Kur’an Allah Kelamıdır

Kur’an hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı dâvet olduğundan içindeki tekrarı müstahsendir, belki elzemdir ve eblâğdır. Ehl-i kusurun zannı gibi değil… Zira; zikrin şe’ni; tekrar ile tenvirdir. Duânın şe’ni; terdâd ile takrirdir.

İşte Kur’an-ı Hakîm; enbiyaları, insânın Cemâatlerine terakkiyat-ı ma’nevîyye cihetinde birer pişdâr ve imam gönderdiği gibi; yine insânların terakkiyat-ı maddiyye sûretinde dahi o enbiyanın her-birisinin eline bâzı hârikalar verip yine o insânlara birer ustabaşı ve üstâd etmiştir. Onlara mutlak olarak ittibaa emrediyor.

İşte enbiyaların ma’nevî kemâlâtını bahsetmekle insânları onlardan istifâdeye teşvik ettiği gibi, mu’cizâtlarından bahis dahi; onların nazîrelerine yetişmeye ve taklidlerini yapmaya bir teşviki işmam ediyor. Hattâ denilebilir ki: Ma’nevî kemâlât gibi maddî kemâlâtı ve hârikaları dahi en evvel mu’cize eli nev’-i beşere hediye etmiştir. İşte Hazret-i Nuh’un (Aleyhisselâm) bir mu’cizesi olan sefine.. ve Hazret-i Yusuf’un (Aleyhisselâm) bir mu’cizesi olan saati; en evvel beşere hediye eden, dest-i mu’cizedir. Bu hakikate lâtif bir işarettir ki: San’atkârların ekseri, herbir san’atta birer peygamberi pîr ittihaz ediyor. Meselâ gemiciler Hazret-i Nuh’u (Aleyhisselâm), saatçiler Hazret-i Yusuf’u (Aleyhisselâm), terziler Hazret-i İdris’i (Aleyhisselâm)…

Her bir kemâlin, her bir ilmin, her bir terakkiyatın, herbir fennin bir hakikat-ı âliyyesi var ki; o hakikat, bir İsm-i İlâhîye dayanıyor. Pek çok perdeleri ve mütenevvi tecelliyatı ve muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla o fen, o kemâlât, o san’at kemâlini bulur, hakikat olur. Yoksa yarım yamalak bir sûrette nâkıs bir gölgedir.

Meselâ: Hendese bir fendir. Onun hakikatı ve nokta-i müntehâsı, Cenâb-ı Hakk’ın İsm-i Adl ve Mukaddir’ine yetişip, hendese âyinesinde o ismin hakîmane cilvelerini haşmetiyle müşahede etmektir.

Meselâ: Tıp bir fendir, hem bir san’attır. Onun da nihayeti ve hakikatı; Hakîm-i Mutlak’ın Şâfi ismine dayanıp, eczahâne-i kübrâsı olan rûy-i zeminde rahîmâne cilvelerini edviyelerde görmekle tıb kemâlâtını bulur, hakikat olur.

Meselâ: Hakikat-ı mevcûdâttan bahseden Hikmet-ül Eşya, Cenâb-ı Hakk’ın (Celle Celâlühü) “İsm-i Hakîm”inin tecelliyat-ı kübrâsını müdebbirâne, mürebbiyâne; eşyada, menfaatlarında ve maslahatlarında görmekle ve o isme yetişmekle ve ona dayanmakla şu hikmet hikmet olabilir. Yoksa, ya hurafata inkılâb eder ve malayâniyat olur veya felsefe-i tabiiyye misillü dalalete yol açar.

Din bir imtihandır. Teklif-i İlâhî bir tecrübedir. Tâ, ervah-ı âliyye ile ervah-ı sâfile, müsabaka meydanında birbirinden ayrılsın. Nasılki bir mâdene ateş veriliyor; tâ elmasla kömür, altunla toprak birbirinden ayrılsın. Öyle de bu dâr-ı imtihanda olan teklifat-ı İlâhiyye bir ibtilâdır ve bir müsabakaya sevktir ki; istidad-ı beşer mâdeninde olan cevâhir-i âliyye ile mevadd-ı süfliyye, birbirinden tefrik edilsin… Mâdem Kur’an, bu dâr-ı imtihanda bir tecrübe sûretinde, bir müsabaka meydanında beşerin tekemmülü için nâzil olmuştur. Elbette şu dünyevî ve herkese görünecek umûr-u gaybiyye-i istikbaliyyeye yalnız işaret edecek ve hüccetini isbat edecek derecede akla kapı açacak. Eğer sarahaten zikretse, sırr-ı teklif bozulur. 

Kur’an-ı Hakîm, hakîmdir. Her şeye, kıymeti nisbetinde bir makam verir. İşte Kur’an, binüçyüz sene evvel, istikbâlin zulümâtında müstetir ve gaybî olan semerat ve terakkiyat-ı insânîyyeyi görüyor ve gördüğümüzden ve göreceğimizden daha güzel bir sûrette gösterir. Demek Kur’an, öyle bir zâtın kelâmıdır ki; bütün zamanları ve içindeki bütün eşyayı bir anda görüyor.

Tahayyül-ü küfür, küfür olmadığı gibi; tevehhüm-ü küfür dahi, küfür değildir. Tasavvur-u dalâlet dalâlet olmadığı gibi; tefekkür-ü dalâlet dahi, dâlalet değildir.

Çünki: Hem tahayyül, hem tevehhüm, hem tasavvur, hem tefekkür; tasdik-ı aklîden ve iz’ân-ı kalbîden ayrıdırlar, başkadırlar. Onlar bir derece serbesttirler. Cüz’-i ihtiyariyyeyi pek dinlemiyorlar. Teklif-i dinî altına çok giremiyorlar. Tasdik ve iz’an, öyle değiller. Bir mizana tabidirler. Hem tahayyül, tevehhüm, tasavvur, tefekkür, nasılki tasdik ve iz’an değiller. Öyle de: Şüphe ve tereddüd sayılmazlar.

Fakat, eğer lüzumsuz tekrar ede ede müstakar bir hale gelse, o vakit hakikî bir nevi şüphe, ondan tevellüd edebilir. Hem bîtarâfâne muhakeme namıyla veya insaf nâmına deyip, şıkk-ı muhalifi iltizâm ede ede, tâ öyle bir hale gelir ki, ihtiyarsız taraf-ı muhalifi iltizâm eder. Ona vâcib olan hakkın iltizâmı kırılır. O da tehlikeye düşer. Hasmın veya şeytanın bir vekil-i fuzulîsi olacak bir hâlet, zihninde takarrür eder. Şu nevi vesvesenin en mühimi budur ki: Vesveseli adam, imkân-ı zâtî ile imkân-ı zihnîyi birbiriyle iltibas eder.

İnsân, nur-u îman ile a’lâ-yı illiyyîne çıkar; Cennet’e lâyık bir kıymet alır. Ve zulmet-i küfür ile, esfel-i sâfilîne düşer; Cehennem’e ehil (olacak) bir vaziyete girer. Çünki îman, insânı Sâni’-i Zülcelâl’ine nisbet ediyor; îman, bir intisabdır. Öyle ise însan, îman ile insânda tezahür eden san’at-ı İlâhiyye ve nukuş-u Esmâ-i Rabbâniyye îtibariyle bir kıymet alır. Küfür, o nisbeti kat’eder. O kat’dan san’at-ı Rabbâniyye gizlenir. Kıymeti dahi yalnız madde îtibariyle olur. Madde ise, hem fâniye, hem zâile, hem muvakkat bir hayât-ı hayvânî olduğundan, kıymeti hiç hükmündedir.

İşte insân, Cenâb-ı Hakk’ın böyle antika bir san’atıdır ve en nazik ve nâzenin bir mu’cize-i kudretidir ki; insânı, bütün Esmâsının cilvesine mazhar ve nakışlarına medâr ve kâinata bir misâl-i musağğar sûretinde yaratmıştır.

Eğer nur-u îman, içine girse, üstündeki bütün mânidar nakışlar, o ışıkla okunur. O mü’min, şuur ile okur ve o intisabla okutur. Yâni; Sâni’-i Zülcelâl’in masnuuyum, mahlûkuyum, rahmet ve keremine mazharım gibi mânâlarla İnsândaki san’at-ı Rabbâniyye tezahür eder. Demek Sâniine intisabdan ibaret olan îman; insândaki bütün âsâr-ı san’atı izhar eder. İnsanın kıymeti, o san’at-ı Rabbâniyyeye göre olur ve âyine-i Samedâniyye itibariyledir. O halde şu ehemmiyetsiz olan insân, şu itibarla bütün mahlûkat üstünde bir muhatâb-ı İlâhî ve Cennet’e lâyık bir misafir-i Rabbanî olur.

Eğer kat’-ı intisabdan ibaret olan küfür, insânın içine girse; o vakit bütün o mânidar nukuş-u Esmâ-i İlâhiyye karanlığa düşer, okunmaz. Zira Sâni’ unutulsa, Sânia müteveccih mânevî cihetler de anlaşılmaz. Âdeta baş aşağı düşer. O mânidar âlî san’atların ve mânevî âlî nakışların çoğu gizlenir. Bâki kalan ve göz ile görülen bir kısmı ise; süflî esbaba ve tabiata ve tesadüfe verilip, nihayet sukut eder. Her biri birer parlak elmas iken, birer sönük şişe olurlar. Ehemmiyeti yalnız madde-i hayvaniyyeye bakar. Maddenin gayesi ve meyvesi ise; dediğimiz gibi: kısacık bir ömürde hayvanatın en âcizi ve en muhtacı ve en kederlisi olduğu bir halde yalnız cüz’î bir hayat geçirmektir. Sonra tefessüh eder gider. İşte küfür, böyle mahiyyet-i insânîyyeyi yıkar, elmastan kömüre kalbeder.

Ubudiyyet ise, hâlisen livechillâh olmalı. Yalnız aczini izhar edip, dua ile O’na iltica etmeli. Rubûbiyyetine karışmamalı. Tedbiri O’na bırakmalı. Hikmetine itimad etmeli. Rahmetini ittiham etmemeli.

İnsan, kâinatın ekser enva’ına muhtaç ve alâkadardır. İhtiyâcâtı âlemin her tarafına dağılmış, arzuları ebede kadar uzanmış… Bir çiçeği istediği gibi, koca bir baharı da ister. Bir bahçeyi arzu ettiği gibi, ebedî Cennet’i de arzu eder. Bir dostunu görmeğe müştak olduğu gibi, Cemîl-i Zülcelâl’i de görmeye müştaktır. Başka bir menzilde duran bir sevdiğini ziyâret etmek için o menzilin kapısını açmaya muhtaç olduğu gibi; berzaha göçmüş yüzde doksandokuz ahbabını ziyâret etmek ve firak-ı ebedîden kurtulmak için koca dünyanın kapısını kapayacak ve bir mahşer-i acâib olan âhiret kapısını açacak, dünyayı kaldırıp âhireti yerine kuracak ve koyacak bir Kadîr-i Mutlak’ın dergâhına ilticaya muhtaçtır.

İşte şu vaziyette bir insâna hakikî Mâbud olacak; yalnız, her şeyin dizgini elinde, her şeyin hazinesi yanında, her şeyin yanında nâzır, her mekânda hâzır, mekândan münezzeh, âcizden müberra, kusurdan mukaddes, nakıstan muallâ bir Kadîr-i Zülcelâl, bir Rahîm-i Zülcemâl, bir Hakîm-i Zülkemâl olabilir… Çünki nihayetsiz hâcât-ı insânîyyeyi îfa edecek, ancak nihayetsiz bir kudret ve muhit bir ilim sahibi olabilir. Öyle ise, Mâbudiyyete lâyık yalnız O’dur.

İşte ey insân! Eğer yalnız O’na abd olsan, bütün mahlûkat üstünde bir mevki kazanırsın. Eğer ubûdiyetten istinkâf etsen, âciz mahlûkata zelil bir abd olursun. Eğer enaniyyetine ve iktidarına güvenip tevekkül ve duayı bırakıp, tekebbür ve dâvaya sapsan; o vakit iyilik ve icad cihetinde arı ve karıncadan daha aşağı, örümcek ve sinekten daha zaîf düşersin. Şer ve tahrib cihetinde; dağdan daha ağır, tâundan daha mûzır olursun.

Evet insân bir çekirdeğe benzer. Nasılki o çekirdeğe kudretten mânevî ve ehemmiyetli cihazât ve kaderden ince ve kıymetli program verilmiş. Tâ ki, toprak altında çalışıp, tâ o dar âlemden çıkıp, geniş olan hava âlemine girip, Hâlıkından istidad lisanıyla bir ağaç olmasını isteyip, kendine lâyık bir kemâl bulsun.

Eğer o istidad çekirdeğini İslâmiyet suyu ile, îmânın ziyâsıyla ubûdiyet toprağı altında terbiye ederek, evâmir-i Kur’aniyyeyi imtisâl edip cihâzât-ı mânevîyyesini hakikî gayelerine tevcih etse, elbette âlem-i misâl ve berzahta dal ve budak verecek ve âlem-i âhiret ve Cennet’te hadsiz kemâlât ve ni’metlere medâr olacak bir şecere-i bâkiyyenin ve bir hakikât-ı dâimenin cihâzâtına câmi’ kıymettar bir çekirdek ve revnakdar bir makine ve bu şecere-i kâinatın mübârek ve münevver bir meyvesi olacaktır.

Evet hakikî terakki ise; insâna verilen kalb, sır, ruh, akıl hattâ hayal ve sâir kuvvelerin hayat-ı ebediyyeye yüzlerini çevirerek, her biri kendine lâyık hususî bir vazife-i ubûdiyyet ile meşgul olmaktadır. Yoksa ehl-i dalaletin terakki zannettikleri, hayat-ı dünyeviyyenin bütün inceliklerine girmek ve zevklerinin her çeşitlerini, hattâ en süflisini tatmak için bütün letâifini ve kalb ve aklını nefs-i emmâreye musahhar edip yardımcı verse; o terakki değil, sukuttur. 

Evet insâna verilen bütün cihâzât-ı acîbe, bu ehemmiyetsiz hayat-ı dünyeviyye için değil; belki, pek ehemmiyetli bir hayat-ı bâkiyye için verilmişler. Çünki insânı hayvana nisbet etsek görüyoruz ki: İnsân, cihâzât ve âlât itibariyle çok zengindir. Yüz derece hayvandan daha ziyâdedir. Hayat-ı dünyeviyye lezzetinde ve hayvanî yaşayışında yüz derece aşağı düşer. Çünki her gördüğü lezzetinde, bir elem izi vardır. Geçmiş zamanın elemleri ve gelecek zamanın korkuları ve her bir lezzetin dahi elem-i zevali, onun zevklerini bozuyor ve lezzetinde bir iz bırakıyor. Fakat hayvan öyle değil. Elemsiz bir lezzet alır, kedersiz bir zevk eder. Ne geçmiş zamanın elemleri onu incitir, ne de gelecek zamanın korkuları onu ürkütür. Rahatla yaşar, yatar, Hâlıkına şükreder.

Sen eğer nefis ve şeytanı dinlersen, esfel-i sâfilîne düşersin. Eğer Hak ve Kur’an’ı dinlersen, a’lâ-yı illiyyîne çıkar, kâinatın bir güzel takvimi olursun. arkadaşım! Muhabbet, şu kâinatın bir sebeb-i vücûdudur. Hem şu kâinatın râbıtasıdır. Hem şu kâinatın nurudur, hem hayatıdır. İnsân, kâinatın en câmi’ bir meyvesi olduğu için, kâinatı istilâ edecek bir muhabbet o meyvenin çekirdeği olan kalbine dercedilmiştir. İşte, şöyle nihayetsiz bir muhabbete lâyık olacak, nihayetsiz bir kemâl sahibi olabilir. İşte ey nefis ve ey arkadaş! İnsanın havfe ve muhabbete âlet olacak iki cihaz, fıtratında dercolunmuştur. Alâ-külli-hal o muhabbet ve havf, ya halka veya Hâlık’a müteveccih olacak.

Halbuki halktan havf ise, elîm bir beliyyedir. Halka muhabbet dahi, belalı bir musibettir. Çünki: Sen öylelerden korkarsın ki, sana merhamet etmez veya senin istirhamını kabûl etmez. Şu halde havf, elîm bir beladır. Muhabbet ise, sevdiğin şey, ya seni tanımaz, “Allah’a ısmarladık” demeyip gider. -Gençliğin ve malın gibi.- Ya muhabbetin için seni tahkir eder. Görmüyor musun ki, mecâzî aşklarda yüzde doksandokuzu, maşukundan şikâyet eder. Çünki: Samed âyinesi olan bâtın-ı kalb ile sanem-misâl dünyevî mahbublara perestiş etmek, o mahbûbların nazarında sakildir ve istiskal eder, reddeder. Zira fıtrat, fıtrî ve lâyık olmayan şeyi reddeder, atar. (Şehvânî sevmekler, bahsimizden hariçtir.) Evet, insân evvela nefsini sever. Sonra akâribini, sonra milletini, sonra zîhayat mahlûkları, sonra kâinatı, dünyayı sever. Bu dairelerin her-birisine karşı alâkadardır. Onların lezzetleriyle mütelezziz ve elemleriyle müteellim olabilir.

Halbuki şu herc ü merc âlemde ve rüzgâr deveranında hiç bir şey kararında kalmadığından bîçare kalb-i insân, her vakit yaralanıyor. Elleri yapıştığı şeylerle, o şeyler gidip ellerini paralıyor, belki koparıyor. Daima ızdırab içinde kalır, yahut gaflet ile sarhoş olur. Mâdem öyledir, ey nefis! Aklın varsa, bütün o muhabbetleri topla, hakikî sahibine ver, şu belâlardan kurtul. Şu nihayetsiz muhabbetler, nihayetsiz bir kemâl ve cemâl sahibine mahsustur. Ne vakit hakikî sahibine verdin, o vakit bütün eşyâyı O’nun nâmıyla ve O’nun âyinesi olduğu cihetle ızdırabsız sevebilirsin. Demek şu muhabbet, doğrudan doğruya kâinata sarfedilmemek gerektir. Yoksa muhabbet en leziz bir ni’met iken, en elîm bir nıkmet olur. 

Kur’an, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-iezeliyyesi…
Ve âyât-ı tekviniyyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedîsi..Ve şu âlem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiri… Ve zeminde ve gökte gizli Esmâ-i İlâhiyyenin mânevî hazinelerinin keşşâfı.. Ve sutûr-u hâdisâtın altında muzmer hakaikın miftahı.. Ve âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanı.. Ve şu âlem-i şehadet perdesi arkasında olan âlem-i gayb cihetinden gelen iltifatat-ı ebediyye-i Rahmâniyye ve hitâbât-ı ezeliyye-i Sübhâniyyenin hazinesi.. Ve şu İslâmiyet âlem-i mânevîsinin güneşi, temeli, hendesesi.. Ve avalim-i uhreviyyenin mukaddes haritası… Ve Zât ve Sıfât ve Esmâ ve şuun-u İlâhiyyenin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, bürhân-ı katıı, tercüman-ı sâtıı… Ve şu âlem-i insânîyyetin mürebbisi.. Ve insânîyyet-i kübrâ olan İslâmiyetin mâ ve ziyâsı.. Ve nev-i beşerin hikmet-i hakikîyyesi.. Ve insânîyyeti saadete sevkeden hakikî mürşidi ve hâdîsi… Ve insâna hem bir kitab-ı şeriat, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı hikmet, hem bir kitab-ı ubûdiyyet, hem bir kitab-ı emir ve davet, hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı fikir, hem bütün insânın bütün hâcât-ı mânevîyyesine merci’ olacak çok kitabları tazammun eden tek, câmi’ bir KİTAB-I MUKADDES’tir.

Evet Kur’anın düsturları, kanunları, ezelden geldiğinden ebede gidecektir. Medeniyetin kanunları gibi ihtiyar olup ölüme mahkûm değildir. Daima gençtir, kuvvetlidir. 

Risale-i Nurlardan, Paylaşan: Abdülkadir Haktanır

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: