Kuran’ın ilahiliği

Deistler, Kur’an-ı Kerîm’in Allah’tan indirildiğine inanmıyorlar. Peygamber Efendimiz’in (SAV) çok zeki olduğunu, Kur’anın onun tarafından yazıldığını (Estağfirullah) söylüyorlar. Cevabı nedir?

Kur’an hakkındaki bu çok önemli soru ve iddialarını ve bunların cevaplarını Üstad Said Nursî’nin şeytanla yaptığı bir fikir çarpışmasında aynen görebiliyoruz. Oradaki soru ve cevaplarla konuyu tam manasıyla anlarız:

Bu risalenin telifinden (yazılmasından) on bir sene evvel, Ramazan-ı Şerifte, İstanbul’da, Bayezid Cami-i Şerifinde hafızları dinliyordum. Birden, şahsını görmedim, fakat mânevî bir ses işittim gibi bana geldi, zihnimi kendine çevirdi. Hayalen dinledim. Baktım ki, bana der:

“ Sen Kur’ân’ı pek âli (yüce), çok parlak görüyorsun. Bîtarafâne (tarafsızca) muhakeme et (yargıla), öyle bak. Yani, bir beşer kelâmı farz et, bak. Acaba o meziyetleri, o ziynetleri görecek misin?

“ Hakikaten ben de ona aldandım, beşer kelâmı farz edip öyle baktım. Gördüm ki, nasıl Bayezid’in elektrik düğmesi çevrilip söndürülünce ortalık karanlığa düşer; öyle de, o farz ile (varsayımla), Kur’ân’ın parlak ışıkları gizlenmeye başladı. O vakit anladım ki, benimle konuşan şeytandır; beni vartaya (ciddi tehlikeye) yuvarlandırıyor. Kur’ân’dan istimdad ettim (yardım diledim). Birden, bir nur kalbime geldi, müdafaaya kat’î bir kuvvet verdi. O vakit, şöylece Şeytana karşı münazara başladı. Dedim:

“ Ey Şeytan! Bîtarafâne (tarafsızca) muhakeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin, hem insandaki senin şakirtlerin, dediğiniz bîtarafâne muhakeme ise, taraf-ı muhalifi iltizamdır (karşı tarafa taraftarlıktır). Bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü Kur’ân’a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek, şıkk-ı muhalifi (karşı şıkkı) esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır (hakkın zıddını lüzumlu görmektir), bîtarafâne (tarafsızca davranmak) değildir. Belki bâtıla tarafgirliktir.” (Mektuba, 26. Mektub, 1. Mebhas)

Kısa İzah: Evet, bu mevzuda şıklar 2 tanedir. Çünkü gözle görünen şu ki Kur’an da, hadisler ve diğer sözler de Hz. Muhammed’in ağzından dökülen kelimelerdir. Fakat Onun dilinden dökülen sözlerin sahipliği konusunda yollar ikiye ayrılıyor. Kur’an ve Müslümanlar diyorlar:

Bu Kur’an, Hz. Muhammed’in ağzından dökülen, Allah’a ait sözlerdir. Hz. Muhammed, bir tercüman ve elçidir. Allah’ın fermanını insanlara peyderpey okuyan bir dellaldır. Hadisler ve diğer sözleri ise, Onun Kur’andan aldığı dersler ve şahsına ait fikirlerdir.” Dinsizler, şeytanlar, müşrikler[1] ve münafıklar ise derler ki:

Onun ağzından dökülen her söz, ister Kur’an ister hadis hepsi Onun malıdır, Onun fikrinin mahsulüdür.” Üçüncü şık yoktur. Bu yüzden Kur’ana “Hz. Muhammed’in sözü diye bak!” demek, “Ona dinsizce, müşrikçe (deistçe) ve münafıkça bak” demektir; karşı şıkkı tutmaktır!

Şeytan dedi ki:

 “ Öyleyse ne Allah’ın kelâmı, ne de beşerin kelâmı deme. Ortada farz et, bak.” Ben dedim:

“ O da olamaz. Çünkü, münâzaun fîh (çekişmeli) bir mal bulunsa, eğer iki müddeî  (hak iddia edenler) birbirine yakınsa ve kurbiyet-i mekân (mekan yakınlığı) varsa, o vakit, o mal ikisinden başka birinin elinde veya ikisinin elleri yetişecek bir surette bir yere bırakılacak. Hangisi ispat etse, o alır. Eğer o iki müddeî (iddiacı) birbirinden gayet uzak, biri maşrıkta (doğuda), biri mağripte (batıda) ise, o vakit, kaideten (kural olarak), sahibü’l-yed (mülkiyeti elinde bulunduran) kim ise onun elinde bırakılacaktır. Çünkü ortada bırakmak kabil değildir (kabul edilemez).

İşte, Kur’ân kıymettar bir maldır. Beşer kelâmı Cenâb-ı Hakkın kelâmından ne kadar uzaksa, iki taraf o kadar, belki hadsiz birbirinden uzaktır. İşte, serâdan Süreyya’ya kadar (yeryüzünden Ülker yıldızına kadar) birbirinden uzak o iki taraf ortasında bırakmak mümkün değildir. Hem ortası yoktur. Çünkü, vücut ve adem (varlık ve yokluk) gibi ve nâkızeyn (birbirini yok edip çürüten iki zıt) gibi iki zıttırlar; ortası olamaz. Öyleyse, Kur’ân için sahibü’l-yed (mülkiyeti elinde bulunduran), taraf-ı İlâhîdir (İlâhî taraftır). Öyleyse, Onun elinde kabul edilip, öylece delâil-i ispata (ispat delillerine) bakılacak. Eğer öteki taraf, Onun kelâmullah (Allah’ın sözü) olduğuna dair bütün burhanları (sağlam kanıtları) birer birer çürütse, elini ona uzatabilir; yoksa uzatamaz.” (26. Mektub, 1. Mebhas)

Kısa İzah: Hukuk bilimine göre sahibi belirsiz bir mülk ve malı 20 yıl kesintisiz olarak kim mülkiyet ve tasarrufunda bulundurursa, o mal ve mülk hakikatte onun olmasa da hukuk bilimine göre mülkiyeti ve tasarruf yetkisi ona geçer. Eğer hakiki sahibi veyahut başka birisi 20. yıl sonrasında mülkiyet ve hak iddia etse, kural olarak mülkiyeti elinde bulunduran değil hak iddia edenler ispatla mükelleftirler. Bütün aksi iddiaları çürüttükleri zaman ancak, o mülkü mülkiyetlerine geçirebilirler. Gerçek mülk sahibi olmayanda bu iş hukuken böyledir. Ya Kur’an için! 1448 senedir mülkiyeti Allah’a ait olarak bilinen ve ilan edilen, başta kendi ağzından Kur’an dökülen Hz. Peygamberce bu ifade edilen, bunu kabul etmek istemeyenlere “Kur’anın tamamının değil en ufak bir parçasının ötesinde bir sure elinizden geliyorsa getirin. Asla getiremeyeceksiniz!” (Bakara suresi, 23) diye meydan okuyan, bu meydan okuyuşa edebiyat dâhisi Araplar tarafından kalemle değil kılıçla cevap verilen Kur’anın Allah kelamı olduğu kat’îdir, tartışmasızdır. Aksini iddia eden, ispatla sorumludur.

Şeytanla fikir savaşından meydana gelen 26. Mektub’daki metnin devamının özü ve özeti aşağıdaki açıklamadır:

Hz. Peygamber (ASM) de diğer peygamberler gibi bir iddia ile ortaya çıktı. “Ben, size Allah’ın elçisiyim” dedi. İddiasını yaşantısı ile ispat etti. Her iddia sahibi ve özellikle bu tarz iddia sahipleri ya yalancıdırlar, ya samimidirler. Yalancıların yalanları ve kötü niyetleri ortaya çıktığında rezil olurlar. Eğer bu iddiaları dünya içinse, rezaletleri sınırlı olur. Fakat din gibi kutsallık, menfaatsizlik esasına dayanan bir sistem ve hakikat adına yalan bir iddiaya kalkışanların rezillikleri sınırsız olur. Hem yalanları açığa çıkınca vicdan sahibi herkesin tiksintisini kazanırlar. Bu yönden dolayı din adına ortaya çıkan her iddia sahibi için 2 durum vardır: Ya herkesin altına düşmek veya herkesten daha üstün olmak; minâre başına çıkmak veya kuyu dibine düşmek gibi… Eğer bu kişi iddiasında yalancı ise, yalanı da çeşitli delillerle ortaya çıkarsa, Müseylime-i Kezzab (Çok yalancı Müseylime) gibi, iki cihanda rezil ve sefil olur. Buna mukabil bütün peygamberler ve özellikle Hz. Peygamber (ASM) gibi iddialarını mucizeleri, bilgileri, yaşantıları, ahlakları ile ispat ederlerse haklı olarak bütün herkesten üstün olurlar.

Şeytan ve taraftarları, derin düşünmeyenleri, düşüncelerinin nereye varacağına vâkıf olmayanları “Kur’an, Onun sözü olamaz mı?” gibi ihtimallerle aldatırlar. Eğer biz böyle bir ihtimale hak verirsek o vakit, şunu demiş oluruz: “O, Allah’tan haber getirmediği halde getirdim diyen, bütün insanları kandırmaya çalışan, ömrü boyunca usta bir sanatla -hâşâ- sahtekârlık yapan, bunu maddi-manevi menfaatleri için ortaya koyan bir yalancı ve düzenbazdır. Bununla beraber O aynı zamanda, gözle görüldüğü üzere hiç yalan söylemeyen, en inançlı olan, ahlakın en muazzamını sergileyen, Allah’tan en çok korkan, maddi-manevi menfaat gütmeyen, fakirken ve devlet başkanı iken dahi zâhid[2] olarak yaşayan, son derece dürüst, güven aşılayan biri demiş olacağız.” Buradaki çelişki yerden göğe kadardır.

Hem nasıl ki bizler araştırıyoruz, aklımızı kullanıyoruz, hemen teslim olmuyoruz ve hemen teslim olanlara “Akılsız, kör ve bağnaz” diyoruz. Aynı durum o peygamberlerin ve özelde Hz. Peygamber’in (ASM) devrinde yaşayanlar için de geçerlidir. Hatta daha öncelikli olarak onlar için geçerlidir. Çünkü şu an “Müslümanım” diyen birine dokunan kimse yok… Fakat o zamanda Hz. Peygamber’e (ASM) tabi olmak demek kefenini boynuna takmak, sayısız işkenceyi göze almak, vatanını terk etmeyi peşinen kabullenmek, ailesince reddedilmek, toplumca ambargo ve baskılara maruz kalmak demekti.

Hem O (ASM) insanlara para, makam, kadın gibi dünyevi bir şey vaad etmedi ki, aldansınlar. Dinde hedef, ebedî hayatın saadetidir. İman-küfür savaşına katılıp servet, câriye, ırk üstünlüğü gibi dünyevi gayeler güdenlere İslam’da münâfık ve hâin gözüyle bakılır. Onlar din ve dindarlık için, ölçü ve ölçüt değildirler.

Bu noktalardan eğer O (ASM) en doğru sözlü, en güvenilir, en dürüst, en ciddi, en ihlaslı, bencillikten en uzak, en âdil, en hakperest, en imanlı, en düzgün yaşantılı, en dengeli, en mutlu, en huzurlu ve en sükûnetli olmasa; hem her sözü, her tavrı, her hareketi hakka ve hakikate uygun olmasa ve doğruluğu sergilemese insanlar ona güvenmezdi, güvenemezdi; hiç kimse ona inanmazdı, inanamazdı. O vakit insanların akıllarını ikna edemez, kalplerini tatmin edemezdi. Kısa zamanda yalancılığı açığa çıkar, rezil olurdu. Oysa insanlar, ışığa uçuşan pervaneler gibi ona doğru koştular. İşkence ve ölüm pahasına Onun arkadaşlığını tercih ettiler. Bin bir zorluğa rağmen Onu terk etmediler. Hatta anne-babalarını kaybetmelerine rağmen Ona tutundular.

Hem bu tercihlerini o zeki ve dâhi, dikkatli ve araştırmacı insanlar gönüllü olarak yaptılar. Bütün bunlar gösterir ki, Hz. Peygamber (ASM) davasında haklıdır. Onun davası hakka ve hakikate dayanır. Hem insanları da hakka ve hakikate eriştirir. Sahtekârlık, yalancılık, hilekârlık, düzenbazlık O yüce kutsallık dağının (ASM) eteklerine ulaşamaz ve bulaşamaz. Onun mukaddes ve nurlu hayatı, bütün iddiaları çürütecek kadar açıktır. Şeytanca düşüncelere aldanan kişiler, Onun hakkında bazı kof iddialarda bulunsalar da güzel ahlakını ve kusursuz aklını onlar da inkâr edemiyorlar, edemezler de… Bu ise, Onun peygamberliğini, yücelik ve kutsallığını ispata kâfi ve yeterlidir.

Eymen AKÇA

[1] Şu an kendilerini “Deist” olarak tanıtanların bütün fikir ve iddiaları, İslam öncesi dönemin Câhiliye  Arapları’nın iddialarıdır. Onlar da diyorlardı: “Siz de bizim gibi bir beşersiniz. Rahman, hiçbir şey indirmedi. O insanlarla konuşmaz. Siz yalan söylüyor gibisiniz.” (Yasin suresi, 15)

[2] Doğu Perinçek gibi bir İslamiyet, Kur’an ve kutsallık aleyhtarı dahi “Hz Muhammed’in bir çulu, bir de kırık

testisi vardı. Sofradan yarı aç kalkmayı öğütlüyordu. Altına, zenginliğe tamah etmedi; Mekke’nin  yoksullarını,zulme uğrayanları örgütledi” diye bir yazı kaleme aldı. Hz. Peygamber’in dünyaya değer vermeyen yaşantısı, onu da teslim aldı. Tıpkı eşsiz imanının ve cesaretinin Arthur Schopenhauer’i teslim aldığı gibi… Gerçek fazilet O’dur ki, düşmanın dahi tasdik etsin!

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: