Makam Sahibi Görünmek

«Kendimizi satmak ve beğendirmek ve temed­düh etmek, hodfuruşluk etmek ise, Risale-i Nur’un ehemmi­yetli bir esası olan ih­lâs sır­rını bozmaktır.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 52)

«Sırr‑ı ihlâsa ve hiçbir şeye âlet olmamaya bina edilen hizmet-i imaniye ile şahsî makam-ı mâ­neviyeyi aramamak iktiza ediyor. Harekâtında onları istememek ve düşünmemek lâ­zımdır ki, hakikî ihlâsın sırrı bozul­masın. » (Emirdağ Lâhikası-l sh: 244)

Bediüzzaman Hazretleri: «Tekellüfe ve kıymetten ziyade kendimi gös­termeye ve zi­yade hüsn-ü zan edenlere karşı hoş görün­mek için ken­dimi makam sahibi göster­mek ve sırr-ı ih­lâsa tam münâfi kendini büyük göstermek ve vakar per­desi altında benliğin zararlı ve fâni zevkini aramak haletleri ise… » (Emirdağ Lâhikası-l sh: 201) diyerek kendisinden dersler verir.

«Risale-i Nur dünya işlerine âlet olamaz, dünya işlerine siper edilmez. Çünkü, ehemmiyetli bir ibadet-i tefekküriye olduğu cihetle, dünyevî maksat­lar onunla kasten istenilmez. İstenilse, ihlâs kırı­lır…. Eğer istemekle olsa, illet olur, ihlâsı kırar, o ibadeti kısmen iptal eder. » (Kastamonu Lâhikası sh: 262)

«Ben, değil dünyevî makamatı ve şan ve şe­refi şahsıma kazandırmak, belki mânevî büyük ma­ka­mat fa­raza bana ve­rilse de, fakat hizmetteki ih­lâsıma nefsimin hissesi ka­rışmak ihtimaline binaen korkarak o makamatı da hizmetime feda et­meye karar verdiğim ve fiilen de öy­lece hareket… » (Şualar sh: 395) 

«İHLÂSI KIRAN İKİNCİ MÂNİ: Hubb-u cahtan gelen şöh­retpe­restlik saikasıyla ve şan ve şeref perdesi al­tında te­veccüh-ü âmmeyi kazanmak, nazar-ı dikkati kendine celb etmekle enâniyeti okşa­mak ve nefs-i emmâreye bir makam vermektir ki, en mühim bir ma­raz-ı ruhî olduğu gibi, “şirk-i hafî” tabir edilen ri­yâkâr­lığa, hodfuruşluğa kapı açar, ihlâsı ze­deler.» (Lem’alar sh: 165)

«Enâniyetten tecerrüd edemedikleri için, ifrat ve tefrit yüzünden, ulvî bir menba-ı kuvvet olan ittifakı kaybedip, ihlâs da kırılır. Ve vazife-i uh­reviye de zede­lenir. Kolayca rıza-yı İlâhî de elde edil­mez.» (Lem’alar sh: 153)

«Hırs, ihlâsı kırar, amel-i uhreviyeyi zedeler. Çünkü, bir ehl-i takvânın hırsı varsa, teveccüh-ü nâsı is­ter. Teveccüh-ü nâsı mürâât eden, ihlâs-ı tâmmı bulamaz. » (Lem’alar sh: 146)

«“Şakirdlerim ne için onun yanına gidiyorlar? Ne için onun kadar şakirdlerim bulunmuyor?” diye, enâniyeti oradan fır­sat bulup, mezmûm bir haslet olan hubb-u câha temayül etti­rir, ihlâsı kaçırır, riyâ kapısını açar.

İşte bu hatanın ve bu yaranın ve bu müthiş ma­raz-ı ru­hanînin ilâcı şudur ki: Cenâb-ı Hakkın rı­zası ihlâs ile kaza­nılır kesret-i etbâ’ ile ve fazla muvaffakiyetle değildir.» (Lem’alar sh: 152)

«Faraza hubb-u cahı kalbinden çıkarmazsa, fa­kat ihlâsı ve rıza-yı İlâhîyi esas tutmak ve hubb-u cahı hedef ittihaz et­memek şartıyla, bir nevi meşru makam-ı mâ­nevî, hem muhte­şem bir makam kazanır ki, o hubb-u cah damarını kemâliyle tat­min eder.» (Mektubat sh: 414)

«Acip bir riyakârlık olan şöhretperestlik ve câzi­bedar bir hodfuruşluk olan tarihlere şâşaalı geçmek ve insanlara iyi görünmek ise, Nurun bir esası ve mesleği olan ihlâsa zıttır ve münafidir.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 195) 

«Eğer asılsız ve riyaya sebep ve ihlâsı kıra­cak bir şöh­ret-i kâzibeyi kırmak için teveccüh-ü âmmeyi hakkımda boz­mak murad ise, onlara rahmet!» (Mektubat sh: 65)

«Teveccüh-ü nâs istenilmez, belki veri­lir. Verilse de onunla hoşlanılmaz. Hoşlansa ihlâsı kaybe­der, riyâya girer. Şan ve şeref arzusuyla teveccüh‑ü nâs ise, ücret ve mükâfat değil, belki ihlâs­sız­lık yüzünden ge­len bir itab ve bir mücazattır. » (Lem’alar sh: 149)

«Bazı hissiyat-ı süfliye ve menâfi-i cüz­’iyenin ha­tırı için ihlâsı kırmakla, hem bu hiz­metteki umum kardeşle­rimizin hukukuna tecavüz, hem hizmet-i Kur’âniyenin hürmetine taarruz, hem hakaik-i imaniyenin kudsiyetine hürmetsizlik etmiş oluruz.» (Lem’alar sh: 160)

«Haddinden fazla fevkalâde hüsn-ü zan ve müf­ritane âlî makam vermek yerine, fevkalâde sadakat ve se­bat ve müfritane ir­tibat ve ihlâs lâzımdır. Onda terakki etmeliyiz.» (Kastamonu Lâhikası sh: 89)

«Bu zamanın bir hastalığı daha var o da ben­lik, enani­yet, hodfuruşluk, hayatını güzelce me­deniyet fan­taziye­siyle geçirmek iştihası, tiryaki­lik gibi hastalıklardır. Risale-i Nur’un Kur’ân’dan al­dığı dersin en birinci esası benlik, enaniyet, hodfuruş­luğu terk etmek lüzumudur. Tâ ihlâs-ı hakikî ile ima­nın kurtarılmasına hizmet edilsin.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 245)

«Madem mesleğimiz âzamî ihlâstır değil benlik, enaniyet, dünya saltanatı da verilse, bâki bir mesele-i imaniyeyi o saltanata tercih etmek âzamî ihlâsın ikti­zasıdır.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 246)

«Risale-i Nur’un hakikî şakirdleri, hizmet-i imani­yeyi herşeyin fevkinde görür kutbiyet de ve­rilse ihlâs için hiz­metkârlığı tercih eder» (Kastamonu Lâhikası sh: 251)

Bediüzzaman Hazretleri diyor:

«Ben size nispeten kardeşim, mürşidlik haddim değil. Üstad da değilim, belki ders arkada­şıyım. Ben sizin, kusuratıma karşı şefkatkârâne dua ve himmetlerinize muhtacım. Benden himmet bekleme­niz değil, bana him­met etmenize istihkakım var. Cenab-ı Hakkın ihsan ve keremiyle sizlerle gayet kudsî ve gayet ehemmiyetli ve gayet kıymettar ve her ehl-i imana men­faatli bir hizmette taksimü’l-mesâi ka­idesiyle işti­rak etmişiz.» (Kastamonu Lâhikası sh: 89)

Bediüzzaman Hazretleri bir kısım Nur Talebeleri için diyor ki:

«İman-ı tahkikîyi taşıyan hâlis ve sâdık şakird­leri dahi, bulundukları kasaba, karye ve şehir­lerde, hizmet-i imaniye itibarıyla âdetâ birer gizli kutup gibi, mü’­minlerin mânevî birer nokta-i istinadı olarak, bi­linme­dikleri ve gö­rünmedikleri ve görüşülmedikleri halde, kuvve‑i mâneviye-i itikad­ları cesur birer zâbit gibi, kuvve-i mâneviyeyi ehl-i imanın kalble­rine verip mü’­min­lere mânen mukavemet ve cesaret veriyorlar.» (Mektubat sh: 466)

Elektriğin harika istifadesi gibi, Risale-i Nur’dan dahi harika istifade edilir. Şöyle ki:

«Mânevî bir elektrik olan Resâili’n-Nur dahi ga­yet yüksek ve derin bir ilim olduğu halde, külfet‑i tah­sile ve derse çalışmaya ve başka üstadlardan ta­al­lüm edil­meye ve müderrisînin ağ­zından ikti­bas olmaya muhtaç olmadan, herkes derece­sine göre o ulûm‑u âliyeyi, me­şakkat ateşine lüzum kal­madan anlayabilir, kendi ken­dine istifade eder, muhak­kik bir âlim olabilir.» (Şualar sh: 690)

Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin bazı şahıslar hakkında bir ikazı:

«Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima su­ret-i hak­tan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan al­mayınız. Zira çok si­lik söz ticarette ge­ziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söyledi­ğim için hüsn-ü zan edip tama­mını kabul etmeyi­niz. Belki ben de müfsidim. Veya bil­mediğim halde if­sad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sö­zün kalbe gir­mesine yol vermeyiniz. İşte, size söyle­diğim sözler ha­yalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalbde saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üs­tüne ve bed­duayı arkasına takınız, bana reddediniz, gön­deri­niz.» (Mün. sh: 14) 

NUR HİZMETİNDE ŞAHS-I MANEVÎ MERKEZİYETİ  (ÖNDERLİĞİ) VARDIR

Risale-i Nur mesleğinde, cadde-i kübra olan Sahabe mesleğinin in’ikası olması cihetiyle şahs-ı maneviye tabi olunur. Başvuru ve merkeziyet mânâsıyla şahıs nazara verilmez.

Bediüzzaman Hazretleri ihtar edilen bir hakikati şöyle ifade eder:

«Hem onun mesleğinde şahsa ehemmiyet verilmiyor. Şirket-i maneviye ve kardeşler birbirinde tefani noktasında Risale-i Nur’un mazhar olduğu binler keramet-i ilmiye ve intişar-ı hizmetteki teshilât ve çalışanların maişetindeki bereket gibi ikramat-ı İlahiye umuma kâfi gelir; daha başka şahsî kemalât ve kerameti aramıyorlar.» (E.-l sh: 87)

«Risale-i Nur’un samimî, hâlis şakirdlerinin heyet-i mecmuasının kuvvet-i ihlasından ve tesanüdünden süzülen ve tezahür eden bir şahs-ı manevî, size bâki ve muktedir bir kuvvet-i zahrdır, bir rehberdir.» (K: 56)

«Risale-i Nur’un tezahürü, yalnız tercümanının fikriyle veyahut onun ihtiyac-ı manevî lisanıyla Kur’andan gelmiş, yalnız o tercümanın istidadına bakan feyizler değil; belki o tercümanın muhatabları ve ders-i Kur’anda arkadaşları olan hâlis ve metin ve sadık zâtların o feyizleri ruhen istemeleri ve kabul ve tasdik ve tatbik etmeleri gibi çok cihetlerle o tercümanın istidadından çok ziyade o Nurların zuhuruna medar oldukları gibi, Risale-i Nur’un ve şakirdlerinin şahs-ı manevîsinin hakikatını onlar teşkil ediyorlar. Tercümanının da içinde bir hissesi var. Eğer ihlassızlıkla bozmazsa, bir tekaddüm şerefi bulunabilir.

Sâlisen: Bu zaman, cemaat zamanıdır. Ferdî şahısların dehası, ne kadar hârika da olsalar, cemaatın şahs-ı manevîsinden gelen dehasına karşı mağlub düşebilir. Onun için, o mübarek kardeşimin yazdığı gibi, âlem-i İslâmı bir cihette tenvir edecek ve kudsî bir dehanın nurları olan bir vazife-i imaniye; bîçare, zaîf, mağlub, hadsiz düşmanları ve onu ihanetle, hakaretle çürütmeye çalışan muannid hasımları bulunan bir şahsa yüklenmez. Yüklense, o kusurlu şahıs ihanet darbeleriyle düşmanları tarafından sarsılsa; o yük düşer, dağılır.» (E:71)

«Bu zaman ehl-i hakikat için, şahsiyet ve enaniyet zamanı değil. Zaman, cemaat zamanıdır. Cemaatten çıkan bir şahs-ı manevî hükmeder ve dayanabilir. Büyük bir havuza sahib olmak için bir buz parçası hükmündeki enaniyet ve şahsiyetini, o havuza atmaktır ve eritmek gerektir. Yoksa o buz parçası erir, zayi’ olur; o havuzdan da istifade edilmez.

Hem mûcib-i taaccüb, hem medar-ı teessüftür ki; ehl-i hak ve hakikat, ittifaktaki fevkalâde kuvveti ihtilaf ile zayi’ ettikleri halde; ehl-i nifak ve ehl-i dalalet, meşreblerine zıd olduğu halde, ittifaktaki ehemmiyetli kuvveti elde etmek için ittifak ediyorlar. Yüzde on iken, doksan ehl-i hakikatı mağlub ediyorlar.» (K: 143)

Daha bunun gibi tesbiti mümkün beyanlardan a­çıkça görü­lür ki: Risale-i Nur mesleğinde şahıslar değil tahkik esastır ve akıl­ları ta’lim, kalbleri irşad ve ten­vir eden hakaik-i Kur’aniye asıl mürşid ve mercidir.

Paylaşan: Abdülkadir Haktanır

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: