Kendini dağlarken onları çağırıyorsun!

Hepsini denedim ama ancak bir derdim olduğunu kabullendikten sonra iyileşmeye başladım.” Paulo Coelho, Aldatmak’tan.

Kanaatimce mürşid ‘yarası olmayan insan’ demek değildir. Yaralarının ve devalarının farkında olan veya en azından arayan, çoklukla buldurulan ve yenilerini çağıran insandır. Kulluğun yaraları hiç geçmez çünkü. Acz bir yaradır. Fakr bir yaradır. Merhamet bir yaradır. Aşk bir yaradır. Bir yerde okuduğum gibi: “Yaralarımız sonradan edindiğimiz duyu organlarımızdır.” Bunlar geçerse azgınlaşırız. (Şüphe yok ki insan elbette azar. Kendisini ihtiyaçtan kurtulmuş görünce… buyuran Alâk sûresi bu dersi ne güzel verir.)

Gaflet veya küfür dediğimiz şeyler ‘yarasızlık’ değil ‘yaralarının farkında olamamak’ veya ‘kabul edememek’tir. ‘İhtiyaçtan kurtulmuş görünce’dir yani. Kurtulma değildir. Bu noktada, irşad olunan da, mürşidinin karşısına yaralarının farkına varmış olarak geçer. Mutsuzluğunu kucağına almış olarak gelir. İrşad olanın mürşidden farkı derdini biliyor ama devalarını bilmiyor oluşudur. Devaların cinsi de muhteliftir. Bazısı hava gibidir. Solur gibi muhtaçsındır. Bazıları su gibidir. İçer gibi muhtaçsındır. Bazıları nur gibidir. Aydınlanır gibi muhtaçsındır. Bazılarına duyulan ihtiyaçsa daha seyrektir.

Hem cismânî ihtiyaç gibi, mânevî hâcat dahi muhteliftir. Bazısına insan her nefes muhtaç olur: cisme hava, ruha Hû gibi. Bazısına her saat: Bismillâh gibi ve hâkezâ… Demek, tekrar-ı âyet, tekerrür-ü ihtiyaçtan ileri gelmiş ve o ihtiyaca işaret ederek, uyandırıp teşvik etmek, hem iştiyakı ve iştihayı tahrik etmek için tekrar eder.

Yaranın cinsine göre devanın kullanım sıklığı da değişir. Fakat yine altını çizmek istiyorum: Yarasızlık diye birşey yoktur. Yara hastalık değil kendimizdir. Sınırlarımızdır. Faniliğimizdir. Varlık şeklimizdir. Hem mürşid adına hem mürid adına. Yani mürşid bütün yaralarını iyileştirmiş ve aşkın insan olmuş (veya Niçe’nin tabiriyle ‘üst insan’ olmuş) bir canlı olarak nirvadan konuşmaz sizinle. (İnsan-ı kamil asla bu anlama gelmez bizde.) Yanınızda ve yaralarıyla ‘içinizden birisi’ olarak konuşur. ‘İçinizden birisi’ kalarak konuşur. Kendi yaralarının farkındalığı, sizin acınızı anlaması ve merhamet etmesini sağlar. Tevbe 128 ‘mülkün güzelliği’ aleyhissalatuvesselam ile bize bu dersi ne güzel aktarır:Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir. Elbette merhametlidir. Yaraların acısı nicedir biliyor çünkü. O bizim en çok imtihan olanımız. En diri sabırlımız. En yaralımız. Bu yüzden şifalarına bizim de kavuşmamızı istiyor.

George Orwell, Kitaplar ve Sigaralar’da bir çocuğun dünyasına girmenin ancak anılar vasıtasıyla olabileceğini söyler:

İnsan bir çocuğun gerçekte ne hissettiğini ve düşündüğünü bilmenin müthiş zorluğuyla karşı karşıya. Oldukça mutlu gözüken bir çocuk aslında açığa vurmayacağı ya da vuramayacağı korkunç şeylerden mustarip olabilir. Çocuklar, yalnızca anılarımız ya da tahminlerimiz aracılığıyla içine girebileceğimiz, bize yabancı bir sualtı dünyasında yaşar. Başlıca ipucumuz bizim de bir zamanlar çocuk olduğumuz gerçeği; ancak çoğu insan, kendi çocukluklarındaki ortamı neredeyse bütünüyle unutuyor gibi gözüküyor.

Ben Orwell’ın bu düşüncesinin irşad faaliyeti için de geçerli olduğunu düşünüyorum. Bir mürşidin başarısı irşad ettiği insanla yaşayabileceği empatiye bağlıdır. İrşad zaten budur. Onun gibi olan yanlarını/yönlerini, belki insandan insana uzanan dertten ve yaradan yollarını keşfedip, kendininkini deşerken ona da dokunmaktır. Bediüzzaman’ın “Nefsini ıslah edemeyen başkasını ıslah edemez…” cümlesini böylesi bir ‘gönülden gönüle yol’ olarak da anlayabiliriz.

Hadi biraz bilim kurguya sapalım: Yaralarımız birer karadelik gibi ‘ben’den ‘ona’ sıçrama yapmamızı sağlar. İçimizde solucan delikleri gibi çalışırlar. Nefsinde ıslah, başkasında da o nefse benzer bir nefis bulunduğu için, senden ona uzanan yoldur. Kalemi kendine batırdıkça karşındakinin de kalbine dokunursun. Ne kadar derine batırırsan o kadar yaralı insan inleyişini işitip etrafında toplanmaya başlar. Bu can yanması tanıdıktır çünkü. İçindeki insana dokunmak ‘asl-ı insan arşına’ dokunmaktır.

Hem deme ki, ‘Halk içinde ben intihap edildim. Bu meyveler benimle gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.’ Hayır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünkü herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi.

Yaralarını bu yönüyle sevebilirsin. Onlar sayesinde herkesleşiyorsun. Daha çok insan oluyor ve daha çok insanı anlayabiliyorsun. Ve yine o dolmayan boşluklar seni Allah’ı aramaya itiyor. Yazdıran da onlar, düşündüren de. Kendi içindeki o boşluğa düştüğün zaman dalgınlığa kapılıyorsun. En güzel cümleler o zaman yazılıyor. Onsuzluğun boşluğundan Onun varlığına kaçış, ‘istiaze/sığınma’ sırrı, böyle birşeyin ifadesi biraz da belki. Kış Günlüğü’nde “Hiç kuşkusuz sakat ve yaralı bir insansın, ta başından beri içinde yara taşıyan birisin, yoksa ne diye bütün ömrünü sayfaların üzerine o yaranın kanını akıtırcasına sözcükler dökerek geçiresin?” diyen Paul Auster da buna dokunuyor fakat tanımlayamıyor. Tanımlayacak inanç onda yok.

Göklere ve yerlere sığmam, mümin kulumun kalbine sığarım…” sırrınca, kalbinde, ancak bir sonsuzluk sahibinin marifetiyle dolacak kara delikler var. Ne kadar dünya, hatta dünyalar bastırsan; ne kadar kanını akıtsan, bağırsan, çağırsan ‘oh’ demez, dolmaz, bıkmaz o. Cehennem gibi “Daha yok mu?” diye sorar.

Sahabilerin irşad başarısını biraz da bu şekilde anlayabiliyorum. Cahiliyeden sonra İslam’ın sadasıyla uyanan o güzel insanlar ehl-i şirkin yaralarını ve şirkin psikolojisini çok iyi bildikleri için irşadları da bu kadar güçlüydü belki. Muhataplarının yaralarını çok iyi biliyorlardı. O yaralarla bir zamanlar kendileri de yaralıydılar.

Bediüzzaman’ın bir Kur’an tefsiri olarak tanımladığı Risale-i Nur’da kendi hatıralarını bu kadar çok anlatmasını da biraz buna bağlıyorum. Kendi kalbine kalemini batırmak bu. Önce kendi yaranı kanatmak. Kanının kokusunu alan diğer yaralılar toplanıyorlar etrafına. Kendini dağlarken onları çağırıyorsun. “Ben yaramı böyle iyileştirdim!” demek aslında biraz da yaralarından bahsetmektir. Yaralarının varlığını kabul edip yüzleşmektir. Zaafını görmekten korkmamak, ‘mış gibi’ yapmamaktır. İçimizden biri olmaktır yaralarıyla. Yarasını kabul etmeyenin bu yerde yeri yok. Ne boşuna yazsın, ne de dinlesin/okusun. Irvin Yalom’um Bugünü Yaşama Arzusu’nda dediği gibi: Tedavi suçlamanın bitip sorumluluğun kabul edildiği noktada başlar.

Ahmet AY – Risale Haber

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: