Mühim bir sual: “Allah’ı bilmek varlığını bilmenin gayrıdır.” sözü ne anlama gelmektedir? (1)

Bu ifade Muhyiddin-i Arabi’nin Fahreddin-i Razi’ye yazmış olduğu mektubunda geçmektedir. Onun için bu sualin cevabına geçmeden evvel Şeyhul Ekber Muhyiddin-i Arabi’nin (K.S) Tefsir-i Kebir sahibi olan büyük alim Fahreddin-i Razi Hazretlerine yazmış olduğu mektubun bir kısmını dikkatinize sunmak istiyorum.

Bu mektup da Hz. Şeyhin diğer mektupları gibi okuyan insana zevk veren, hüsn-ü beyanın en latif bir numunesidir. Bu mektupta feyizli ve hikmetli nüktelerin ve zarifane tarizlerin mevcut olduğu görülmektedir.

Akli delillerle çok meşgul olan Fahreddin-i Razi Hazretleri, mesleği ve meşrebi farklı olan Hazret-i Şeyhin böyle nazikane nasihatine cidden muhtaçtı.

“Bir gün yanıma muhiplerinizden ve dostlarınızdan bir zat gelerek şöyle dedi. “Fahreddin-i Razi’yi ziyarete gitmiştim. İmamı ağlar bir vaziyette gördüm. Yanında birkaç kişi daha vardı. Niçin ağladığını sordum.” Cevaben dedi ki, “Ağlamayayım da ne yapayım. Otuz yıldır bir meselenin hak olduğuna itikat ederdim. Şimdi ise o meselenin hakka muhalif olduğuna başka bir delil buldum. Bundan sonra da bu delilin hakka muhalif bir durumu ortaya çıkarsa ne yaparım.” dedi. Ben de bu mektubu yazmaya mecbur kaldım.”

“Veliyyi Fillahım! Mevlâ himmetinizi ali etsin. Cenab-ı Hak Kitab-ı Keriminde hak ile vasiyeti emir ve tavsiye buyurmuş olduğundan, ben de şu mektubumla o vazifeyi size karşı ifa ediyorum. Teyid-i İlahiyyeye mazhar bir kuvve-i muhayyereye, vasi ve münevver bir fikr-i ceyyide malik olduğunuza delalet eden telifatınızdan bazılarını okudum.”

İmam bu girişten sonra mektubunun bir yerinde şöyle bir ifadede bulunur:

“Bir de Allah’ı bilmek, O’nun varlığını bilmenin gayrısıdır. Müşahade cilvegahından Allah’ı bilmeyi murad eden kalbini fikrinden boşaltmalıdır. Ali himmet olana lazımdır ki, makamı müşahadede olacak telakisi alem-i hayalden olmasın. Zira müşahade denilen tecelliyi Rabbanî hayalin ötesinde zevki manalara delalet eden bir hal-i nuranidir. Hayal orada bimecal olur.”

Muhyiddin-i Arabî Hazretleri bu cümlede ilm-i kelam ve akaidle meşgul olan alimlerin, hususan Fahreddin-i Razi’in Allah’ın varlığına ve birliğine ait tevhid delillerini kafi ve yeterli görmediğini, bu sahada kazanılan marifetlerin kamil manada insana huzur vermediğini ve kalbi tatmin etmediğini vurgulamaktadır. Bu marifeti noksan gören Muhyiddin-i Arabî, bunun kemalinin tasavvuf yolu ile elde edileceğini ifade ediyor. İlim ile kazanılan marifetin ruh, kalb, sırr ve nefis gibi latifeleri ve duyguları tatmin etmediğini veya bunların hissesinin noksan olacağını Fahreddin-i Râzî’ye ihtar ediyor.

Bediüzzaman Hazretleri ise bu iki yolunda noksan olduğunu şöyle ifade etmektedir:

“İlm-i Kelâm vasıtasıyla kazanılan marifet-i İlahiye, marifet-i kâmile ve huzur-u tam vermiyor. Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın tarzında olduğu vakit, hem marifet-i tâmmeyi verir, hem huzur-u etemmi kazandırır ki; inşâallah Risale-i Nur’un bütün eczaları, o Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın cadde-i nuranîsinde birer elektrik lâmbası hizmetini görüyorlar.”

“Hem Muhyiddin-i Arabî’nin nazarına, Fahreddin-i Râzî’nin İlm-i Kelâm vasıtasıyla aldığı marifetullah ne kadar noksan görülüyor; öyle de; tasavvuf mesleğiyle alınan marifet dahi, Kur’an-ı Hakîm’den doğrudan doğruya veraset-i nübüvvet sırrıyla alınan marifete nisbeten o kadar noksandır.”

Daha sonra kelam ilmi ve tasavvuf yolu ile elde edilecek marifetle, doğrudan Kur’an’dan alınacak marifetin arasındaki farkları şu harika misal ile ifade eder:

“Bir su getirmek için, bazıları küngân (su borusu) ile uzak yerden, dağlar altında kazar, su getirir. Bir kısım da, her yerde kuyu kazar, su çıkarır. Birinci kısım çok zahmetlidir; tıkanır, kesilir. Fakat her yerde kuyuları kazıp su çıkarmağa ehil olanlar, zahmetsiz herbir yerde suyu buldukları gibi, aynen öyle de: Ülema-i İlm-i Kelâm, esbabı nihayet-i âlemde teselsül ve devrin muhaliyeti ile kesip, sonra Vâcib-ül Vücud’un vücudunu onunla isbat ediyorlar. Uzun bir yolda gidiliyor. Amma Kur’an-ı Hakîm’in minhac-ı hakikîsi ise her yerde suyu buluyor, çıkarıyor. Herbir âyeti, birer asâ-yı Musa gibi, nereye vursa âb-ı hayat fışkırtıyor. düsturunu, her şey’e okutturuyor.”

“İnanma ihtiyacı, insanın fıtratında ve vicdanında dercedilmiştir. Bu bakımdan hiçbir insanın vicdanı bundan müstağni kalamaz. “Evet fıtrat ve vicdan akla bir penceredir. Tevhidin şuaını neşrederler.”1

“Akıl ta’til-i eşgal etse de nazarını ihmal etse, vicdan Sânii unutamaz. Kendi nefsini inkâr etse de; onu görür, onu düşünür, ona müteveccihtir.”2

“Vicdan, cezbesi ile Allah’ı tanır.”3

Evet, vicdanın en önemli özelliği, insana sonsuz aciz ve fakir olarak yaratıldığını hatırlatarak, onu Halık’ını aramaya sevk etmesidir. İnsan, bu kainat kitabına iman nazariyle bakarsa Allah’ı bilmemesi mümkün değildir. Çünkü Allah’ı inkâr muhaldir.

“Kâinatta hiçbir zîşuur, kâinatın bütün eczası kadar şahidleri bulunan Hâlık-ı Zülcelal’i inkâr edemez. Etse, bütün kâinat onu tekzib edeceği için susar, lâkayd kalır.” 4

Her vicdan sahibi bütün bu kainatı ve içindeki eşyayı ona hizmet ettiren bir zatın varlığını kabul eder.

Bundan dolayıdır ki, bu fıtri hissi tatmin için, kimi insanlar kendileri gibi bir mahluk olan güneşe, ateşe, nehire, yıldızlara ve sığıra taparak dalalete sapmışlardır. Bazı kimseler de teslis inancı gibi batıl inanışlara saparak insana uluhiyet isnat etmişlerdir. Evet, Hıristiyanlar Allah’ın varlığına inanmakla beraber, sıfatlarında hataya düşerler. Papazı Allah’ın yeryüzündeki vekili olarak görür ve onun günahları bağışlayacağına inanırlar. Böyle bir iman nasıl makbul olabilir? Bu nasıl Allah inancı olabilir? Yine onlardan bazıları Hz. İsa’yı hâşâ, Allah’ın oğlu olarak görmekle ya da O’na uluhiyet sıfatı vererek dalalete düştüler ve Allah’ı bilemediler. Aynı şekilde Yahudiler de Hz. Üzeyir’e Allah’ın oğludur diyerek sapıklığa düştüler, Allah’ı bilemediler ve tanıyamadılar. Demek ki, “İnkâr etmemek başkadır, iman etmek bütün bütün başkadır.” Allah’a Kur’anı Kerim’in bildirdiği ve Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) ders verdiği gibi inanmak ve öyle itikat etmek lazımdır ki, makbul ve kamil iman olsun. Hazret-i Şeyh de “Allah’ı bilmek, O’nun varlığını bilmenin gayrısıdır.” ifadesiyle bu hakikati vurgulamaktadır.

Bediüzzaman Hazretleri bu konuyu veciz ifadeleriyle şöyle ifade etmektedir:

Halbuki Allah’ı bilmek, bütün kâinata ihata eden rububiyetine ve zerrelerden yıldızlara kadar cüz’î ve küllî her şey onun kabza-i tasarrufunda ve kudret ve iradesiyle olduğuna kat’î iman etmek ve mülkünde hiçbir şeriki olmadığına ve ‘Lâ ilahe illallah’ kelime-i kudsiyesine, hakikatlarına iman etmek, kalben tasdik etmekle olur. Yoksa ‘Bir Allah var’ deyip, bütün mülkünü esbaba ve tabiata taksim etmek ve onlara isnad etmek, hâşâ hadsiz şerikleri hükmünde esbabı merci’ tanımak ve herşeyin yanında hazır irade ve ilmini bilmemek ve şiddetli emirlerini tanımamak ve sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini, peygamberlerini bilmemek, elbette hiçbir cihette Allah’a iman hakikatı onda yoktur. Belki küfr-ü mutlaktaki manevî cehennemin dünyevî tazibinden kendini bir derece teselliye almak için o sözleri söyler.”5

Yukarıda geniş olarak izah edildiği gibi, Allah’a Kur’an’ın bildirdiği ve Hazret-i Peygamber (s.a.v)’in ders verdiği gibi inanan bir mümin ise, Hazret-i Peygamber (s.a.v)’i Allah’ın kulu ve Resûlu, esmâ-i il’ahiyenin en mükemmel aynası ve saltanat-ı ilâhiyenin en büyük bir dellalı olarak bilir ve sever, ama O’na uluhiyet isnad etmez.

Marifetullah, Allah’ı, Kur’an-ı Kerim’in bildirdiği ve Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) ders verdiği gibi tanımaktır. Allah’ı bilmek ise, evvelâ, varlığını ve birliğini bilmekle mümkün olur. Allah’ı bilmek dinin temelidir ve bütün ahkam-ı diniye ona bina edilir.

Marifetullah öyle mukaddes bir nimettir ki, ona hakkıyla nail olanlar hem dünyada hem de ahirette şeref ve saadete mazhar olurlar. Marifetullah akıl ve kalbin nurudur. Ona vasıl olmanın yolu ise ilim, irfan ve tefekkürdür. Marifetullah bitmez tükenmez manevi bir hazinedir. Marifetullah öyle büyük bir kuvvet ve nurdur ki, her türlü müşkilat ve meşakkat onun ile izale olur. İnsanı manen terakki ettirip Allah’a dost eden ancak ubudiyet ve marifettir.

Marifetullah bir barika-i saadettir ki, girdiği gönülleri nura gark eder. O bir nesim-i necattır ki, estiği gönülleri bahara çevirir. Bir güneştir ki, tulu ettiği ruhları ve kalpleri ziyasıyla ışıklandırır.

Her bir mahluk kendine has bir vazifeyle meşguldur. Bütün bu meşguliyetler ve tesbihler içinde en mukaddes vazife marifetullah ile meşgul olup, onunla terakki etmektir. Zaten insanın yaratılışındaki esas maksat marifetullah ve muhabbetullahtır.

Marifetullahın feyzi gönülleri nura ve huzura gark eder. İlim ve irfan, saadeti; cehalet ise hasareti netice verir. İnsanlığı tedenni ettiren cehaletin koyu karanlığını ancak ilim ve marifetin şulesi izale edilir.

Asıl zevk, neşe ve sürur marifetullah ve muhabbetullahtadır. Evet, sadasının nağamatiyle bütün kainatı çınlatan o seher vaktinde, ruhu ilahi bir istiğrak içinde kalmış ve seccadesinin üzerinde oturarak ellerini dergahi İlahiyyeye kaldırmış olan bir abidin neşe ve süruru ne ile mukayese edilebilir? Böyle bir zevk cinan-ı cennetin bile fevkindedir. Onun bu hali melekleri bile gıpta ettirir. Hem Kur’an okumak suretiyle nur-u sermedi ile sohbet eden bir müminin bundan aldığı neşe ve sürur onun simasından okunur. Kalp ve ruha ait bütün bu zevk ve neşeler ebedi olmakla beraber, vucuda sıhhat, fikre terakki, ruha letafet ve kalbe inşirah verir.

Marifetullah, ruhun gıdası, kalbin ziyası ve aklın nurudur. Bu konuda Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurur:

“Dünyanın lezzetleri, zevkleri ve zînetleri, Hâlıkımızı, Mâlikimizi ve Mevlâmızı bilmediğimiz takdirde cennet olsa bile cehennemdir. Evet öyle gördüm ve öyle de zevkettim. Bilhassa şefkatin ateşini söndürecek, marifetullahtan başka bir şey var mıdır? Evet, marifetullah olduktan sonra, dünya lezzetlerine iştiha olmadığı gibi Cennet’e bile iştiyak geri kalır.”

Marifetullahta az bir inkişaf, marifetsiz çok amelden daha hayırlıdır. Marifetullah ile beraber amel-i salih olursa nurun ala nurdur.

Seyyidül arifin ve Fahr-i Alem olan Hazret-i Peygamber (s.a.v) ashabına hitaben şöyle buyurdular:

“Yar-ı fedakârım ve şefiki refikim olan Ebu Bekir (r.a), çok oruç tutmak ve çok namaz kılmakla sizden efdal olmadı. Onun sizden üstünlüğü kalbinde tecelli eden nur-u marifeten dolayıdır.”

Evet, bir insanın Allah indindeki kıymet ve değeri marifetullahtaki derec si nisbetindedir. Bir kul, marifette terakki ettikçe Halık’ını bilir ve emirlerini yerine getirir. Zira kulluk sıfatı bunları icab eder.

İnsan, marifetullahta terakki ettikçe, yani Cenab-ı Hakk’ı tanıdıkça ubudiyet, tazim, zikir ve tefekküre daha ziyade mazhar olur ve onlardan zevk alır. Bütün ulum-u diniyenin temeli marifetullahtır. İlimlerin en eşrefi ve en alâsı ve en kıymetlisi marifetullahtır. O halde, şeref ve izzet arayan bir insan, marifetullahtaki hissesinin ziyade olması için azami gayret etmelidir.

Marifet ve hakikati aramanın yolu nihayetsizdir. Bu işin sırrını anlayan arif kimseler, Cenab-ı Hakk’ın büyüklük ve azameti karşısında baş eğmiş, hayretle secdeye varmışlardır.

İnsanın bedeni gıdalarla beslendiği gibi, ruh ve vicdanı da iman, marifet ve muhabbet gibi manevî gıdalarla beslenir ve hayat bulur. Böylece sürur ve saadetlere gark olur.

İnsan, ilahi hakikatlere vukufiyetle ve kainatta tecelli eden esma ve sıfat-ı ilahiyeyi daima tefekkür etmekle marifet sahasında terakki ve teali eder. Bu da ancak afakî ve enfüsî deliller ile Allah’ı şeksiz, şüphesiz, gözle görür gibi bilip inanmak sayesinde mümkün olur. Hz. Ali (r.a.) de “Perde-i gayb açılsa yakînim ziyadeleşmeyecek” buyururken bunu vurgulamaktadır.

Enfüsî ve afakî delilleri, İlahi isimlerin alemdeki isimlerin tecellilerini tefekkür eden bir mümin:

“Allah birdir, şeriki, nazîri, zıddı ve benzeri yoktur ve bu kainat O’nun mülküdür. Hakiki varlık O’ dur. Allah, Vahid, Ehad ve Samed’dir. Benzeri, şeriki ve yardımcısı yoktur. Cisimden münezzehtir. O öyle bir Alim’dir ki, ilmi ezelden ebede her şeyi kuşatmıştır, eşyanın mahiyetini bilir. Yaratılan ve yaratılmayan her mevcut Allah’ın ilminde bir nokta kadardır. O Azizdir, Kahhardır, Halimdir ve Kadirdir. Mağfiret edici ve günahları örtücüdür. O, yardım edici ve çok merhametlidir. O öyle bir Rahman’dır ki, rızka muhtaç her mahlukun rızkını verir, hesaba gelmez ihsanlarla onları perverde eder. O öyle bir Rahim’dir ki, mü’minleri lütuf ve keremi ile Cennet’e, kâfirleri de adaleti ile Cehennem’e koyacaktır. O, Evveldir, Ahirdir ve bütün mahlukatın Halık’ıdır.” der.

Her şeyin üstünde Cenab-ı Hakk’ın sikkesini görür ve her şeyin cephesinde bulunan mührünü, damgasını okur. Ve bu sayede, dalalet ve evhamın taarruzundan kurtulur ve kâmil imanı elde eder.

Cenab-ı Hakk’ın hayatı ezelî ve ebedîdir. İzzet ve azameti sermedidir. O azizdir ve intikamı şediddir. Bütün hareket ve sükûn O’nun iradesiyledir

O, yegane yaratıcıdır. Bütün varlıklar O’nun yaratmasıyla vücud sahasına çıkmışlardır. Her şeyin Halık’ı ve Mâlik’i Allah’tır. Gök ve göktekiler, yer ve yerdekiler ancak O’nun irade ve kudretiyle, lütuf ve keremiyle yokluktan varlık sahasına gelmişlerdir ve O, dilediği anda bunların hepsini yok etmeye de muktedirdir. Allah, kahrı irade buyurduğu takdirde, hiçbir mahlûk bundan ne kendisini, ne de başkalarını kurtarabilir.

Arz ve semavatın ve onlardaki mahlûkatın yaratılmasında Allah’tan başka hiçbir varlığın tesiri yoktur. Evet, bütün kemâl sıfatlarla muttasıf, kudreti nihayetsiz, ilmi muhît, iradesi mutlak olan Cenab-ı Hakk’ın zatında şeriki olmadığı gibi, fiil ve icraatında, tasarruf ve tedbirinde, terbiye ve idaresinde de şeriki yoktur. Üstad Bediüzzaman şöyle buyurmaktadır:

“Başka şeylere müracaat edip yorulma, onlara tezellül edip minnet çekme, onlara temelluk edip boyun eğme onların arkasına düşüp zahmet çekme, onlardan korkup titreme… Çünki: Sultan-ı Kâinat birdir, herşey’in anahtarı onun yanında, her şey’in dizgini onun elindedir; her şey onun emriyle halledilir. Onu bulsan, her matlubunu buldun; hadsiz minnetlerden, korkulardan kurtuldun.”6

Dipnotlar:

1 Mesnevi-i Nuriye.
2 Mesnevi-i Nuriye.
3 Sözler.
4 Emirdağ Lahikası.
5 Emirdağ Lahikası.
6 Mektubat.

Mehmed Kırkıncı