KAİNAT SENSİN (1)

KAİNAT SENSİN {1}

Ey âlem-i asgar olan insan-ı kainat !

17 şifre ile hakikati tesbit edilen,

Tılsım-ı muğlakı çözümleyen,

Mir’ât-ı Esmâ’da derecât kat’eden,

Haritanın ta kendisi iken, her menzilin içine giren, her menzil de içinden geçen,

Hem kendine âyine, hem her âyinede kendini müşahede eden, 

Enfüsünde yol alıp rüsuhiyet peyda eden,

Tenevvür ettikçe velâyete vûkufiyet kesbeden,

Herbir kuvvenin fiile inkılabıyla nuraniyet ve kudsiyet kazanıp cüz’iyyet ve süfliyetten tecerrüd eden…

Cism-i maddî gılafından sıyrılıp, ruhuna giydirdiği libas ile zerafet ve letafete numûne-i imtisal olan, 

Beşeriyetten insaniyete teâli eden, kainatın en müntehab meyvesi ve çekirdeğisin…

Evet sen ey kendini insan bilen insan!

Kendi âlemini mütalaa ile seyr-i enfüsîde yol almalısın…

Almalısın ki; iman-ı tahkikîye, hâzır yanındaki ayinende eshel bir tarzda vasıl olasın.

Kendini okuduğun kadar, kendine okuduğun kadar beşeriyetin müşevveşliğinden ve hâssasından tecerrüd edip insaniyetin ulviyet ve kudsiyetine yol bulasın…

İnsan isen anlarsın ki; insaniyete elyâk vezâif ile iştigal ettikçe kuvveden fiile inkişafında ve beşeriyetten insaniyete inbisatında;  imana medar esrara ve envara erişecek bir kıvam alırsın..

Bilkuvveden bilfiile inkişaf etmedikçe tefessühün kaçınılmaz, alây-ı illiyine yaraşır ruhun esfel-i safilin zulümatından halâskar olmaz, olamaz…

Şimdi enfüse doğru yola koyulalım ve alelinfirad şifreleri yoklayalım ve kâinat ben miyim? Yoksa kâinat mı ben? seyahat-ı fikriye ve kalbîye ile enfüsî alemimizde seyeran ve cevelân edelim…

Tefekkür ve tahayyür sahrasında, alemindeki müddeharatında matuf şifreleri feth ede ede intibah hasıl olur…

İntibaha gelen ruh-u insan, kendi âlemini mütalaadan peyda eden inbisat ve itminan ile sırr-ı akrabiyete nailiyetin derecesince Rabbini tarif ve tavsife urûc eder…

Zira “kendini bilen Rabbini bilir” çok musîb…

Gelgelelim insaniyet haritasında müddehar edilen şifrelerin zikrine;

لَٓا اِلٰهَ اِلَّا  اللّٰهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ الْاَحَدُ بِلِسَانِ الْحَق۪يقَةِ اْلاِنْسَانِيَّةِ بِكَلِمَاتِ حَيَاتِهَا (1) وَ حِسِّيَّاتِهَا (2) وَ سَجِيَّاتِهَا (3) وَ مِقْيَاسِيَّتِهَا (4) وَ مِرْاٰتِيَّتِهَا (5) وَ بِكَلِمَاتِ صِفَاتِهَا (6) وَ اَخْلَاقِهَا (7) وَ خِلَافَتِهَا (8) وَ فِهْرِسْتِيَّتِهَا (9) وَ اَنَانِيَّتِهَا (10) وَ بِكَلِمَاتِ مَخْلُوقِيَّتِهَا الْجَامِعَةِ (11) وَ عُبُودِيَّتِهَا الْمُتَنَوِّعَةِ (12) وَ اِحْتِيَاجَاتِهَا الْكَث۪يرَةِ (13) وَ فَقْرِهَا (14) وَ عَجْزِهَا (15) وَ نَقْصِهَا الْغَيْرِ الْمَحْدُودَةِ (16) وَ اِسْتِعْدَادَاتِهَا الْغَئْرِ الْمَحْصُورَةِ (17)

(Hülasat-ül Hülasanın 17.Mertebesi olan 17 şifreli hakikat-ı insaniye lisanıyle şehadet)

İşte bu tadat edilen her bir şifrenin açılımıyla imanımız kuvvet bulup tahkikleşecek, kökleşecek, gayr-ı mahdud duygularımız adedince ellerimiz;

Ve o eller ile hem dar-ı dünyada, hem dar-ı ahiretteki mat’umat sofrası genişleyecek, menbaından akıp gelen füyûzattan hisseyab olacağız.

Çünkü tadat ettiğimiz her bir şifrenin inkişafı ile afakta ve kesrette tatmadığımızı, enfüste ve vahdette tadacağız…

Afakta;

“fikir yoluyla sıfât ve esma-i İlahiyeyi ilmelyakîn ile iz’an etmek için akıl çok çabalıyor, sonra tam görür.” [1]

Fakat enfüste;

“Hakikat-ı insaniyeye baktığı vakit, o câmi’ mikyasta, o küçük haritacıkta, o doğru nümunecikte, o hassas mizancıkta, o enaniyet hassasiyetinde öyle kat’î ve şuhudî ve iz’anî bir vicdan, bir itminan, bir iman ile o sıfât ve esmayı tasdik eder. Hem çok kolay, hem hazır yanındaki âyinesinde, hiç uzun bir seyahat-ı fikriyeye muhtaç olmadan iman-ı tahkikîyi kazanır.” [2]

Çünkü enfüste bizzat hisseder, zevkedersin, farkeder, yaşarsın, tadar, lezzet alırsın, yanar, elem çekersin, telezzüz, tekeyyüf ve teneffüs edersin, bizâtihî ruhunda, kalbinde, nefsinde ve sair cihazatında müşahede edersin…

Kalıbın ile kesret tabakatında da dolaşsan, kalbin ile umman-ı vahdette olup her daim kendini mütalaa ile sigaya çekersin…

İşte bu şifreler  ruhunda inbisat, kalbinde inkişafa medar oldukça siretin güzelleşir, nezihleşir, letafet kesbeder, tenevvür edersin.

“اِنَّ اللّٰهَ خَلَقَ اْلاِنْسَانَ عَلٰى صُورَةِ الرَّحْمٰنِ “ sırrındaki murad tahakkuk eder…

Enfüste her an ve zaman vaki olan bu 17 cihette terakki ve teâli ettikçe kesret daireleri vahdette temerküz edip bir Rabb’i Vahid’e hadim olmaklığın şeref ve liyakatına yükseliyorsun.

Aksi halde enfüsün cevelân sahası olan bu 17 cihette derinleşmedikçe erbab tevehhüm edilen esbab ile yaralanıyor, hadisat ve vukuat sahnelerinde manevî cerihalara ve mukavemetsûz rahnelere maruz kalıyorsun.

Amma insan; kendini mütalaa ettikçe mevzubahis edilen bu 17 şifrenin açılımı ile imanın şeksiz ve şüphesiz mertebesine ulaşır, iman-ı tahkikide yakîn hasıl eder…

Sırr-ı akrebiyete vüsul ile veraset-i nübüvvete bakan velayet yolunda çok perdelerden geçip meratib kat’eder. 

“Bir saat tefekkür, bazen bir sene ibadetten daha hayırlıdır” hükmünü ifa ve icra eder.

Dercâna mütefekkirâne teveccüh ettikçe kuvvet-i iman nisbetinde vicdanî firdevslerin kapıları açılır…

Akılda işarât, idrakta tuluât, kalbte sunûhat, letaifte ilhamat, ruhta inbisat, ef’alde nakş-ı enva’ı ibadât inkişafa başlar.  Nur-u iman sayesinde maziye hulûl, istikbale nüfuz hakikatı zuhur eder. İşte o zaman da zuhurata tebaiyet mukadderatın olur.

Bütün zerratın “Mevla görelim neyler, neylerse güzel eyler” der, rahat eder. 

İşte bütün mesele kendini okumakta, kendine okumakta…

Sır cevherinde saklı, 

Çünkü KÂİNAT SENSİN ..!

NOT 1: {Bir sonraki yazı serisinde mevzubahis olan  17 şifrenin her birisinin tek tek üzerinde durulup, RİSALE-İ NUR KÜLLİYATINDAN açılımını okuyacağız} 

NOT 2: {Bütün şifreler paylaşılıp okunduktan sonra tekrar bu yazıya dönüp okumanızı tavsiye ederim!}

Cenab-ı Hâk her bir şifrenin hakkıyla inkişafına ve inkişafından meydana gelen intibah-ı ruhîye ve kalbîye medar hakikata eriştirsin. En büyük şeref olan abd ünvanına liyakat ihsan etsin. Enfüsî alemimizde hakikatın ziyasıyla yol almayı, aydınlanmayı ve nurlanmayı nasib etsin. Muhit bir Nur’a inkılab edinceye kadar yaşatsın. 

Amin Allahümme Amin.

 ESRA ÖZEL          

KAYNAKÇA;

[1] EMİRDAĞ LAHİKASI 1 – 146

[2] EMİRDAĞ LAHİKASI 1 – 146