Kainat Kitabı’nın Harika Ayetleri..

Sonuca ve hikmete bakmak, Kur’ân’ın bizlere ders verdiği tefekkürün en önemli şartıdır. Bu yöntem, özellikle zamanımızda, çok sık egzersizlerle pekiştirilmeye ihtiyaç göstermektedir.

Yeryüzünde birbirine komşu kıt’alar, bir de üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır ki, onların hepsi bir suyla sulanır; fakat Biz onlara birbirinden farklı tatlar veririz. Aklını kullanan bir topluluk için bunda âyetler vardır. (Ra’d Sûresi, 13:4)

İlk olarak yeryüzündeki komşu kıt’alara ibret nazarlarımızı yönelten âyet, bundan sonra yerin bitirdiklerine dikkatimizi çekiyor.

Birkaç kelime içinde özetleniveren bu geçiş, aslında, dünya tarihinin yüz milyonlarca yıllık bir kısmını ifade etmektedir. Nice depremleri, yanardağ patlamalarını ve daha pek çok jeolojik hadiseyi içine alan bu uzun sürecin başlangıcında cansız ve hayata düşman bir gezegen, sonunda ise, bitkilerle bezenmiş, üzerindeki canlılara her türden tadlarda meyveler sunan şirin bir dünya vardır.

Âyet, böylece, tefekkür edecek olanlara,

(1) bu âlemde olup bitenlerin sonucuna ve hikmetlerine bakmayı ders vermekte,

(2) belli başlı kilometre taşları arasında geçen, ancak âyette açıkça zikredilmeyen aşamaları da akla ve hayalgücüne havale ederek, herkesin önüne, kendi kabiliyeti nispetinde geniş bir tefekkür ufku açmaktadır.

Sonuca ve hikmete bakmak, Kur’ân’ın ders verdiği tefekkürün en önemli şartıdır. Bu yöntem, özellikle zamanımızda, çok sık egzersizlerle pekiştirilmeye ihtiyaç göstermektedir. Çünkü zamanımızın egemen anlayışları, herşeyi hikmetten soyutlayarak bir anlamsızlık ve amaçsızlık çukuruna atmak itiyadındadır. Hergün bizi medyanın tüm araçlarıyla propaganda sağanağına tutan bu inançsızlık akımları, yerde ve gökte olan hiçbir şeyin temelde bir anlamı ve amacı olmadığı düşüncesini zihinlerimize kazıyıp durmaktadır. Hayatın en göz kamaştırıcı mucizeleri bile, bu akımlarca bütün anlamından ve hedefinden soyutlanır ve tesadüfe, tabiata, bilinçsiz sebeplere havale edilir.

Bu inançsızlık zehrine karşı devâyı ve şifayı biz Kur’ân âyetlerinde buluyoruz.

Kur’ân, bir bakış açısı ayarlamasıyla bizim dünyamızı düzeltiveriyor. O, kâinata nereden bakacağımızı bize gösteriyor. Onun gösterdiği yerden baktığımızda, herşey yerli yerine oturuyor, her hadise bir anlam kazanıyor.

İşte Kur’ân’ın bize ders verdiği bakış açısı:

Herşeyi “hikmet” açısından incelemek. Birşeye bakarken, onun vardığı sonuca ve ortaya çıkardığı yararlara dikkat etmek. Varlıkların ve hadiselerin anlamlarını okumak.

Yeryüzüne bakarken, “Burası neden çorak bir gezegen olarak kalmamış da masmavi okyanuslar üzerine kurulu komşu kıt’alar halinde yaratılmış?” diye sormak.

Komşu kıt’alara, üzerlerinde bitirdikleriyle beraber bakmak. Kızgın manto tabakasının üzerine geçirilip ufalanmış o cansız kaya parçalarının nasıl hayata beşiklik edecek şekilde düzenlendiğini görmek.

Sonra, kıt’alar üzerindeki bağlarda ve bahçelerde yetişen rengârenk bitkilere, farklı tatlarda meyvelere, “Bunlar niçin böyle olmuş, nasıl böyle yaratılmış?” diye soran gözlerle bakmak.

Bu sorular bir kere sorulmaya başladı mı, cevaplar hemen arkadan geliverir. Yeter ki, gözler perdelenmesin, zihinler küllenmesin, herşeyi kuşatan ilim ve hikmetin eserleri kasıtlı bir şekilde gözardı edilmesin.

Bu, tohum ve çekirdekleri incelerken, “Şu elma çekirdeği, şu gelincik tohumu, bu şeftali çekirdeği” diyerek incelemeye benzer ki, bu bakış açısında, çekirdeğin dile getirdiği anlam ve varacağı sonuç dikkate alınmaktadır. Maddeci ve tesadüfçü bakış açısında ise, bunlar arasında bir ayırım yapılmaz; hepsi de cansız ve anlamsız birer odun parçasından ibarettir! Gerçi onlardan hiçbiri, bir avuç tohum ve çekirdek için “Bunlar birer odun parçası” deyip geçmez; ama tüm kâinat ve içindekiler için yaptıkları şey aynen bundan ibarettir!

Kur’ân, etrafımızdaki varlık ve olayları, sonuçlarıyla birlikte bizim gözlerimizin önüne sererken, Bediüzzaman’ın Yirmi Beşinci Sözde “İkinci Nükte-i Belâgat” başlığı altında dikkat çektiği bir yöntemle, gözlerimizin önüne, İlâhî sanat eserlerini serer, sonra da, onların dile getirdiği hakikatleri bize düşündürmek için, ayrıntılarını akla havale eder, “Bunda aklını kullananlar için âyetler vardır” der.

İşte, burada da, koca bir gezegenin kızgın kayalarını bir deniz yapıp onun üzerinde kıt’aları birer gemi gibi yüzdüren İlâhî kudretin muhteşem manevralarına dikkatlerimiz çekildikten sonra, bu manevraların sonucu olarak yeryüzünün bahçeleri ve o bahçelerde yetişen türlü türlü tadlarda meyveler gösteriliyor. Kıt’aların bu hareketleriyle bahçelerin bitirdikleri arasında geçen aşamalar ise, biz Kur’ân muhataplarının akıllarına, bilgilerine, hayalgüçlerine bırakılıyor.

Yani, yeryüzünde birbirine komşu kıt’alar yaratıldıktan sonra buraları nasıl canlıların yaşayışına elverişli hal almıştır? Dağlar, volkanlar, kayalar nasıl bahçelere dönüşmüştür? Yerden çıkanlar, gökten inenler, gün ışığı, hava, su, nasıl ve nerelerden getirilmiş, nasıl hayata hizmet ettirilmiştir? Sonra bu kara parçaları nasıl olmuş, hangi aşamalardan geçmiş de rengârenk güzelliklere bürünmüş, üzerlerinde sayısız sofralar serilmiştir? Bütün bunlar hangi rahmet hazinelerinden gelir, hangi kerem sahibi tarafından gönderilir? Niçin yapılır bütün bunlar? Niçin herşey hayata hizmet edecek şekilde yürür bu gezegen üzerinde?

İşte bizden böyle sorulara cevap aramamız, bu konular üzerinde tefekkür etmemiz isteniyor. Kur’ân âyetlerini okuduğumuz gibi, kâinat kitabının bu gibi âyetlerini de okumamız ve onlardan gerekli ibretleri çıkarmamız isteniyor.

Ve bu istenenler, “aklını kullanan insanlardan” beklenen şey olarak bize ders veriliyor.

Ümit ŞİMŞEK

Sonuca ve hikmete bakmak, Kur’ân’ın bizlere ders verdiği tefekkürün en önemli şartıdır. Bu yöntem, özellikle zamanımızda, çok sık egzersizlerle pekiştirilmeye ihtiyaç göstermektedir.

Yeryüzünde birbirine komşu kıt’alar, bir de üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır ki, onların hepsi bir suyla sulanır; fakat Biz onlara birbirinden farklı tatlar veririz. Aklını kullanan bir topluluk için bunda âyetler vardır. (Ra’d Sûresi, 13:4)
İlk olarak yeryüzündeki komşu kıt’alara ibret nazarlarımızı yönelten âyet, bundan sonra yerin bitirdiklerine dikkatimizi çekiyor.
Birkaç kelime içinde özetleniveren bu geçiş, aslında, dünya tarihinin yüz milyonlarca yıllık bir kısmını ifade etmektedir. Nice depremleri, yanardağ patlamalarını ve daha pek çok jeolojik hadiseyi içine alan bu uzun sürecin başlangıcında cansız ve hayata düşman bir gezegen, sonunda ise, bitkilerle bezenmiş, üzerindeki canlılara her türden tadlarda meyveler sunan şirin bir dünya vardır.
Âyet, böylece, tefekkür edecek olanlara,
(1) bu âlemde olup bitenlerin sonucuna ve hikmetlerine bakmayı ders vermekte,
(2) belli başlı kilometre taşları arasında geçen, ancak âyette açıkça zikredilmeyen aşamaları da akla ve hayalgücüne havale ederek, herkesin önüne, kendi kabiliyeti nispetinde geniş bir tefekkür ufku açmaktadır.
Sonuca ve hikmete bakmak, Kur’ân’ın ders verdiği tefekkürün en önemli şartıdır. Bu yöntem, özellikle zamanımızda, çok sık egzersizlerle pekiştirilmeye ihtiyaç göstermektedir. Çünkü zamanımızın egemen anlayışları, herşeyi hikmetten soyutlayarak bir anlamsızlık ve amaçsızlık çukuruna atmak itiyadındadır. Hergün bizi medyanın tüm araçlarıyla propaganda sağanağına tutan bu inançsızlık akımları, yerde ve gökte olan hiçbir şeyin temelde bir anlamı ve amacı olmadığı düşüncesini zihinlerimize kazıyıp durmaktadır. Hayatın en göz kamaştırıcı mucizeleri bile, bu akımlarca bütün anlamından ve hedefinden soyutlanır ve tesadüfe, tabiata, bilinçsiz sebeplere havale edilir.
Bu inançsızlık zehrine karşı devâyı ve şifayı biz Kur’ân âyetlerinde buluyoruz.
Kur’ân, bir bakış açısı ayarlamasıyla bizim dünyamızı düzeltiveriyor. O, kâinata nereden bakacağımızı bize gösteriyor. Onun gösterdiği yerden baktığımızda, herşey yerli yerine oturuyor, her hadise bir anlam kazanıyor.
İşte Kur’ân’ın bize ders verdiği bakış açısı:
Herşeyi “hikmet” açısından incelemek. Birşeye bakarken, onun vardığı sonuca ve ortaya çıkardığı yararlara dikkat etmek. Varlıkların ve hadiselerin anlamlarını okumak.
Yeryüzüne bakarken, “Burası neden çorak bir gezegen olarak kalmamış da masmavi okyanuslar üzerine kurulu komşu kıt’alar halinde yaratılmış?” diye sormak.
Komşu kıt’alara, üzerlerinde bitirdikleriyle beraber bakmak. Kızgın manto tabakasının üzerine geçirilip ufalanmış o cansız kaya parçalarının nasıl hayata beşiklik edecek şekilde düzenlendiğini görmek.
Sonra, kıt’alar üzerindeki bağlarda ve bahçelerde yetişen rengârenk bitkilere, farklı tatlarda meyvelere, “Bunlar niçin böyle olmuş, nasıl böyle yaratılmış?” diye soran gözlerle bakmak.
Bu sorular bir kere sorulmaya başladı mı, cevaplar hemen arkadan geliverir. Yeter ki, gözler perdelenmesin, zihinler küllenmesin, herşeyi kuşatan ilim ve hikmetin eserleri kasıtlı bir şekilde gözardı edilmesin.
Bu, tohum ve çekirdekleri incelerken, “Şu elma çekirdeği, şu gelincik tohumu, bu şeftali çekirdeği” diyerek incelemeye benzer ki, bu bakış açısında, çekirdeğin dile getirdiği anlam ve varacağı sonuç dikkate alınmaktadır. Maddeci ve tesadüfçü bakış açısında ise, bunlar arasında bir ayırım yapılmaz; hepsi de cansız ve anlamsız birer odun parçasından ibarettir! Gerçi onlardan hiçbiri, bir avuç tohum ve çekirdek için “Bunlar birer odun parçası” deyip geçmez; ama tüm kâinat ve içindekiler için yaptıkları şey aynen bundan ibarettir!
Kur’ân, etrafımızdaki varlık ve olayları, sonuçlarıyla birlikte bizim gözlerimizin önüne sererken, Bediüzzaman’ın Yirmi Beşinci Sözde “İkinci Nükte-i Belâgat” başlığı altında dikkat çektiği bir yöntemle, gözlerimizin önüne, İlâhî sanat eserlerini serer, sonra da, onların dile getirdiği hakikatleri bize düşündürmek için, ayrıntılarını akla havale eder, “Bunda aklını kullananlar için âyetler vardır” der.
İşte, burada da, koca bir gezegenin kızgın kayalarını bir deniz yapıp onun üzerinde kıt’aları birer gemi gibi yüzdüren İlâhî kudretin muhteşem manevralarına dikkatlerimiz çekildikten sonra, bu manevraların sonucu olarak yeryüzünün bahçeleri ve o bahçelerde yetişen türlü türlü tadlarda meyveler gösteriliyor. Kıt’aların bu hareketleriyle bahçelerin bitirdikleri arasında geçen aşamalar ise, biz Kur’ân muhataplarının akıllarına, bilgilerine, hayalgüçlerine bırakılıyor.
Yani, yeryüzünde birbirine komşu kıt’alar yaratıldıktan sonra buraları nasıl canlıların yaşayışına elverişli hal almıştır? Dağlar, volkanlar, kayalar nasıl bahçelere dönüşmüştür? Yerden çıkanlar, gökten inenler, gün ışığı, hava, su, nasıl ve nerelerden getirilmiş, nasıl hayata hizmet ettirilmiştir? Sonra bu kara parçaları nasıl olmuş, hangi aşamalardan geçmiş de rengârenk güzelliklere bürünmüş, üzerlerinde sayısız sofralar serilmiştir? Bütün bunlar hangi rahmet hazinelerinden gelir, hangi kerem sahibi tarafından gönderilir? Niçin yapılır bütün bunlar? Niçin herşey hayata hizmet edecek şekilde yürür bu gezegen üzerinde?
İşte bizden böyle sorulara cevap aramamız, bu konular üzerinde tefekkür etmemiz isteniyor. Kur’ân âyetlerini okuduğumuz gibi, kâinat kitabının bu gibi âyetlerini de okumamız ve onlardan gerekli ibretleri çıkarmamız isteniyor.
Ve bu istenenler, “aklını kullanan insanlardan” beklenen şey olarak bize ders veriliyor.

Ümit Şimşek

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: