Milleti Hazmedemeyenler Var

Türkiye’de kimsenin adını doğru koyamadığı örtülü ve kansız bir iktidar mücadelesimillî  irade   temsilcileri ile  devletin  kurumlarının içinde yuvalanıp paravan yaparak arkasına saklanan ve kendini çok iyi kamufle eden darbeci, komplocu, baskıcı, tepeden inmeci, dayatmacı zihniyet arasında devam etmektedir. Bu zihniyet zaman zaman değişik enstrümanları  kullanarak hedefine varmak ister. Bu bazen askeri vesayeti, bazen de sivil vesayeti kullanarak olur. Bazen de kardeşler arasına fitne sokarak milli irade temsilcilerini yok ederek hedeflerine varmak isterler.

Darbeci, komplocu, baskıcı, tepeden inmeci, dayatmacı zihniyetin ülkemizde yaptıklarını ve yapmaya çalıştıklarını gözden geçirerek bugün yaşananlara bakacak olursak…

Dayatmacı zihniyete göre köylünün, milletin, okuma, isteme, yapma, seçme, belli makamlara gelme,  imkanlardan faydalanma hakkı yoktur. Tek Parti rejiminde bu uygulamaları açıkça görmekteyiz.

“Köylü efendimizdir” denmiştir ama “Köylü efendidir” denilerek de köylülerin efendi olmadığı tecrübe edilmişti. Bilhassa  Türkiye’de 1950’ye kadar yaşananlar ve yapılanlar bu gerçeği  doğruluyor. İşte  bu dönemde yaşanan ve siyasi tarih açısından da üzerinde tezlerin yazılması gereken ibretlik bir olay. Bu olayda milli iradenin karşısındaki zihniyetin, Anadolu insanına, köylüye biçtiği rolü görüyoruz..Milleti hazmedemeyenlerin tavrını görüyoruz.

Türk siyasi tarihinin ve düşünce dünyasının önemli isimlerinden Osman Yüksel Serdengeçti,  Fakülte öğrenciliği sırasında 1944 mayısında meydana gelen olaylara karıştığı için bir süre hapis yatmış, hapisten çıktıktan sonra öğrenim için aynı fakülteye başvurmuşsa da bu isteği reddedilince dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’e hitaben yazdığı ve “Yüksek makamın alçak vekiline”diye başlayan yazı yüzünden yeniden hapsedilmiştir.

İşte o yıllarda Ankara Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesinin 3. sınıfında öğrenciyken 3 Mayıs 1944 yılında tutuklanıp huzura çıkarılan  Osman Yüksel Serdengeçti ye şöyle der; Ankara’nın Kudretli! valilerinden Nevzat Tandoğan, “Ulan öküz Anadolulu! Sizin milliyetçilikle, komünizm ile ne işiniz var? Milliyetçilik lâzımsa bunu biz yaparız. Komünizm gerekirse onu da biz getiririz. Sizin iki vazifeniz var: Birincisi, çiftçilik yapıp mahsul yetiştirmek. İkincisi, askere çağırdığımızda askere gelmek.” der (Doç. Dr. Özcan Yeniçeri, Yönetim ve Bürokrasinin Yozlaşmadaki Rolü-II)

İşte Nevzat Tandoğan’da şekillenen bu zihniyet; kurulan yeni Cumhuriyet’te kendisini ayrıcalıklı sayan, Cumhuriyet’in anlamının toplumu meydana getiren tüm bireylerin vatandaş olarak eşit statüde olduğunu anlamayan bir avuç elit zümreyi ifade ediyor.

14 Mayıs 1950 ‘de ‘Yeter söz milletindir’ diyerek, milleti ile  bütünleşen, demokrat parti iktidarıyla birlikte, köylüler, çiftçiler kentlere gelmeye başladılar. Onların çocukları da okumaya, meslek sahibi olmaya ve siyasete girmeye başladılar.”Öküz Anadolulular” çiftçilik ve askerlik dışında da iş yapmaya başladılar. Milleti sürü sayan zihniyet bundan rahatsız olmaya başladı. Demokrat Parti iktidarı, ayrıcalıklı zümreye ve çocuklarına rezerve edilmiş mevki ve makamları `Hasolar`, `Memolar` veya `ağzı çorba kokanlar`la paylaştırmaya başladı. 1950’lerde Halkın; CHP’lilerin DP’lileri kast ederek;” Ne yani ülkeyi Hasolar, Memolar mı yönetecek” sözünü affetmeyip DP yi büyük bir güçle iktidara getirmeleri buna bir misaldir. Halk kendine değer verenlere her zaman destek olmuş onları baş tacı yapmıştır.

”Öküz Anadolulular”ın çiftçilik ve askerlik dışında da iş yapmaya başlamaları, milleti sürü sayan zihniyeti rahatsız etmeye  başladı. Bu durumu hazmedemediler. Bu zihniyetin temsilcileri, 27 mayıs 1960’da askeri darbe ile iktidarı ele geçirdiler. Darbenin nedeni, demokrasi yoluyla iktidara gelinemeyeceği düşüncesinin pekişmesinde yatıyor: 1950-60 arasındaki seçimler tek parti zihniyeti ile yetişmiş ve tek partinin hasretini duyan kesimlere, siyaset alanındaki temsilcisi CHP ile iktidara gelmesinin çok zor, hatta neredeyse imkansız olduğunu gösterdi. Sebep, siz halka yabancısınız. Bu yüzden demokratik iktidarların kendi alanlarını daraltmasını önlemek ve iktidarı da ellerinde tutmak için sistemi yeniden dizayn etmeye karar verdiler. 27 Mayıs, demokrasiye ve millî iradenin üstünlüğüne karşı bir bürokratik tepki eylemiydi.

Cumhuriyet geçmişimize baktığımızda elit zümre, vesayetçi yapı her zaman kendini hissettirmiş, halkına hep tepeden bakan bu zümrenin, kendi dünya görüşü ve yaşam biçimine uymayan toplumun geniş kesimini kamu haklarından mahrum bırakmak için askeri ve sivil vesayet darbe planları yapmakla zaman geçirmişler.

Devletin önemli mevkilerinde aile hiyerarşisinin devam edilmek istenmesi, Anadolu’dan yetişen yeni nesillerin devlet yönetiminde etkin olmaya başlaması, siyasete girmesi ve sermayeye ortak olması bu elit kesimi oldukça hırçınlaştırmış ve hazımsızlığa yol açmıştır.

Daha  düne kadar,  genelde  yoksul halk çocuklarının bir an önce bir meslek öğrenip hayata atılmak için tercih ettiği Meslek Liseleri’nin yine dinini yaşamak isteyen ve çocuklarına en azından ibadetlerini yapabilecek  kadar dini eğitim aldırmak için gönderdikleri İmam Hatip okullarının önünü her türlü bilimsel yaklaşımdan uzak katsayı ucubesiyle, yine inanç özgürlüğü bağlamında değerlendirilmesi gereken ve dünya da örneği olmayan başörtülü öğrencilerin üniversite eğitimi almalarının önünü kesmenin anlamı nedir?

Anlamı şudur, yoksul Anadolu çocuklarının ve dini eğitim almış bu çocukların önünü kesmezsek yarın bunlar Cumhurbaşkanı olur, Başbakan olur, Profesör olur,  Vali olur, Kaymakam olur, Büyükelçi olur, Hakim, Savcı olur, büyük büyük holding sahipleri olur…  Öyleyse ne yapıp edip önlerini keselim. Ne oldu bütün engellemelere rağmen köylü, çiftçi Anadolu gençleri Başbakan oldu, Cumhurbaşkanı oldu, Profesör oldu,  Vali oldu, Kaymakam oldu, Büyükelçi oldu, Hakim, Savcı oldu, büyük büyük holding sahipleri oldular.

Milleti küçük görme, onun önüne engeller koyma, onun tercihlerini hazmedememe vesayetçi, hastalıklı zihniyettir. Bu hastalıklı zihniyete göre, halk cahildir, iyiyi kötüden ayırt edemez, seçeceği kişiyi bilemez, kendi hayatı ve geleceği hakkında karar veremez. Bunlar “öküz Anadoluludur” Yapacakları iş bellidir, çiftçilik yapmak ve askere gitmektir. Halk kendi kendini yönetemez. Ülkenin yönetimi ‘Hasolara, Memolara’ emanet edilemez. ‘Göbeğini kaşıyan adamların’, ‘kendini arayan köylülerin’ oy verdiği bir parti isterse yüzde 80-90 oranında oy alsın iktidar olamaz. Seçkin vasilerin uygun görmediği onaylamadığı hiçbir adımı atamaz. Yine bu hastalıklı zihniyete göre siyasi partilere de güvenilemez…

Bugünde milleti anlamayan  onun değerlerinden uzak vesayetçi düşünce içinde olanlar, 1 Kasım 2015 de milletin verdiği kararı hazmedemiyor. Gazetelerinde milletin kararını, zaferini, bayramını ‘Korkunun zaferi, ‘Kanlı zafer’ olarak  nitelendiriyorlardı. Gazeteci Hüsnü Mahalli, ‘AK Parti’ye oy verenlerin beyni incelenmeli’ diyordu.. Artist oyuncu Müjde Ar, 1 Kasım seçim sonuçlarını beğenmeyerek seçmene hakaretler yağdırıyordu. Twitter hesabı üzerinden seçmene hakaretler ederek, ‘Ucuz olsun diye pazara akşam gidip çürük sebzeleri alanlar, saltanat hayatı yaşayanlara oy vermiş…’ mesajını yayınlıyordu. Şarkıcı Atilla Taş ise,’Birileri şunu kuş beyinlerine soksun! %99 la gelip diktatörlük kursanız bile, ülkeyi terk etmeyiz, ahanda burdayız! Mücadele bitmez!’diyordu. Cumhuriyet gazetesi yazarı Mine Kırıkkanat, yıllardır yaptığı gibi yine halkı aşağılayıp “100 kelimeyle düşünen insanlar, 1000 kelimeyle düşünenleri yendi. Aptallığa hizmet eden TV’leri kutlarım. Cehaletin öldürdüğünü göreceğiz” şeklinde tweet atıyordu. Bu ve buna benzer, milleti küçümseyen, milletin kararını hazmedemeyen mesajlar ve yazılar basına yansıyordu. Milleti hazmedemeyenler lütfen demokrasiyi tanımlasınlar. Nedir demokrasi? Milletin seçtiklerinin ülkeyi yönetmesi değil mi?

Yargıtay’da bir hakimin başörtülü olarak görev yapmasını hazmedemeyen YARSAV, “Kadın yargıçların başları kapalı görev yapabileceklerini kabule imkan yoktur” şeklinde açıklama yapıyordu.

Devletin hakimini hazmedemeyenlere cevabı, Adalet Bakanı Kenan İpek veriyordu “Bir hakimimizin kürsüde gizli çekildiği anlaşılan başörtülü resmi sosyal medya üzerinden yayınlanmaktadır. Mevzuatımızda hakimlerimizin görevleri esnasında başörtüsü takmalarına mani bir hüküm bulunmamaktadır. Hakimimizin suç işlemiş gibi bu fotoğrafının 1 Kasım seçim sonucuyla da irtibatlandırılarak yayınlanmasını doğru bulmuyoruz” ifadelerini kullanmıştı.

Cumhuriyet’in ilk yıllarından beri, kendilerini elit, ülkenin ve sistemin asıl sahibi gören otoriter azınlığın, bu milleti anlamaya çalışmaması… Milleti kaba, cahil bir halk yığını  kabul etmeleri…”öküz Anadolulu”  görmeleri… Milleti tanımıyorsun, değerlerini benimsemiyor ve küçümsüyorsun, Türkiye’nin nereye gittiğini ve dünyayı okuyamıyorsun, ama her şeyin en doğrusunu da yine sen biliyorsun… Bu zihniyetin değişmesi gerekiyor. Bu ülkede yaşayan herkes sıradanlaşmalı. Kendine uygulanmasını istemediği politikayı başkasına müstahak görmek demokrasi ile bağdaşmaz. Demokrasinin düşüncemize sevimsiz gelen sonuçlarıyla beraber bir bütün halinde güzel ve gerekli olduğunu anladığımız ve onun da ötesinde bu düşünceyi içselleştirdiğimiz zaman Türk demokrasisinin ayakları yere sağlam basacaktır. Demokrasi milli iradeyi kabul etmektir, hazmetmektir, saygı göstermektir.

Demokrasi, milletin tercihine ve halkın rızasına bağlı olduğuna göre, Türk demokrasisinin ayaklarının sağlam basması için, dışarıdan ve içeriden bir müdahaleyi Bediüzzaman şiddetle ret eder. “Biz ferec (sıkıntıdan kurtuluş) ve ferah ve sürur ve fütuhat isteriz-fakat kâfirlerin kılıcıyla değil!.”( Lem’alar, 16. Lem’a, 3. Meraklı Suâl) diyerek, meşru çözümlerin toplumun kendi içinde,  milli iradenin tecellisi ile olmasını doğru bulur.

Bediüzzaman, hürriyetlerin korunması ve demokratik zeminin sağlamlaşması için önemli bir uyarıda da bulunur:.“Hürriyeti su-i tefsir etmeyiniz; tâ elimizden kaçmasın ve müteaffin (kokmuş) olan eski esareti başka kapta bize içirmekle bizi boğmasın. Zira hürriyet, mürâât-ı ahkâm ve âdâb-ı şeriat ve ahlâk-ı hasene ile tahakkuk ve neşvünemâ bulur.” (Divan-ı Harb-i Örfî)

“Belki hürriyet budur ki: Kanun u adalet ve tedipten başka, hiç kimse kimseye tahakküm etmesin. Herkesin hukuku mahfuz kalsın, herkes harekât-ı meşruasında şahane serbest olsun.” (Münazarat)

Bediüzzaman milli iradenin tecellisi sonucu kurulan hükümetlere bakışını da şöyle dile getirmektedir.

“Muhali taleb etmek, (olmayacak bir şeyi istemek) kendine fenalık (kötülük)etmektir. Zerratı günahkarlardan mürekkeb bir hükümet, (her bir ferdi günahlarla karışık bir hükümet,) tamamıyla masum olamaz. Demek, nokta-i nazar, (bakış açımız) hükümetin hasenatı seyyiatına tereccuhudur. (yani hükümetin iyi işlerinin, kötü işlerinden fazla olmasıdır.) Yoksa seyyiesiz (günahsız-kusursuz) hükümet, muhal-i adidir. (Az düşünenlerin de bile bileceği, asla mümkün olmayan bir hükümettir.) Ben öyle (düşünen) adamlara, anarşist nazarıyla bakıyorum. Zira onlardan birisi -Allah etmesin- bin sene yaşayacak olsa, adeta mümkün hükümetin hangi suretini görse, (her türlü hükümeti denese) hülya (tatlı düş, hayal, kuruntu) ile yine razı olmayacak. Şu hülyanın neticesi olan meyl-üt tahrib(kırıp, döküp, tahrip etmek eğilimi) ile o sureti (mevcut gidişatı) bozmağa çalışacaktır. Şu halde böylelerin fena zannettikleri Jön Türkler nazarlarında dahi, mel’un, (lanetlenmiş) anarşist ve iğtişaşcı (kargaşa çıkarıcı) fırkasından(gurubundan-partisinden) addolunurlar. (kabul edilirler-sayılırlar.) Meslekleri ihtilal(Kargaşalık, düzensizlik, karışıklık, köklü değişiklik) ve fesaddır. (hile ve bozgunculuktur.) (Münazarat)

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: