Münâzarât’daki Meşrûtiyet kavramı ve Bediüzzaman

İnsanlığın ekseriyetle hak din olan İslâmiyet’den ve O’nun nurlu hakîkatlerinden uzaklaştığı, ahkâmının neredeyse tamâmen ortadan kalktığı âhirzamanda, semâvî kaynaktan ortaya çıkan “mehdiyyet” cereyanı, hidâyet yolunu insanlığa gösterirken; bu cereyanın mümesilleri beşere İlâhî çizgiyi göstermeye hep devam edegelmişlerdir.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, mehdiyyet cereyanının bir temsilcisi olarak İslâmiyet’in imân, akîde sahâsında tecdîd vazîfesiyle görevlendirilmiş bir müceddiddir.

Dinî ilimlerin kaynağını teşkil eden Kur’ân, Sünnet, İcmâ-i ümmet ve kıyâs-ı fukahâ çerçevesinde ilham eseri olarak kaleme aldığı eserleri, aynı zamanda mehdiyyet cereyanının diğer mümesillerine de bir program olarak hazırlanmıştır.(1)

Münâzarât”, şûrâ-yı şer’î sistemini, ortaya çıkşından bir asır önceki şartlarda yaşayan insanlara anlatmakta, ders vermektedir.

Ümmetin içine düşürüldüğü perişanlığı, Allah’ın izniyle ortadan kaldıracak olan bu sistemin ders verildiği nûrânî cemaat muhatap alınmıştır. Eserin ders verildiği kürt aşiretleri ve o günkü Osmanlı Devleti zâhirî muhataptır.

İşte böylesine kıymetli ve çok ehemmiyetli vazifeyi hakkıyla ifa eden Üstad Bedîüzzaman, eserlerinde istikametin ancak Ehl-i Sünnet ve Cemaat Mezhebini rehber edinmekle mümkün olabileceğini vurgulamıştır. Bu cerhedilmez hakikatı şu veciz ifadeleriyle dile getirmiştir:”Ehl-i Sünnet ve Cemaat olan ehl-i hak mezhebini karargah yap ve Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın muhkemât kal’asına gir ve Sünnet-i Seniyyeyi rehber yap, selâmeti bul.”(2)

Ancak, milâdî 20.asırda Müslümanların zihinleri karıştırılmış, maruz kalınan din tahribatı sebebiyle, zihinler İslâm’ın esaslarına ve hakikatlarına yabancı bırakılarak, bu Zâtın eserleri dünyevî fikirlerin ve zamanın ifsat rüzgarlarının tesiriyle yorumlanmaya çalışılarak zaman zaman bazı nâehil şahıslar tarafından  murad edilen mâna ve maksûdun dışında te’villerle şeriatın ruhundan uzak mânalar verilerek anlaşılmaya başlanmıştır.

Kitap ve Sünnet kaynak gösterilerek bu eselerin açıklanması gerekirken; felsefî akımların ve uzantıların tasallutu altında bulunan zihinler ve kesimler tarafından, özellikle içtimâî meselelere dair kısımlar, Edile-i Şer’iyyenin akîde ve uygulamadaki esaslarına  muhâlif olarak anlaşılmıştır. Hâricî tesirlerle maalesef bir kısım okuyucularda bu karışık efkârın izlerini görmek  müdakkik nazarlardan kaçmamaktadır.

Üstad Hazretlerinin bizzat yaptığı “Münâzarât”la alakalı değerlendirmeler de bize bu konuda fikir vermektedir.(3)

Osmanlı Devletinin son dönemlerindeki kişi hâkimiyetini çağrıştıran “saltanat”ın değiştirilerek meclisin öne çıkarılmasını ön gören “meşrûtiyet” sisitemine geçildiği bir devrede kaleme alınan “Münâzarât” adlı eser, tam ve kâmil anlamda İlâhî ahkâmı referans alan bir sistemin öne çıkarılması ve yazılımından ibarettir.

Devlet” ,”Halife”, “Meclis” gibi İslâm ıstılahında yer alan kavramların tamamen fıkhî çerçeve ve ölçülere dayanarak Bediüzzaman tarafından açıklanması, tezimizin isabetli olduğunu ortaya koymaktadır.

Bu tesbitler, o günün insanları tarafından tam olarak anlaşılamadığı gibi, bu gün de hâla eksik anlaşılma veya yanlış tevil kargaşası devam etmektedir.

Osmanlının ferdî istibdat idâresinden 1908 yılında meşrûtî sisteme geçmesi, daha sonra ittihad ve Terakki tarafından cemiyet ve parti istibdadına dönüşmesi, arkasından Osmanlı’nın yıkılarak Cumhûrî sistemin kurulması, kısa bir zaman zarfında onun da dejenere edilerek cemiyet istibdadının yeniden hortlatılması, çok partili dönemlerde de sıkça milletin maruz kaldığı açık-kapalı ihtilaller/darbeler ve anayasa değişikliklerinin millet üzerinde bıraktığı şaşkınlık neticesinde müslüman milletimizin zihinlerinde yaşatılan travmalar sebebiyle hakikatın anlaşılması oldukça zorlaşmıştır.

“Münâzarât” ın doğru anlaşılmasına mâni olan kavramların başında “Demokrasi” gelmektedir.

Lûgat anlamı “hürriyetçilik” olan “demokrasi” denen bu beşerî sistemi, takriben 2000 (ikibin) yıl  önce ihdas eden Yunan feylesoflarından Aristo, Sokrat ve Eflâtun’dur.

Bugünün feylesofları tarafından demokrasinin tarifi şöyledir:”Demokrasi, halkın kendisini idare etmesidir. Yani kendi idarecilerini kendisinin seçmesi ve kendilerini idare edecek kanunları da kendilerinin çıkarmalarıdır.”

Bu sistemin dayandığı temel mesele; dinin devlete kesinlikle karışmamasıdır. Din, “İlâhî”, demokrasi ise “beşerî” dir.

Dinleri kendi sınırlarına sokmayan demokrasi, onlara muhâlefet ederken; kadınlara sınırsız hürriyet tanımayı da ana esaslarından saymaktadır. Çıplaklık serbest olduğu gibi, zina da suç sayılmamaktadır. Miras hukukunda da kendi kurallarını işletmektedir. Daha nice benzeri durumlar uygulama sahasında devam etmektedir.

İnsan hakları kavramını istismar ederek din aleyhindeki hakaret ve tezyîfleri, basın-yayın hürriyeti çerçevesinde görürken, yıllarca dindarlara ve Bediüzzaman gibi mânevî önderlere kan kusturulmuştur.

Bütün bu yaşananlara ve uygulamalara rağmen, her nedense günümüzde bir kısım müslümanlar (hassetsen doğru anlaması gereken Risale-i Nur ve “Münâzarât” okuyucuları), bu eserdeki bir takım mefhumları demokrasi ile eşleştirme yanlışını irtikap etmektedirler.

Bediüzzaman Hazretleri, 1910’da bu bilgileri verirken, sadece Osmanlı devletini değil, bütün İslâm âlemini nazara alarak konuşmuştur.

Tamamı için köşemiz kifayet etmez. Sadece Münazarattaki bir cümleye kısaca işaret etmek istersek: “(İşte meşrûtiyet) şurâ-yı şer’iyye, (Veşâvirhum fil’emr) Âl-i İmrân, 159 olan “Ve işlerde onlarla istişâre et” (ve) (Emruhum şûrâ beynehum) Şûrâ, 38 olan “onların aralarındaki işleri istişâre iledir” (âyet-i kerimelerinin tecellisidir.) Yani icraatta görülmesidir. (ve meşveret-i şer’iyyedir) Kitap ve Sünnete uygun olarak yapılan meşverettir. (…aklı kanundur) hak dinin hükümlerinden ibarettir, (şahıs değildir.) Bu cümlede kanundan maksat “hak din”dir.

(Evet, meşrûtiyet) şûrâ-yı şer’î, (hâkimiyet-i millettir😉 yani dinin hâkim olmasıdır. Millet kelimesi aslında “din” anlamında kullanılır. En’âm sûresi, 161. âyette de ifade edildiği gibi; “din, millet, sırat-ı müstakim” kelimeleri aynı manada kullanılmaktadır. Din ve millet kelimeleri,” müttehidan-ı bizzat (özünde, zatında bir), muhtelifân-ı bi’l-itibâr (itibârî olarak farklı, değişik) bilinmektedir ki, Bediüzzaaman Hazretleri, Hutbe-i Şamiye adlı eserinin zeylinde bu hususu vurgulamaktadır. (4)

Dolayısıyla “millet”kelimesinden “İslâm milleti” anlaşılır. Bu mânaları içinde barındıran “millet hâkimiyeti” ise, Kitap ve Sünnet’in hâkimiyeti demektir.

(Siz dahi hâkim oldunuz) cümlesinde vurgulanan, Kitap ve Sünnete aykırı bir kanun konamayacağı için, şahıs veya zümrenin keyfine göre hâkimiyet olamayacağından, siz de insanlar karşısında mahkûm değil, zâhiren hâkim oldunuz. Herkes, Allah’ın iradesine  karşı mahkûm, insanlara karşı ise bağımsız oldular. Mü’min, inancının gereği ne kendisi zillete düşer ve ne de başkalarını zillete sokar. Aksi takdirde padişahın elinden alınan istibdat, cumhurun (halkın) eline geçmiş olur ki, bu katmerli bir zulüm olur. Bediüzzaman’ın ifadesiyle; “Kuvvet kanunda olmalı, yoksa istibdat münkasım olmuş olur ve komitecilikle tam şiddetlenir.”(5)

Kitap ve Sünnete dayanan bir anlayış ırkçılık yapamaz. Hangi dil ve ırktan olursa olsun, tüm Müslümanların refah ve saadetini esas alır. Böyle olunca da başta Kürtler olmak üzere bütün kavimler huzur ve barışa erişmiş olacaktır.

Özetlersek; Bediüzzaman’ın eserlerinde sözü edilen “Meşrûtiyet” veya “Cumhûriyet” sistemlerinden maksat, şer’î şûrâdır. Aksi bir tarif getirmek, beşerî sistemlerle irtibat kurmak, müslümanların İslâmiyetle bağını koparmak, semâvî kaynak yerine beşerî düşünceleri oturtarak, dinin temel anlayışından uzaklaşılması, hevâ ve heves istikametinde hareket edilmesi anlamına gelmektedir.

Hayatı İman ve Kur’ânın prensiplerini  insanlığa tebliğ ve isbatla geçmiş olan Bediüzzaman gibi bir müceddid-i dini beşerî bir sistemin(hâşâ)  hâmisi ve savunucusu gibi göstermek, O’na yapılabilecek  en büyük bir bühtan ve mânevî bir hakarettir.

Böyle bir düşünceden Âlemlerin Rabbine sığınırız.

İsmail Aksoy

Dipnotlar:

1-      Emirdağ Lahikası,c.1, s.259; Sikke-i Tasdîk-i Gaybî, s.9

2-      Lem’alar, 78

3-      bkz. Kastamonu Lahikası, s.72-74

4-      H. Şâmiye, s. 61

5-      İki Mekteb-i Musibetin Şehâdetnâmesi, s.35