, kendini dünyada ve ahirette mahcubiyete ve pişmanlığa düşürmeyecek şekilde planlar.

Diğer yandan iktisatlı kişi azami kanaatkârdır. Kanaat ise bitmek tükenmek bilmeyen bir hazinedir. Bu hazineye sahip olan kimse ise hiçbir kimseye muhtaç olmaz, ihtiyaç hissetmez. Dolayısıyla fakirlik nedir bilmez. Elinde bulunanlarla iktifa ettiği ölçüde ihtiyaç dairesi daralırken, diğer yandan “başkalarına muhtaç olmama” zenginliğine ulaşır.

Aslında yukarıdaki hadis-i şerifte sadece iktisat değil fakirlik de gerçek tarifini bulmaktadır. Zira insan başkalarına muhtaç olduğu, ihtiyaç duyduğu ölçüde fakirdir. Dolayısıyla fakirliğin ölçüsü az para, mal ve mülk sahibi olmak değildir.

O halde, çelik kasasında ve banka hesabında milyonlarca lirası, onlarca dairesi, yatı-katı olduğu halde eğer bir kişi “ihtiyaç” denilen olguyla yüz yüze gelmekteyse o kişi “fakirdir.” İhtiyacın derecesi ve şiddeti arttığı oranda da fukaralığın dibine doğru yuvarlanmaktadır. Böyle bir insanı fakirlik çukurundan kurtaracak vasıta ise kesinlikle yine para-pul değil, iktisattır. Sahip olduklarının değerini bilmek, onları olması gereken yerde ve oranda sarf etmektir.

Kişi neden “fakir” olur?

Peki iktisat etmeyen kişi neden “fakir” olur?

Çünkü ilahî ve fıtrî bir kanunu ihlal etmiş olur ve bu büyük suçun karşılığında hem dünyada hem ahirette fakirlik cezasıyla cezalandırılmayı hak eder.

Kur’an-ı Kerim’de israftan kesin olarak kaçınmaya dair emir vardır: “Yiyiniz, içiniz, ama israf etmeyiniz!” (Âraf Suresi, 31)

Bu ayet-i kerimede elbette açık ve net olarak israftan nehiy vardır. Ancak, bu yasak da aslında bir sonuç gibidir. Zira aynı ayetin hemen başında “Ey Âdemoğulları! Her bir mescitte bulunurken ziynetlerinizi takınınız!” emri de yer almaktadır. Çoğu mealde bu emir, “Mescit ve camilere giderken temiz elbiselerinizi giyinin” şeklinde çevrilmiştir. Hâlbuki burada tüm hayatı kuşatan bir temizlik ve ziynetlenme söz konusudur. Çünkü Üstad Bediüzzaman’ın yaklaşımıyla tüm yeryüzü bir “mescit”tir. Hayatın her anında kul secdeyle, yani Allah’a itaatle emredilmiştir. Huzur-u daimînin mahiyetini kavrayan, hisseden ve bunu yaşamaya çalışan kişi ise elbette her haliyle itidalde ve dolayısıyla iktisatta olacaktır. Allah’ın kendisine emaneten verdiği her nimeti, zamanı, sağlığı, kabiliyetleri, istidatları olması gereken yolda, yönde ve istikamette kullanma çabasında olacaktır. Diğer ifadeyle, her an secde ve kulluk şuuruyla hareket eden bir kul olacak, her hareketi, sözü, hatta his ve düşüncesiyle en güzel ziynetlerini takınacak, asla israfa teşebbüs etmeyecektir.

İsraf ettiğimiz sadece gıda mı?

O halde kulun süsü olan meziyetlerinden uzaklaşmasının tek kelimeyle karşılığı “israf” olacaktır.

Kulun en büyük ziyneti nedir?

Elbette “kulluk”tur, hakkıyla “kul” olabilmektir. Kul olma yolunda ruhunu, his ve duygularını, istidat ve kabiliyetlerini kemale erdirme yolunda cehd ve gayret içinde olmaktır.

Eğer kul, kendisine Yüce Rabbinden emanet olarak tevdi edilen bu meziyetleri maksadına yönelik kullanmaz, ihmalkâr ve hatta isyankâr olursa işte o zaman “İsraf etmeyin” emrini çiğnemiştir.

İsyankârlık çok büyük bir kabahattir. Sadece israftan kaçınma emrini değil, daha pek çok İlahî emirleri çiğnemek demektir.

Peki ya ihmalkârlıklarımız?

Haddi aşmalarımız?

Kullukta dahi israfa düşmelerimiz?

Mesela kulluğun en nurlu mevsimi olan Ramazan ayındaki kulluk namına içine yuvarlandığımız israf uçurumları?

Elbette tuttuğumuz oruçta bir riya, gösteriş olmaz, olamaz. Ama iftar ve sahurlardaki yeme-içmede, hatta konuşmada, eğlenmede, ziyaretlerde, gezmelerde israf yasağını sonuna kadar çiğnediğimizin farkında mıyız?

Harcamalarımızdan, belki lüzumsuz yere harcadığımız zamana kadar, yerine göre gıybetten, öfkeden, kem sözle muhataplarımızın kalplerinde onulmaz yaralar açmaya kadar, bu kulluk ayında acaba isyanlarımızın boyutundan ne kadar haberdarız?

Bir de yapmamız gerektiği halde yapmadıklarımız var?

Bir yandan Ramazan ikliminin feyzinden istifade ederken, mesela küskünlüklerimizi, dargınlıklarımızı, kırgınlıklarımızı ne kadar unutuyor, ne kadar unutturma adına bir şeyler yapmaya gayret ediyoruz? Bunların da israf grubuna girmediğini söyleyebilir misiniz? Bunların da kulluğumuza halel vermediğini, kirletmediğini, kısaca kulluğa yakışmayacak kirler ve çirkinlikler olmadığını iddia edebilir misiniz?

Sonuç olarak, kulluğumuzu iktisatla, zıddı ve düşmanı olan israftan alabildiğine uzak durarak süslememiz gerek.

İktisadı ve israftan kaçınmayı hayatınızın her ânı ve bölümünde zerrelerimize kadar bir meleke haline getirdiğimiz an, Ramazanlarımız da, namazlarımız da, oruçlarımız da, verdiğimiz zekatlar da, hac ve umrelerimiz de gerçek mahiyetine kavuşmuş olacaktır.

Veli Sırım

Moral Dünyası Dergisi

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: