Kalbe gelen kuruntular: “Nedir Şu Vesvese?”

İnsanın olgunlaşması için şeytan nasıl lazımsa, onun vesvese ve şüpheleri de öyle lazımdır. Şeytanın kalbe attığı şüphe ve vesveseler, aslında vücuda bağışıklık kazandıran aşı gibidir.

Nasıl ki aşıda güçsüz mikroplar kana zerk edilerek vücudun savunma mekanizmaları harekete geçirilir, aynı şekilde kalbe gelen şüphe ve vesveseler de kalpteki imanı sınayarak onu güçlendirir. Nitekim, Al-i İmran Suresi’nin 154. ayetinde “Allah gönüllerinizde bulunan şeyi denemek ister” ifadesi bu manaya işaret eder. Denenmeyen şeyin güçlendirilmesi mümkün olamayacağı gibi, güçlü olduğu da anlaşılamaz.

Ama eğer kişinin bağışıklık sistemi çok zayıfsa —aşırı hassas evhamlı bir kişiliğe sahipse— o zaman şüphe ve vesvese gibi aslında tesir bakımından zayıf olan virüsler kişiyi hasta edebilir. Vesvesenin takıntı haline gelerek ruhsal dengesini bozduğu kişiler böyle kimselerdir.

Fakat normalde şüphe ve vesvese zayıf etkenlerdir. Öyle olmasaydı, Peygamber Efendimiz “Şeytanın hilesini vesveseye dönüştüren Allah’a hamd olsun” buyurmazdı! (Müslim, İman: 209) Bu ilginç ifade, Allah’ın mü’min kulunun kalbine koyduğu imanı kolayca yerinden edecek bir şeytanî hileye izin vermediğini gösterir. Bu mana, ayetle de sabittir: “Muhakkak şeytanın hilesi zayıftır.” (Nisa, 76)

Ayrıca kalbe şeytan vesvese verdiği gibi, melekler de ilham ederler. Meleklerin ilhamı, şeytanın vesvese ve şüphelerini dengeleyici bir işlev görür. Fakat son tahlilde her ikisi de insanın iradesi üzerinde hüküm koyucu bir kuvvete sahip değildir.

Vesvese kimlerde sıkıntı oluşturur?

Her şeyden önce vesvese, mü’minlerin kalbine üflenir. Öyleyse vesvese dediğimiz rahatsızlık mü’minlerin başına gelen bir şeydir. Zaten şeytanın kendi yolunda olan birini şüphe ve kuruntuya düşürmeye ihtiyacı yoktur.

Vesveseli mü’minlerde en temelde dikkat çeken özellik, hassas ve mükemmeliyetçi bir kişilik yapısına sahip olmalarıdır. Ruhsat-azimet diye bilinen dengede, bu kişiler hemen hemen daima azimet yönünde tercihlerini kullanırlar. Yani, her türlü dinî uygulama ve ibadetlerde en iyisini, en kusursuzunu yapma eğilimi gösterirler.

Abdest alıyorlarsa, yıkadıkları uzuvlarda toplu iğne başı kadar bir yer bile kuru kalmamalıdır. Namaz kılıyorlarsa, en küçük bir hataya düşmemeli, rekâtları tam ve doğru olarak kılmalıdırlar. Eğer hatalı kılarlarsa, bu tip kişileri son rekâttaki sehiv secdesi bile kesmez. Mutlaka yeni baştan kılmayı tercih ederler.

Bütün bu eğilimlerin arkasında, vesveseli mü’minlerin kendi fıtratlarını zorlayarak melekleşme çabasına girişmeleri yatar. Hatadan kusurdan bütünüyle arınmış bir mü’min olma hassasiyeti taşımaları nedeniyle şeytanın vesveseleri bu kişilerde büyük rahatsızlıklara sebep olur.

Buradan da anlaşılmaktadır ki, vesvese imanın varlığından ve dinî hassasiyetten ileri gelse de, kişinin din kavrayışında bir dengesizlik (aşırılık) bulunduğunu ele verir. Dinin vasat üzerine yaptığı vurgu es geçilmektedir.

Ayrıca bu kişiler insan fıtratı ve çalışma biçimi hakkında da yeterli bilgiye sahip değillerdir. Ve tam da bu nedenle, inandıkları “itikat” ile sahip oldukları “fıtrat” arasında ciddi bir uyuşmazlık ve gerilim yaşamaktadırlar.

Mutezile örneği

Bir örnek vermek gerekirse, felsefenin akılcılık (rasyonalizm) akımının etkisinde kalan Mutezile mezhebi, zorlayıcı bir itikat örneği olarak, dinî ibadetlerin sıhhatini “nefsü’l-emirde geçerli olma” şartına bağlar. Yani, eğer bir mü’min namazda dört rekât kıldığını zannederek üç rekât kılmışsa, nefsü’l-emirde üç rekat kıldığı için o namazı —ilahî planda kabul olunsa dahi— hakikat-i halde sahih değildir.

Halbuki vasatı esas tutan ehl-i sünnet mezheplerinde ibadetlerin sahih olmasından çok, kabul olunması önemlidir. Yani, nefsü’l-emir şartı değil Allah’ın kabul şartı esastır. Eğer kişi dört rekât kıldığını düşünüyorsa, üç rekât kılmış olsa bile, namazı kabul olunabilir. Veyahut, abdestinin bozulduğuna dair hafızasında bir kayıt yoksa, abdestli sayılır ve namaza durabilir.

Dış âlemdeki gerçekliğe değil kişinin zihnindeki gerçekliğe (olgu) itibar eden ve daha da önemlisi kabul veya red işini —dış gerçeklikte düşünülen birtakım maddî kriterler yerine— Allah’ın iradesine teslim eden bu yaklaşımın çıkış noktası, şu ayetlerdir: “Biz Kur’an’ı sana zahmet çekesin diye indirmedik” (Taha, 2); “Allah size kolaylık diler; zorluk dilemez” (Bakara, 185); “Allah hiç kimseye gücünün yettiğinden fazlasını yüklemez” (Bakara, 286).

Peygamber Efendimiz de (a.s.m.) aşağıdaki hadisle bu ayetleri şu şekilde tefsir eder: “Bu din kolaylıktır. Hiç kimse kaldıramayacağı mükellefiyetlerin altına girerek dini geçmeye çalışmasın; (insan ne yaparsa yapsın yine de mutlaka bir kısım eksik ve kusurları vardır ve) galibiyet dinde kalır.” (Buharî, İman: 29)

Bu hadis ve önceki ayetlerin çizdiği çerçeveden bakılırsa, bir mü’minin yaptığı ibadetin nefsü’l-emirdeki karşılığını bilme çabasına girmesi ve yaptığı ibadetlerin tam ve kusursuz olması iddiasına kapılması, kaldıramayacağı bir mükellefiyetin altına girmiş olması anlamına gelir.

Çünkü hiç kimse, kendi algı mekanizmalarının dışına çıkarak, nefsü’l-emre dair bir hüküm veremez. Bir şeyin nefsü’l-emirde tam olarak neye denk geldiğini ve nasıl bir hükme bağlandığını kendi dışına çıkıp tespit edemez. Dolayısıyla böyle bir durumda kadere rıza gösteren bir mü’mine düşen şey, ancak ibadetlerinin —hatalarıyla kusurlarıyla— kabul olmasını Allah’tan dilemesidir. Daha fazlası değil!

Ne var ki Mutezile’nin yanlış itikadî yaklaşımını benimseyen ve aslında bu yüzden vesveseye müptela olan kişiler, nefsü’l-emre dair hüküm vermek gibi boylarından büyük bir işe kalkıştıklarının farkında değillerdir.

Üstelik bu tavırlarının —yakından incelenirse— Allah’a karşı müstağnilik (“Ben namazımı doğru kıldım, kabul olunmak zorunda!”) gibi bir sapkın eğilim için anlamlı olabileceği de görülecektir. Eğer böyle bir netlik ve standartlaştırma arayışı söz konusu değilse, nefsü’l-emir üzerinde bu kadar ısrarla durmanın bir manası yoktur.

Ayrıca, hata ve kusuru bitirmeyi hedef gösteren böyle bir yaklaşım ilahî merhamete sığınma, af dileme ve istiğfarda bulunma gibi dinin en temel ubudiyet hallerini devre dışı bırakmayacak mıdır? Dua ve niyazı boşa çıkarmayacak mıdır?

Oysa dinin özü abdin acziyetini bilmesi, kusurlarının farkında olması, ne yaparsa na yapsın mutlaka eksik ve kusur izi taşıyacağını kavraması ve bunlar için Allah’tan af ve mağfiret dilemesidir. Bunları yapmayacaksa, nasıl bir ubudiyetten söz edilebilir?

Dolayısıyla, vesvese hastalığının kökeninde yanlış (aşırı) itikat ve insan fıtratına dair yanlış ya da eksik kavrayış yatmaktadır. İkisi birleştiğinde, şeytanın vesveselerinin vücudî bir mahiyete bürünüp ruhî dengeyi alt üst etmesi kaçınılmaz olmaktadır. Çünkü dini azimet anlayışı çerçevesinde en üst limitlerinde kavrayıp o şekilde uygulama cehdine düşen bir mü’mine şeytanın “Namazın olmadı!” “Abdestin tam olmadı!” şeklinde verdiği vesveseler, o mü’minin kalbinde deprem etkisi meydana getirir. Derin bir suçluluk duygusu oluşturur. Vasat ve ruhsat yaklaşımına da sahip olunmadığı için gelinen noktada kişi kendini düşkün bir mü’min olarak telakki etmeye başlar.

Vesveseyle nasıl baş edilir?

Vesveseyle baş etmenin birinci şartı iyiliğin ve kötülüğün, güzelliğin ve çirkinliğin kaynağının eşyanın zatında yatmadığını, Allah’ın emrine tabi olduğunu bilmektir.

O’nun iyi ve güzel dediği iyi ve güzel, kötü ve çirkin dediği kötü ve çirkindir! Mutezile, kötülüğü ve çirkinliği Allah’a vermemek için böyle bir yaklaşım benimsemiştir, ama görüldüğü gibi, kaş yapayım derken itikadî bakımdan göz çıkarmıştır. Müslümanları ruhsat yerine azimeti uygulamaya zorlayan bir yaklaşıma kapı aralamıştır.

O nedenle, özellikle ibadetleri ve duaları konusunda kalbine şüphe ve kuruntu ilişen kimseler, kendilerine “Sahih oldu mu?” sorusu yerine, “Kabul oldu mu?” sorusunu sormalıdırlar. Ve Allah’ın merhametiyle —kasten yapmadıktan sonra— eksik ve kusurlu olan ibadetleri de kabul edeceğine inanmalıdırlar. Böyle inanırlarsa, ibadetin sahihliği konusunda aşırı endişeye kapılmak yerine, ahirette belli olacak olan kabule dair ümitli bir beklenti içine gireceklerdir.

İkincisi, her Müslüman kendi fıtratı, ruhî yapısı, akıl, kalp ve hayalinin çalışma biçimi hakkında asgari birtakım bilgilere sahip olmalıdır.

Bunlar içinde özellikle şeytanın şüphe ve vesveselerinin doğrudan kalp içindeki imana temas etmediğini, kalbin de içinde bulunduğu “sadr” denilen bölüme geldiğini bilmek gerekir. Hakim et-Tirmizî, bu sadr ile kalbin ilişkisini göze benzetmektedir. Sadr gözün beyaz kısmı, kalp gözün karası gibidir. Dışarıdan gelen toz ve çöpler gözün beyazını (sadrı) etkiler, orada kızarıklığa yol açar, ama gözün karasını (kalbi) etkilemez, göz görmeye devam eder.

Çünkü kalp Allah’a iman nurunun bulunduğu yerdir. Ve iman bütündür, parçalanamaz. İman çıkarsa, kalpten ya tamamen çıkar ya da çıkmaz. Dolayısıyla, vesveseyle inancına halel geldiği kaygısına düşen bir mü’min, bizatihi bu kaygının kalbinde imanın hâlâ mevcut olduğunu gösterdiğini düşünmelidir.

Ancak vesvese ve kuruntular —bunlar şeytan tarafından olabileceği gibi, nefis tarafından da olabilir— sadr denilen bölümde uzun süre tutulur da, o mü’min Allah’a sığınarak sadrını hak ve hakikatle doldurmak suretiyle batılı sadrından def etmezse, oraya yerleşen vesvese virüsleri imana zarar verebilir.

O nedenle, sadrının (göğsünün) daraldığını hisseden bir mü’min, derhal bunun farkına vararak, nefsinin veya şeytanın hücumuna uğradığını düşünmeli ve “Allah’ı anmak suretiyle” sadrını genişletmeli ve kalbini yeniden mutmain bir hale getirmelidir.

Sadrda özellikle kin, öfke, haset, dünyevî kaygılar, rızık kaygıları ve vesvesede olduğu gibi aşırı dinî kaygılar tutmamaya özen göstermek gerekir. Eğer sadr bu şekilde temiz tutulursa ve daralmasına müsaade edilmezse, ne vesvesenin ne de başka şeylerin kişide rahatsızlık oluşturması söz konusu olmayacaktır.

Not: Vesvese konusunda kişinin kendi “irade alanı”nı da iyi tahlil etmesi gerekir. Özellikle hayalde gerçekleşen tasavvurların (kötü çirkin görüntülerin) irade dışı olduğu, tasdik anlamına gelmediği de vesvesenin rehabilite edilmesinde son derece önemlidir.

İbadetleri ve duaları konusunda kalbine şüphe ve kuruntu ilişen kimseler, kendilerine “Sahih oldu mu?” sorusu yerine, “Kabul oldu mu?” sorusunu sormalıdırlar. Ve Allah’ın merhametiyle —kasten yapmadıktan sonra— eksik ve kusurlu olan ibadetleri de kabul edeceğine inanmalıdırlar.

Vesveseli mü’minlerde en temelde dikkat çeken özellik, hassas ve mükemmeliyetçi bir kişilik yapısına sahip olmalarıdır. Ruhsat-azimet diye bilinen dengede, bu kişiler hemen hemen daima azimet yönünde tercihlerini kullanırlar. Yani, her türlü dinî uygulama ve ibadetlerde en iyisini, en kusursuzunu yapma eğilimi gösterirler.

Ömer Baldık

Moral Dünyası Dergisi

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: