Mahrumiyetten Mahrum Çocuklarımız

Hani çook eskiden ailesinin durumu iyi olmayan çocukların gözlerinde bir “mazlumiyet” vardı.. Bu mazlumiyet onların kıyafetlerine, duruşlarına, bakışlarına, konuşmalarına ve dahi her şeylerine sinmişti..

Bu fakir ve fakat erdemli ailelerin çocukları, muhtemelen “özgüven” denilen o çok albenili şeyden mahrumdular.. Yani bencillikten, kendine her şeyden fazla değer atfetmekten, narsistlikten..

Bu çocuklar “yokluk” görmüş, başkalarının da “acılarının” olabileceğini yakinen öğrenmiş, mızmızlıktan ârî, kendilerini aşmış, fedakar çocuklardı..

“Yok” denildiğinde anlar, “Bitti” denildiğinde susar, “Sonra” denildiğinde sabreder, “Ama” denildiğinde hak verirlerdi..

Tarih boyunca nefsani düşünen insanların köşe bucak kendisinden kaçtığı “mahrumiyet”  “erdem” ile birleştiğinde tam bir rahmetti aslında..

Mahrumiyet, bugün bizim ve çocuklarımızın mahrum olduğu yegane şeydi..

“Benim çocuğum hiçbir şeyden mahrum olmamalıydı” elbette.. Çünkü bizler görmüştük, geçirmiştik, gün olmuş ezilmiş, gün olmuş yutkunmuş ve hayallerimize dokunamamıştık..

Onun için modern zamanlarda anne-babalık çok zordu.. Çünkü sürekli çalışmayı, çabalamayı ve vermeyi gerektiriyordu.. Anne-baba istekleri karşıladıkça, daha çok aldıkça, daha çok çırpındıkça “mutlu etmeyi” umuyor ve fakat tam tersine çabaları değersiz bulunan, gayreti takdir edilmeyen, bir parça hürmet görmeyen, yetmeyen, yetişemeyen yine kendisi oluyordu..

Borçlarımızın olduğu çocuklara söylenmemeliydi, bu ayı zor çıkaracak olmamız çocukların rutin eğlencelerini ve harcama alışkanlıklarını hiçbir şekilde etkilememeliydi, Allah korusun kazara evin çalışan bireylerinden biri işten çıkarılacak olsa, açık bir şekilde kapatılmalı ve çocuklara fark ettirilmemeliydi..

Yeter ki onlar mahrum olmasındı..

Yeter ki hayatlarında “yokluk, darlık, bitmek, beklemek, sabretmek, vazgeçmek, feragat etmek, destek olmak, fedakar olmak” gibi bir kavram ve eylem olmasındı..

Tamam, belki İslamî esaslar doğrultusunda hayatını inşa etmeyen modern insan için durum böyle olabilirdi..

Ama “Allah’ım beni miskin olarak yaşat, miskin olarak öldür, miskinlerle birlikte haşret” diye dua eden, dünya ayaklarının altına serilmesine rağmen “sade bir kul” olarak yaşamayı tercih eden Peygamberin (s) ümmeti nasıl böyle olabilirdi?

Önüne birkaç çeşit yemek konulduğunda, “Bu halimizle nasıl bizden önce gidenlere kavuşabiliriz?” diye gözyaşı döken, “Darlıkla denendik sabrettik, fakat bollukla denendik sabredemedik” diye eseflenen ashabın yolunun yolcusu müslümanlar nasıl böyle olabilirlerdi?

Oysa bizler Şehid Abdullah Azzam’ın şu çağrısına muhatap olmuştuk:

“Müslüman kadınlar! Sakın rahat ve lüks düşkünü olmayınız. Çünkü rahat ve lüks cihadın düşmanıdır. Çünkü rahat ve lüks beşerin ruhunu telef eder. Temel ihtiyaçlarınızdan fazla şeylerden uzak durunuz. Zaruri şeylerle yetininiz. Çocuklarınızı ağır şartlara, yiğitliğe, kahramanlığa ve cihada alıştırınız. Bu esaslar üzere eğitiniz. Evleriniz aslan inlerini andırsın. 

Tağutlar tarafından boğazlansın diye, yeyip semiren tavukların kümesi olmasın. Çocukların kalbine cihad sevgisini, cihad tohumlarını ekiniz. Yiğitlerin meydanlarında at koşturmak, savaş alanlarında at koşturmak arzularını, aşkını yerleştiriniz.

Müslümanların problemlerini yaşayınız. Haftada en az bir gün mücahidlerin, muhacirlerin hayatlarına benzeyen bir gününüz olsun. O gün kuru bir ekmek ve buna bir kaç damlayı geçmeyen azıcık çayı katık yapın.”

Bu çağrıya kulak veren gençler, umut neslinin ebeveynleri olacaktı..

O gençler ki, Zühd’ü baş tacı ettiler..

Ellerinden geldiğince dünyaya ve dünyalıklara sırt çevirdiler..

Nefislerine muhalefet etmeyi iyi bilirdi onlar, kendilerini mahrum etmeyi, mecbur etmeyi, zorluğa göğüs germeyi..

Fakat bazen kurban olarak “İsmail” istenirdi, “Yusuf” feda edilirdi..

Kendine sözü geçenlerden, bu defa kalplerine söz geçirmeleri beklenirdi..

İmtihanları sevdiklerinden yana gelirdi..

Bir yanda; elinde imkan olmasına rağmen daima sadeliği tercih eden ve lüksten kaçınan bir Peygamber (s), O’nu adım adım takip eden ashabı, gelmiş-geçmiş alimlerimiz, evliyalarımız, şehidlerimiz, mücahidlerimiz..

Diğer yanda ise çocuklarımız..

Mahrumiyetten mahrum ettiklerimiz..

Zühd’ü, kanaati, sabrı, ezayı, cefayı, kendileri için gereksiz gördüklerimiz..

Daha onlar istemeden, ihtiyaç hissetmeden dünyanın tüm nimetlerini ayaklarının altına serdiklerimiz..

Hesap ortada.. Bu böyle nasıl olacak hiç bilmiyorum..

Annelerimiz bize; “Siz bizden daha iyi olacaksınız. Çünkü bizler hidayetle şereflendiğimizde çocukluk devrimizi çoktan geçmiştik. Ama siz tertemiz bir sayfa olarak başladınız” derlerdi..

Peki, o temiz sayfaların bugünkü sahipleri olan biz anne-babalar, aynı cümleleri kurabilecek miyiz çocuklarımızın gözlerinin içine bakıp?..

Umutlanabilecek miyiz?..

Ummu Reyhane 

muslumananneler.net