Laiklik, İslam ve Bediüzzaman

2- DEMOKRASİ, HUKUK DEVLETİ VE LAİKLİK GİBİ KAVRAMLARIN MÜSLÜMAN BİR TOPLUMA İKNA YOLUYLA BENİMSETİLMESİ VE DAYATMACI YÖNTEMLERLE DİKTE EDİLEN FARKLI YORUMLARIN YOL AÇTIĞI GERİLİMLERİN AŞILMASI NOKTASINDA SAİD NURSÎ’NİN YAKLAŞIMLARI SİZCE NE ANLAM İFADE EDİYOR?

2.1 Laiklik, İslam ve Bediüzzaman

1) İslâm hukukunun menşei, laik hukuk sistemlerinden farklıdır. Zira İslâm hukukunun menşei, temelde Allah’ın iradesidir. Hukukun kaynakları Allah’ın sözü olan Kur’an, Peygam-ber’in sünneti ve bu ikisinin kabul ettiği içtihadî kaynaklardır. Neticede hepsi de Allah’ın iradesine dayanmaktadır. Beşerî hukuk sistemlerinin menşei ise, insan iradesidir. Menşei Allah’ın iradesi olan İslâm hukukunda eşitlik söz konusudur, bütün insanlara gönderilmiştir ve ayrıca ilâhî olduğu için meşrûiyetini dinden gelen manevî duygularla vicdanlarda pekiştirir. Bu durum 1917 tarihli Hukuk-ı Aile Kararnamesi’nde özellikle belirtilmiştir.

2) Eski hukukumuzun günümüz hukuk sistemlerinden farklı bir özelliği de, müeyyidelerinin ikili oluşudur. Yani ceza, butlan ve tek taraflı bağımsızlık gibi maddî müeyyidelerin yanında, bir de akıllarda, kalplerde ve gönüllerde etkisini gösteren manevî müeyyidesi vardır. Osmanlı fetva mecmualarında karşılaşılan şu ifadeler bunu ifade eder. Mesela cuma ezanı okunduktan sonra yapılan alım-satım akdi “kazâen” yani hukuken geçerlidir, ancak “diyâneten” yani manevî sorumluluk açısından caiz değildir. Aynı şekilde bir başkasının malını telef eden şahıs, maddî müeyyide olan tazminata mahkûm edildiği gibi, “başkalarının malına taarruz” haramını da işlemiş bulunmakta ve uhrevî sorumlulukla da karşı karşıya gelmektedir.

3) Günümüz hukuk sistemleri, insan fertleri ve cemiyetleri arasındaki hukukî münasebetleri tanzim ederken, İslâm hukuku ayrıca Allah ile insanlar arasındaki kulluk münasebetlerini de düzenler. Bu sebeple, bütün fıkıh kitapları, namaz, oruç ve hac gibi ibadetlere ait hükümlerle başlarlar. Daha sonra ibadet manasına yakınlığı ölçüsü ile diğer hukukî münasebetlere ait kaideleri incelerler.

Ancak şunu da belirtelim ki, bütün hukuk sistemleri, hükümler ve müesseseler itibariyle önemli ölçüde benzerlik arz edebilirler. Laik hukuk sistemlerinde bulunan ve İslâm hukukunun hükümlerine aykırı olmayan hükümler, şerî‘at açısından da geçerlidir. Fakat aynı hükme Allah’ın emri olduğu için riâyet etme ile beşerî hukuk kuralı olarak ri’âyet etme arasında elbetteki önemli manevî farklılıklar vardır. Bu noktayı unutmamak gereklidir.

Yukarıda belirttiğimiz gibi, tekrar edelim ki, monarşik devlet şekillerinde hâkimiyet tek şahısda, cumhuriyet idarelerinde (demokrasi ile de idare edilse bile) bir heyette kendini göstermektedir. İslâmda ise hâkimiyet sadece Allah’a aittir. Ancak, Halife veya Sultan, Allah’tan aldığı hâkimiyetin temsilcisi değildir; belki islâm milletinin vekili durumundadır.

Hâkimiyetin kaynağı ilahî irâde olduğundan, sultan şer’î hukuka aykırı hareket edemeyecektir. İslâmda halkın iradesinin üstünde ilahî irade bulunduğundan, halkın kendi irâdesi ile kendisini yönettiği cumhurî devlet şekli ve demokrasi de buna tam uymamaktadır. İslâm hukukunda meşrû’iyet önemlidir. Eğer halkın iradesi meşrû’ ise, o zaman İslâmî devlet söz konusudur. Yapılan izahlar karşısında, İslâm hukukunun belli bir devlet şeklini öngörmediğini, ancak koyduğu prensipler ve hâkimiyet anlayışının dindar bir cumhuriyet olduğunu söyleyebiliriz.

O zaman şöyle demek lazım. İslam aleminde bazı alimlerin yaptığı gibi laikliğin ve demokrasinin İslamiyeti esaslarıyla birebir uyuştuğunu söylemek mümkün değildir. Ancak yukarıda zikrettiğimiz kural gereği, fertlerin İslam hukukunu uygulama sorumluluğu bulunmadığından, böyle rejimlere İslamiyet maslahatı ve de Müslümanların fitneye alet olmaması açısından idare ve müdara ile bakmak mümkündür. Bediüzzaman bunu yapmıştır. Baz alimlerin iddia ettiği gibi laiklik karşısında asla taviz vermemiş ve belki fitneye sebep olmamıştır. Bakınız bu manayı Eskişehir Müdafaasında nasıl dile getirmektedir.

Eğer lâik cumhuriyet soruyorsanız, ben biliyorum ki; lâik manası, bîtaraf kalmak, yani hürriyet-i vicdan düsturuyla, dinsizlere ve sefahetçilere ilişmediği gibi dindarlara ve takvacılara da ilişmez bir hükûmet telakki ederim. Yirmibeş senedir hayat-ı siyasiye ve içtimaiyeden çekilmişim. Hükûmet-i cumhuriye ne hal kesbettiğini bilmiyorum. El’iyazü billah, eğer dinsizlik hesabına, imanına ve âhiretine çalışanları mes’ul edecek kanunları yapan ve kabul eden bir dehşetli şekle girmiş ise, bunu size bilâ-perva ilân ve ihtar ederim ki: Bin canım olsa, imana ve âhiretime feda etmeğe hazırım. Ne yaparsanız yapınız!

O halde lâikliğin manası nedir? Biz de soruyoruz. Lâiklik İslâmiyet düşmanlığı mıdır? Lâiklik, dinsizlik midir? Lâiklik, dinsizliği kendilerine bir din ittihaz edenlerin dine taarruz hürriyeti midir? Lâiklik, din hakikatlarını beyan edenlerin, imanî dersleri neşredenlerin ağızlarına kilit, ellerine kelepçe vuran bir istibdad-ı mutlak düsturu mudur?

Lâiklik, bir vicdan ve fikir hürriyeti olduğuna göre, dinsizler ve din düşmanları, İslâmiyet aleyhinde her çeşit hücumları, taarruzları yapar, anarşik fikirlerini o hürriyet-i vicdan ve fikir bahanesiyle neşreder de; fakat bir İslâm âlimi o hürriyet-i fikir düsturuna istinaden bin yıldan beri İslâmiyet’in serdarı olmuş bir millet içinde ve o milletin bin yıllık an’anesine, kanunlarına ittiba’ ederek ve yine o milletin saadeti uğrunda, ahlâk ve namusun muhafazası yolunda dinî bir ders beyan etmesi lâikliğe aykırıdır diye suçlu gösterilir, devletin nizamlarını dinî inançlara uydurmak istiyor diye mahkur gösterilir. Biz böyle bir gayr-ı mümkünün, mümkün olmasına ihtimal vermiyoruz. Adaletin buna müsaade etmiyeceğini şübhesiz biliyoruz.

Bu hakikatleri duyan arkadaşların Osmanlı Devletini laik diye nitelendirmenin ne kadar hatalı olduğunu anlamaları daha kolay olacaktır.

2.2 Demokrasi, Meşrutiyet ve Bediüzzaman

Maalesef bu konuda da çok ciddi kavram kargaşaları bulunmaktadır. Bediüzzaman Hazretleri ister hürriyet kelimesini ve istese parlamnter idarenin ilk basamağı olan meşrutiyeti müdafaa ederken, ısrarla hürriyet-i şer’iyye ve meşrutiyet-i meşru’a ifadelerini kullanmaktadır. Burada karıştırılmaması gerekenler şunlardır:

1. Demokrasi kökünü Batı medeniyetinde bulan beşeri bir sistem ve ideolojidir. Ancak İslamiyet bir dindir. Din ile beşeri ideolojiler kıyas edilemez. Ancak kurulu düzenler arasında despot rejimler ile mukayese edilince elbette Müslüman fertler olarak tercih edilmelidir. Nitekim Bediüzzaman da meşrutiyet kelimesini de böyle tarif etmektedir:

Meşrutiyet ve kanun-u esasî işittiğiniz mes’ele ise; hakikî adalet ve meşveret-i şer’iyeden ibarettir. Hüsn-ü telakki ediniz. Muhafazasına çalışınız. Zira, dünyevî saadetimiz meşrutiyettedir. Ve istibdaddan herkesten ziyade biz zarardîdeyiz.

Asıl şeriatın meslek-i hakikîsi, hakikat-ı meşrutiyet-i meşruadır.” Demek meşrutiyeti, delail-i şer’iye ile kabul ettim. Başka medeniyetçiler gibi, taklidî ve hilaf-ı şeriat telakki etmedim. Ve şeriatı rüşvet vermedim.

Meşrutiyeti, meşrûiyyet ünvanı ile telâkki ve telkin ediniz. Tâ, yeni ve gizli ve dinsiz bir istibdat, pis eliyle o mübareki, ağrazına siper etmekle lekedar etmesin. Hürriyeti, âdâb-ı şeriatle takyid ediniz; zira cahil efrat ve avam-ı nâs, kayıtsız hür olsa, şartsız tam serbest olsa, sefih ve itaatsiz olur. Adalet namazında kıbleniz dört mezhep olsun. Tâ ki, namaz sahih ola. Zira; hakaik-i meşrutiyetin sarahaten ve zımnen ve iznen dört mezhepten istihracı mümkün olduğunu dâva ettim.

2. Demokrasi ve hukuk devleti adına savunulan prensipler ile elbetteki İslamın düsturları arasında müşterek noktalar bulunmaktadır. Dolayısıyla meşru dairede hürriyeti ve temel hakları savunma noktasında birliktelik mevcuttur. Bunları reddeden de yoktur. Ancak unutulmamalıdır ki, evrensel insan hakları konusunda bile İslamiyet ile taban tabana zıt hak ve hürriyet anlayışları bulunmaktadır. Zira günümüz demokrasilerinin temelleri Batı’nın değerleri ve normalrı üzerine kurulmuştur. Mesela gay’lerin evlenme hakkını temel hak ve hürriyetlerden kabul eden Batı zihniyetinin ne İslam’ın prensipleri arasında ve ne de Müslümanların zihinlerinde yeri yoktur.

3. Bediüzzaman’ın eserlerinde övücü ve savunmacı bir şekilde demokrasi ile alakalı bir tesbit bulunmamaktadır. Tam tersine demokrasiyi bile suiistimal edenlere karşı haykırışı bulunmaktadır:

…… bizleri tevkif ve muhakemelere verip işimizi, gücümüzü ayaklar altında bırakmak ve bîçare evlâd ü iyalimizi perişan edip ağlatmak hangi demokrasi kanunlarıyla, hangi yeminli ve yümünlü âdil hâkimlerin vicdanî ve âdilane kararlarıyla kabil-i te’liftir? Mahkemenizden ve vicdanınızdan soruyorum.

Öteki taraftan demokratik bir idareye karşı olumlu muameleyi, Demokrat Parti Hükümetinin İslam alemi ile imzaladığı Bağdat Paktı sebebiyle takdir ediyor. Ancak bu takdirini görüp de Bediüzzaman demokrasiyi müdafaa ediyor denilemez. Karışmıyor ve İslamiyetle uyuşan noktalarını takdir ve tahsin ediyor denilir.

Demokrat Hükûmetinin bir büyük hasenesidir ki, mübarek âlem-i İslâm’daki hareket-i İslâmiye bu hükûmet-i demokrasiyi takdir ve tahsinle karşılıyor.

2.3 Hukuk Devleti, Anayasa (Kanun-ı Esâsi) ve Bediüzzaman

Tarihi mütalaa edenler bilirler ki, dışardan yapılan tazyikler ve içerdeki haklı – haksız muhalefetlerle otoritesi zayıflayan Sultan Abdülaziz , 30 Mayıs 1876’da tahttan indirilmiş, bunu takiben tahta oturan V. Murad da devleti idare edemeyince, meşrûti rejimi kabul ve Kanun-ı Esâsi’yi ilan etmek şartıyla II. Abdülhamit’e 19 Ağustos 1293/1878’da bî’at edilmiştir. Zamanın sadrazamı olan Ahmet Mithat Paşa’nın şiddetli arzularıylâ meşrûti rejim ve Kanun-ı Esâsî meselesini gündemine getiren II. Abdülhamit, önce böyle bir anayasa hazırlamanın ve belli konularda yasama yetkisine sahip bir meclis kurmanın, Osmanlı hukukunun temeli olan “Şer’-i Şerife” aykırı olup olmadığını öğrenmek için, yetkili İslâm hukukçularından konuyla ilgili lâyihalarını kendisine arzetmelerini istemiştir. Bu husustaki kanaatler iki noktada toplanabilir:

Birincisi: “Kavanin-i siyâset” veya “usul” denilen böyle bir anayasa hazırlamak ve bu anayasaya göre kurulan meclisin çıkardığı kanunlara uymak İslâm hukukuna aykırıdır. Bu görüş sahipleri, hazırlanacak anayasanın açıkça şer’î hükümlere aykırı kanunlar yapılmasına yol açacağını zannetmişlerdir ve çoğunluk tarafından tasvip görmemişlerdir. Bunların dayandığı en önemli nokta, şûrâ meclisinin gayr-i müslimlerden değil, sadece müslümanlardan teşekkül edeceği meselesidir. Fetvâ Emini Kara Halil Efendi bunların başında gelmektedir.

İkincisi: Daha önce sınırlarını tesbit ettiğimiz ülül-emre tanınan sınırlı yasama yetkisinin dairesinde kalmak ve mevcut şer’î hükümlere aykırı olmamak şartıyla “şûrâ meclisi” mahiyetinde bir yasama meclisi kurmak ve bunun esaslarını düzenleyen ve usul denilen bir kanun-ı esâsî hazırlamak caizdir. Hatta bir yerde zaruridir. Bu görüşü müdafaa edenlerin başında ise, devlet erkânını yaptığı konuşma ile ikna eden Şûrây-ı Devlet azasından Seyfeddin Efendi’dir .

İslâm hukukunda anayasa, düstur yahut usûl ta’bir edilen bir temel kanun hazırlamanın caiz olduğunu belirten büyük ilmi şahsiyetler bulunmaktadır. Bunlardan bazılarını, görüşlerini özetleyerek zikretmekte yarar vardır. Şöyle ki:

A) Meşrû’ dairede kalmak şartıyla İslâmî bir anayasa hazırlamanın ilk müdâfileri arasında büyük müfessir Alûsi bulunmaktadır. “Ruh’ul-Maâni” adlı tefsirinin 28. cildinde Mücadele süresinin tefsirini yaparken düştüğü “El-Kanun Ve’ş-Şer’'” adlı haşiyesinde aynen şöyle demektedir (özetle): Usûl adı altında, İslâm hukuku tarafından imama ve ülül-emre havale edilen askeri hukuk, ta’zir cezaları, miriye ait arazi nizamı, idarî teşkilât ve benzeri konularda kanun tanzim etmekte beis yoktur. Şer’î hükümlere aykırı olmayan usûl ile amel edenleri tekfir etmek ise büyük tehlikedir. 1270/1853 tarihinde vefat eden bu büyük allâmenin, sözkonusu risâleyi, Osmanlı Devletindeki yeni hukukî düzenlemeler ve anayasa tartışmaları üzerine kaleme aldığı tahmin edilmektedir.

B) Bu konuda ikinci meşrutiyet sıralarında görüş beyan eden büyük bir İslâm âlimi de Bediüzzaman lakabıyla anılan Said Nursi’dir. Çeşitli eserlerinde Kanun-i Esâsî, şûrâ meclisi ve meşrû meşrûtiyeti müdafaa eden bu dahinin bazı görüşleri şöyle özetlenebilir: Meşrûtiyet, meşveret, adâlet ve kuvvetin kanunda toplanması demektir. Meşrûtiyet ve Kanun-i esâsî, hakiki adalet ve şer’î meşveretten ibarettir. Dünyevi saâdetimiz meşrûtiyettedir. Meşrûtiyetin düşmanları, Meşrûtiyeti gaddar, çirkin ve İslâm hukukuna aykırı göstermekle meşveretin de düşmanını çoğaltmaktadırlar. İsimlerin değişmesiyle hakikatlar tebeddül etmez. Geçmiş zamanda sosyal bağlar, geçim vasıtaları ve medeniyetin nimetleri o kadar çok olmadığından, az adamların fikri devletin idaresi için yeterli idi. Ancak bu zamanda sosyal münasebetler o kadar çoğalmıştır, ihtiyaçlar o kadar çeşitlenmiştir ki, sadece milletin kalbi hükmünde olan bir meclis, İslâm milletinin fikri demek olan şer’î meşveret ve medenîyetin kılıcı demek olan fikir hürriyeti ile bir devleti idare edebilir., ” Bu açık görüşlerinin yanında, mecliste kanun çıkaran kanun adamlarını körü körüne tekfir edenleri de Kur’an’ı anlamamakla suçlamış ve şer’î hükümlere uygun olmak şartıyla şûrâ meclisini ve kanun-i esâsî’yi müdafaa etmiştir.

3- NETİCE: MÜSBET HAREKET

Bediüzzaman’ın bütün hayatı boyunca ve özellikle de Yeni Said diye ifade ettiği dönemdeki en önemli hayat düsturu, müsbet harekettir. Bunu vasiyet manasında kaleme aldığı son mektubunda da dile getirmiştir:

Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlahîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlahiyeye karışmamaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde herbir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.

Ancak bu demek değildir ki, Bediüzzaman her ulûl-emre yahut ulûl-emrin her emrine itaat edip boyun eğmeyi tercih etmiştir. Onun dilinden bunu da dinleyelim:

Siz “şeriat” dersiniz, hâlbuki şeriata muhalefet ediyorsunuz ve lekedar ediyorsunuz. Şeriatla, Kur’ân’la, hadîsle, hikmetle, tecrübeyle sâbittir ki: Sağlam, dindar, hakperest ulûl-emre itaat farzdır.

Bediüzzaman’ın ilk defa geniş anlamda kullandığı manevi ve maddi cihad kavramı da günümğzde nazara alınması gereken en önemli kavramlardandır. Müslüman fertlerin sorumluluğunun devlet tarafından harici düşmana karşı savaşa davet edilmediği sürece sadece ve sadece manvi cihad olduğunu açıklaması ve maddi cihadın yalnız harice karşı yapılabileceğini izah etmesi, hem Nur hareketinin en mühim özelliği ve imtiyazıdır ve hem Emeviler döneminde aynı yolu takip eden Abudllah ibn-i Ömer, Abdullah ibn-i Abbas ve benzer büyük sahabelerin takip ettikleri en emin yoldur.

Haricî tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünki düşmanın malı, çoluk-çocuğu ganîmet hükmüne geçer. Dâhilde ise öyle değildir. Dâhildeki hareket müsbet bir şekilde manevî tahribata karşı manevî, ihlas sırrı ile hareket etmektir. Hariçteki cihad başka, dâhildeki cihad başkadır. Şimdi milyonlar hakikî talebeleri Cenab-ı Hak bana vermiş. Biz bütün kuvvetimizle dâhilde ancak asayişi muhafaza için müsbet hareket edeceğiz. Bu zamanda dâhil ve hariçteki cihad-ı maneviyedeki fark, pek azîmdir.

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz